Put kırma töreni: İnce Memed’e İnce Bir Bakış
Akademi ve eleştiri çevrelerinde sıkça karşılaştığımız bir “ Türk romanı var mıdır” sorusu etrafında gelişen cevaplar akla geldiğinde oldukça şaşırtıcı sonuçlar ortaya çıkıyor. Kimi Türkçe yazılan her romanın Türk romanı olması gerektiğini, kimi Türk kültür ve medeniyetinden kaynaklanmayan ve dolayısıyla da Türk ruhunu, kimliğini temsil etmeyen kahramanlardan yoksun olan eserlerin romanımız olamayacağı görüşünü ileri sürer. Çoğu kez ideolojik tercihlerin belirlediği ölçütler tartışmanın ana gövdesini oluştururken ,ortaya çıkan kaotik söylem bizi yalnızca romancılarımızı değil aynı zamanda eleştiri ve akademi dünyasının varlığını da sorgulamaya götürür. Bana kalırsa Türk romanı, Türkçe roman, Türkiye romanı (edebiyatı) gibi adlandırmalar etrafındaki bilimsel olmayan tartışmalar acaba bir Türk edebiyatı eleştirisi var mı veya eleştiri dünyası yalnızca Türkçe yazılan metinlerden mi ibaret sorusunu da akla getirmeli.
Bu dergide daha önce kaleme aldığım birkaç yazıda söz konusu Kanonik eserlerin en önemlilerinin başında gelen Tanpınar’ın Huzur’unun bırakın Türk edebiyatının en güzel aşk romanı olmasını, sıkça duyduğumuz yargılardan biri olan bizi anlatan en güzel Türk romanı da olmadığını, Tanpınarı’ı incitmeden zaten o kendini şair olarak kabul eder ama Tanpınarcıların huzurunu bozacak yorumlarla anlatmaya çalıştım. Gerçi yazdığımızla kaldık ne çare! Sükut sanat da güzeldir ama edebiyat biliminde Tanpınar’ın da şikayet ettiği gibi bir suikasttır. Yayım dünyası için de neyin önemli olduğu benim için zaten daima bir muamma olmuştur. Neyse biz yine konumuza dönersek, zaten mesele bütünüyle romanımızın “biz”i anlatmasından kaynaklanıyor “ben”i değil. Frederick Jameson’un kulakları çınlasın... Üstad Ulusal alegori kavramını ortaya atarken Batı dışı toplumların romanının kolektif şuuru ve macerayı anlatmak zorunda kalmasından bahsederken kimi Türk eleştirmenler bundan rahatsızlık duyarak savunmaya geçmişti… Halbuki Jameson, Marksist bakış açısıyla Batı romanının aşırı ferdiyetçi olmasından şikayetle, toplumsal sorunların işlenmeye devam ettiği Batı dışı milletlerin romana bir zenginlik kattığını iddia eder. Tanpınar, Huzur’da Jameson’dan çok daha önce İhsan’a söyletir. “Bireyi anlatmak bizim için lükstür, biz şu anda hayatta kalmaya çalışıyoruz, sanat yapmaya değil” olarak tercüme edeceğimiz ifadeler bunu zaten itiraf etmektedir. Tanpınar da Jameson gibi kuramcılar da meselenin Modernleşme-Batılılaşma kavramlarından kaynaklandığının farkındadırlar. Batı modernleşirken, Batı dışı toplumlar Batılılaşmaktadır. Bu nedenle Batı edebiyatı ferdi önce kutsayan sonrasında onu silikleştiren bir düzlemde ilerlerken, bizim de içinde bulunduğumuz Batılılaşan toplumlarda toplumsallık önde gelir, zira çatışma aydın-bireyle toplum arasındadır; Batı’da ise birey aydın olmayabilir, sıradan bir kişi bile bireyselliğini kazanmış ve çatışma dışsalın(toplum) yanında içsele dönüşür.
Bu girişi uzatmak ve sanat felsefesi yapmak elbette benim için daha keyif verici olacaktır, ama bir dergi yazısının sınırlarında kalmam icap ettiğinden bir başka kanonik esere ve karizmatik yazara geçmek zorundayım. Her iki sıfatı da Türk romanında taşıyan isim elbette Yaşar Kemal ve eseri de İnce Memed’dir. Bir köy romanı olarak yazılan ancak ilerleyen dönemlerde Dostoyevski’yi kıskandıracak övgülerle “insan ruhunun derinliklerine inmiştir” yargılarına dönüşen söz konusu roman, gerçekten de bu tanımlamaları ne ölçüde hak etmektedir. Elbette şunun farkındayım ki yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türk edebiyatı özellikle romanı ne kadar ideolojik yargılardan hareket ediyorsa akademi ve eleştiri dünyası da o kadar aynı minvalde hareket etmektedir. Demem odur ki ne kadar tarafsız, bilimsel yaklaşımda bulunsam da okuyucunun alımlaması bu yönde olabilir ve bir kısım okuyucu Yaşar Kemal’in ideolojik dünyasına karşı olduğumdan dem vurabilir.. Bu tür bir alımlamayı engellemek için yukarıda Huzur romanı ile ilgili yorumları yaptığımı herhalde kadirşinas okuyucu fark edecektir. Edilmezse de canınız sağ olsun demekten başka çarem yok!
Ah şu arka kapak yazıları yok mu! Keşke Salinger gibi yazarlar çoğalsaydı da kapak tasarımları, yazıları, sunuşları olmasaydı! Popüler kültürün en önemli ayaklarından olan yayıncı-kitap tanıtımı ve onların izinden giden eleştirmenler, kitapları pazarlamak için öyle bir iş birliği içine girmişler ki medyada pazarlanan bir ürünün reklamlarındaki taktik bilfiil uygulanmıştır. Tıpkı bu romanın pazarlanmasında olduğu gibi. İnce Memed’in arka kapak yazılarında daha da vurucu olması için Batı medyasında çıkan övgü dolu yargılar ise bunun tuzu biberi olmuştur. Amaç tıpkı reklamlarda olduğu gibi okuyucu(müşteri)yi etkilemek olduğunda sınır tanınmamaktadır. İnce Memed’i eline alan okuyucu şöyle bir baktığında özellikle Rus romanında görülen insan ruhunun karmaşık dünyasına dalacağının, insanın nasıl bir dönüşüm geçireceğinin ve bu aşamada ortaya çıkacak olan çatışmalar ve çelişkileri yaşayacağının müjdeleriyle kendinden geçecektir. Dediğimiz gibi reklamın harekete geçiremeyeceği bir muhayyile yok. Bir sanatçıda olması gereken mübalağa sanatı, maşallah eleştirmenlerimizde bolca mevcut. Ne de olsa eleştirmenlik Türkiye’de bir anlamda kitap tanıtımından ibaret olarak kabul edilmiş…Eleştiri dünyasının kanonik eleştirmenleri sadece kitap tanıtımı tadındaki yazılarıyla oldukça hatırı sayılır payeler edinmişlerdir.
Sözü uzattığımın farkındayım ama dert adamı söyletir derler ya benimki de o misal. Gelelim yine İnce Memed’e. Roman,, toplumcu edebiyatın güzel değil zaten güzel olmak değil başarılı olmaktır bu akımda önemli olan başarılı bir örneği olarak yorumlanacakken neden bunu aşan bir niteliğe bürünerek estetik ve sanatsal bir eser olarak kabulüne yol açmıştır? Yazıldığı dönem olan 1950’ler, aynı zamanda modernist edebiyatın hem şiirde hem de hikayede ortaya çıktığı ve günümüzde hala etkileri süren yüz akı edebi eserlerde somutlanırken, İnce Memed’in de dahil olduğu köy romanının özellikle roman türünde o tarihlerde başat unsur olması, yalnızca bu romancıların edebi gücüyle mi ilgilidir, yoksa daha derinlerde söz konusu türlerin sanatsal niteliğiyle mi? Asıl tartışılması gereken bence budur. Ben bu noktada meseleyi aile içi bir çatışma olarak görüyorum. Bir yanda sosyalist dünya görüşüne sahip olsa da bireyi ve estetiği esas alan modern değil modernist şairler (İkinci Yeniciler) ve 50 kuşağı hikayecileri; bir yandan da içlerinde köy edebiyatçılarının da olduğu sosyalist ve sosyalist gerçekçiler. Bu çatışma eleştiri dünyasında da aynı ile vakidir. Asım Bezirci, Fethi Naci v.d’nin karşısına Hüseyin Contürk, Eser Gürson’u koyduğumuzda, nasıl ki bu çatışma estetik yönelimli sanatçılar yıprandılarsa, eleştirmenler noktasında da bilimsel eleştiri yenilgiye uğramıştır.
1970 roman yarışmasında birinci yerine bir çok ikincinin çıkması ve bunlardan birinin Tarık Buğra-hadi bu karşıt görüşe de bir ödül vererek demokrat tavır olarak gösterilmeye çalışılırken, diğer ikincinin Fakir Baykurt olması hayli manidardır. Tutunamayanlar’ın ikinciliği ise ortaya çıkan aile içi muhalefeti göstermesi bakımından önemlidir. Bireysel sosyalist toplumcu sosyaliste (!)şimdilik yenilmiştir. Ne ironik bir durumdur ki günümüzde bir kült romana evrilen Tutunamayanlar’a direnen eleştiri dünyamız, onu ancak içlerinde köy romanının da olduğu bir listede ikinciliğe ya da başarı ödülüne layık görür. Bence bu örnek bile bütün edebiyat tarihimizin serencamını gösterir. Oğuz Atay, Bilge Karasu, Vüs’at Bener, Sevim Burak, Leyla Erbil v.s gibi yazarlar ancak 20 yıl sonra kanona dahil olurken Yaşar Kemal ve İnce Memed zorlanmadan gereken payeleri almıştır bile. Doğru zamanda doğru temaları kullanması, diğer bir deyişle sosyalist gerçekçilik rüzgarını arkasına alması ve doğru kişiyle tanışması: Bir seferad yahudisi ve tam bir entelektüel olan karısı Thilda Kemal. Zaten 1940’ların sonundan İtibaren Avrupa sosyalist sanat çevrelerinde Nazım Hikmet için yapılan etkinlikler ve onu özgürlüğüne kavuşturmak için içlerinde J.P. Sartre’ın da bulunduğu sosyalist entelektüeller, Türk edebiyatında Thilda’nın kurmuş olduğu ilişkilerle Yaşar Kemal’i de keşfeder. İnce Memed’in Thilda’nın zaman zaman müdahaleci de olan çevirileriyle Yaşar Kemal hiçbir Türk romancıya nasip olmayacak bir ilgiye de sahip olur. Artık unutulmaya yüz tutan Nazım Hikmet’in yerini Yaşar Kemal alacaktır.
Yaşar Kemal’in bir büyük talihi de özellikle muhafazakar düşüncenin hakim olduğu akademik çevreler (filoloji bölümleri hariç)in sıkça gördüğümüz tepkisizlik tepkisidir. Yani görmezden gelmek ve eseri değil sahibinin ideolojisini öne çıkararak yazısız-dedikodu eleştirisi üretmek. Sözü edilen akademi ve eleştiri dünyası, nasıl ki söz konusu görmezden gelmeyi üzerinde konuşmayarak ve yazmayarak ya da sadece retoriğe dayalı klişe olumsuz yargılarda bulunarak gösterirken; sosyalist çevreler de onun toplumcu gerçekçiliğe aşırı bağlılığının yol açtığı estetik sıkıntıları hiç dile getirmemekte bulmuşlardır. Her iki yaklaşımın da bilimsellikten uzak olduğunu sanırım söylemeye gerek bile yok.
Bu yazı aslında bir yanıyla İnce Memed bağlamında Yaşar Kemal’e eleştirel bir bakışı içerirken bir yanıyla da yukarıdaki tavrı sorgulamak amacıyla kaleme alınmıştır. Toplumcu edebiyatın önemli ve başarılı örneklerinden biri olan İnce Memed neden görmezden gelinir ve tam karşıtını temsilen, neden yazara-esere atfedilen aşırı övgü fütursuzca sergilenir. Umarım bunu bir soru olarak değil, sorunsal olarak kabul etmemiz gerektiğini satır aralarında anlatabilmişimdir.
Artık yavaş yavaş İnce Memed romanına geçebiliriz. Biliyorum daha önce de bu sözü kullanmıştım, ama bu kez başaracağıma inanıyorum. Söz konusu romanın kapak yazılarından bahsettiğimiz için o noktayı geçiyorum. Şimdi gelelim romanın ve yazarının hem kendisinin hem de onun hakkında değerlendirmede bulunan araştırmacı ve eleştirmenlerin tespitlerine. Onun hakkında en sık duyduğumuz sıfat bir destan anlatıcısı olması ve eserlerinde folklor unsurlarını, özellikle Çukurova bölgesinin anlatılarını, doğa-insan çatışmasını başarıyla kullanması. O bölgenin insanı olan yazarın çocukluğundan itibaren sözlü edebiyat ürünlerini dinlediğine ve o coğrafyanın kültürüne vakıf olduğuna yapılan aşırı vurgu, Yaşar Kemal efsanesinin ana unsurudur. Elbette ben de bu tespite katılıyorum, ancak bu özelliği bence romanlarının bir türlü romanstan kurtulamamasına yol açarak romanı ıskalamasına yol açtığı düşüncesiyle. Şimdi Marquez başta olmak üzere Latin edebiyatının yazarlarını romans geleneğini, halk hikayelerini ve söylemlerini kullanarak büyülü gerçekçi akımı başlattığını bana hatırlatacaksınız. Eğer Marquez’in özellikle söyleşilerini izlerseniz halk inanışlarının romanlarında kullanırken nasıl bir titizlikle ele aldığını ve geçici olarak sosyalist olmasına rağmen yazma anında o hurafeleri bir gerçekliğe dönüştürdüğünden bahsettiğini fark edersiniz. Halbuki Yaşar Kemal halk inançlarını diyalektik materyalist bir bakışla ki kendine göre haklıdır çünkü toplumcu gerçekçidir, eleştirel bir gözle ele alır. Dini argümanları geçici bir süre için kabullenmek yerine sorgular.. Yaşar Kemal, Marksist bakış açısıyla gelenek ve dine sorgulayıcı bir açıdan yaklaşırken, Marquez ise sosyalist bakış açısını fağfur kavanozdaki bal gibi gizleyerek modern dünyanın eleştirisinde hurafeyi olumlu bir tavra dönüştürür. Yaşar Kemal’in olumlayıcı tavrı sadece kurulu düzene karşı çıkan abdal anlayışıyla sınırlıyken,, Latin Amerika sosyalist gerçekçileri, büyülü gerçekçilik akımını başlatarak Batı romanına alternatif bir türe dönüştürürler. Jameson’un tekrar kulakları çınlasın. Din ve gelenek bu romanlarda eleştirel bakışla ele alınırken toplumcu gerçekçilik büyülü gerçekçilikle estetize edilmiştir. Bu romanlardaki İsa’nın Marksist bir kahramana dönüşmesi kimseyi rahatsız etmez. Çünkü onların eserlerinde iyi-kötü ayrımı imam-aydın; ilerici-gerici şablonunu çoktan aşmıştır. İnancın devrimci olup olmayanının önemi yoktur bizim köy romanlarının aksine.
İnce Memed bağlamında Yaşar Kemal romancılığının öne çıkan bir diğer önemli özelliği de bilindiği gibi tasvirlerin gücüne yapılan vurgulardır. Yine tıpkı yukarıda belirttiğimiz gibi Çukurova bölgesinin folkloruna nasıl hakimse, o coğrafyanın bitkilerinden tutun hayvan türlerine, dağlarına, nehirlerine varıncaya kadar her türlü canlı-cansız varlıklarıyla kurduğu ilişki öne çıkarılmaktadır. Evet söz konusu bilgiler romanda mevcuttur, ama bunların ne kadarı romansal özelliktedir, işte orası asıl sorundur bence. Geleneksel romanın en önemli özeliklerinden olan ve özellikle Balzac’ta gördüğümüz gözlem ve tasvir, acaba Yaşar Kemal romanını da yükseltecek midir, yoksa doğru kullanılmadığında zararlı bir tekniğe mi dönüşecektir. Balzac ve diğer realistlere baktığımızda pozitivist dünya görüşüne dayanan realist roman, insan ve insan; insan ve toplum; insan ve eşya arasında meydana gelen ilişkiyi ele alırken ve eleştirel gerçekçi bir tavırla söz konusu ilişkiyi derinlemesine işlerken, Yaşar Kemal bunu çoklarının söylediği gibi başarabilmiş midir?
İnce Memed romanında kahramanımız Memed’in bakış açısıyla mı söz konusu tasvirler verilir, yoksa yazarın mı? Bu sorular aslında romanın edebiliğini belirleyebilir. Romana baktığımızda Tanpınar’da olduğu gibi bakış açısı da anlatıcı-yazara aittir. Huzur nasıl ki bu anlamda roman olma özelliğinden çok şey yitirmişse İnce Memed de aynı akıbete uğrar. Zira Balzac’ın özellikle Vadideki Zambak romanında vadi bir dekor değil, kahramanlardan birisidir. Balzac vadiyi ve eşyayı kahramanlardan biri yaparken Yaşar Kemal için Çukurova bir dekordur. Bu nedenle Balzac oldukça nesnel bir anlatımı yeğlerken Yaşar Kemal şairane benzetmelere ve imajlara başvurur. Balzac’ın kahramanı eğitimli bir burjuva olmasına rağmen eşyaya şairane değil nesnel bakarken, İnce Memed gibi bir köylü sanatçı duyarlılığına sahiptir ki bu da yine edebilik noktasında bizi düşündüren önemli farklardandır. Romanda sıkça geçen “çakırdiken” o coğrafyada yetişmesinin yanında, romanda hayat şartlarının ve İnce Memed’in yaşamış olduğu acıların sembolü olacakken, klişe söyleyiş ve tasvirden öteye gidememiştir. Gerek köylünün gerekse Memed’in dönüşümlerini imlemekten çok destanlarda ve romanslarda gördüğümüz şairane betimlemeden ileriye gidememektedir. Yazarın niyeti bu olsa bile eşyanın ruhuna inilemediğinde insan ruhuna derinliklerine inmek de mümkün olmuyor.
İnce Memed’in romandan çok romansa yakın olduğunu söylediğimde onu yücelten eleştirmenlerin “ne var bunda, zaten bu romanı güçlü kılan da bu yönü” dediğini duyar gibiyim. Fakat benim romanstan kastım büyülü gerçekçi akıma ait olanlar değil, toplumcu gerçekçiliğe daha yakın olanlardır. İnce Memed aslında devrimci bir kahraman olarak, toplumcu edebiyatın ana özelliğine uygundur. Hatırlarsak 1934’teki toplantıda Jdanov ve Gorki bu edebiyatın özelliklerini sayarken sanatı öncelememelerini, devrim fikrini işlemelerini ve olumlu kahramanları işçi sınıfından oluşturmaları olarak sıralamışlardır. Yani yalın olacak, devrimci olacak, işçi sınıfını yüceltecek. Köy romanını bu şablonda oluşturduğumuzda işçinin yerini köylü, patronun yerini de ağa alacaktır. İnce Memed bu şemaya bağlı kalarak gayet başarılı bir toplumcu roman örneği olurken, onun bir de estetik boyutta güzel bir eser olarak yorumlamak ne derece doğru bir yaklaşımdır, tartışılması gereken nokta burası bence. Akımın kurucuları bile sanat ve estetiği yok sayarken başarılı bir köy romanı ürününün insan ruhunun karmaşasını ele aldığını iddia etmektense, toplumsal karmaşayı ve çelişkileri ezen-ezilen düzlemine yükselttiğini ve bunun yol açtığı sorunları dile getirerek toplumcu edebiyatın bir örneğini verdiğini söylemek daha bilimsel bir yaklaşım gibi görünüyor.
Romanda tıpkı trajedilerdeki gibi köylünün İnce Memed algısının, koroya benzer bir tarzda verilmesi de yazarın İnce Memed’in yaşadığını iddia ettiği dönüşümün, yani güçsüz, bilinçsiz bir köylüden devrimci bir kimliğe evrildiği iddiasını zedeleyen unsurlardan biridir Köylünün “İnce Memedimiz” i kolektif bir dille ifade etmesi, gösterme tekniğinin yanlış ve abartılı kullanılmasını da doğurmuş. H.James ,anlatma tekniğinin yerini göstermenin alması gerektiğini ileri sürerek romanı bir sanat dalına çevirmeyi amaçlarken, romancının kenara çekildiği ve okuyucunun öne çıktığı bir romandan bahsederken, herhalde göstermenin bir yönlendirmeye dönüşmesini amaçlamamıştı. İnce Memed benzeri popüler eserler göstermenin abartıldığı ve içeriğinin boşaltıldığı örnekler olarak karşımıza çıkar. Elbette bu tür kusurlar roman sanatı için geçerlidir, sanatın ihmal edilmesi gerektiğinin altını çizildiği bir akıma mensup İnce Memed gibi toplumcu gerçekçi eserler için değil. Peki neden olumsuz bir eleştiride bulunuyorsunuz derseniz ısrarla söylüyorum ki İnce Memed’e edebi değer atfedenler olduğu için. Romanda Hatçe’nin hapse girmesi, ölmesi, İnce Memed’in istediği anda onu görmesi, kaçırması, köylüyle ve jandarmayla olan ilişkileri, yukarıda belirttiğimiz gibi hep birkaç cümleyle popüler edebiyatta gördüğümüz tesadüflükler içinde verilirken, sözünü ettiğim Yaşar Kemal hayranları adeta bu noktalarda coşar, ‘ne de olsa kahramanını bir destan kahramanına çevirmiştir’ denilerek bu yüzeysellik görmezden gelinmeye çalışılır. Bununla bağlantılı olarak Köroğlu ya da mazlumun yanında yer alan diğer eşkıya hikayelerinden, romanslarımız olan halk hikayelerinden faydalanmanın Türk romanı için bir yenilik olduğundan bahsedilir. İyi de sayın eleştirmenlerimiz neden onun ısrarla altını çizdiği W. Faulkner gibi bırakın insan ruhunun insanlık durumunu imgesel bir dille ele alan romancılarla akraba olduğuna yaptığı vurguyu sorgulamıyorsunuz? Çok iyi bildiğiniz(!) şairane ve şiirsellik kavramlarının ayrımından bahsetmiyorsunuz? Şairanenin estetiğin düşmanı, şiirselliğin ise üslubu ve kurguyu estetize edebileceğinden bahsetmiyorsunuz?
Yaşar Kemal’le ilgili olarak öne çıkan bir diğer önemli konu da Nobel’e aday gösterilmesi ve ölene kadar bu beklentiyi sürdürmesidir. Söyleşilerinde ve başta Zülfü Livaneli olmak üzere yakın arkadaşlarının onunla ilgili görüşlerinde kendini göstermektedir. Ve nihayetinde bir Türk’e Nobel verilmez gibi bir hurafe, edebiyat dünyasının en çok kullandığı savunmalardandır. Bu anlayış yakın zamanda bir başka popüler yazarın da kullanmasıyla evlere şenlik bir efsaneye dönüşür. Ha! Bu arada bir Türk Nobel almıştır dediğinizi duyar gibiyim. Bunu bana değil o çevrelere söyleminizi salık veririm. Orhan Pamuk’un Türkçe bilmemesinden tutun başka etkenlere kadar birçok neden sayacaklardır eminim. Nobel’e elbette gereğinden fazla önem atfetmiyorum. Elbette birçok faktörü kabul ediyorum… Ne olursa olsun Orhan Pamuk, en nihayetinde roman yazdığı estetiği öne çıkardığı için aldı bana göre söz konusu ödülü.. Beğenir beğenmesiniz, ondan önce de vardı güçlü romancılarımız diyebilirsiniz ki buna saygı duyarım. Fakat estetiği ihmali kuram gereği dikkate almayan, nedense hayranları tarafından aldığı iddia edilen bir yazar böylesine bir beklentiye sokulmamalıydı. Kendisini Faulkner’a benzetirken, “evet ama üstadım Faulkner her ne kadar Amerika’nın ırkçı bir eyaleti olan Misissipi’de hayali bir yer icat edip oradaki sosyal, siyasi hadiselerden yola çıkmışsa da dil ve kurgusunu şairane değil şiirsel, yani örtük ve imgesel olana dönüştürmüştü” diyebilmeliydik..
Sonuç olarak diyebiliriz ki İnce Memed ve benzeri toplumcu gerçekçi romanlar, 1950’lerden itibaren 1980 sonrasına kadar, edebi değeri yüksek romanları gölgelemiştir. Romanın kitleye hitap etmesi ve popüler okuyucunun himayesinde olmasından kaynaklanan söz konusu gölgeleme; aynı yıllarda ortaya çıkan ve etki sahibi eleştirmenlerce saldırılara uğrasa da estetik yönden güçlü Türk şiirine aynı olumsuz etkide bulunamamıştır. Bu da şiirin hamisinin estetik duyarlılığa sahip okuyucu oluşuyla ilgilidir. Burada gözümün önüne Oğuz Atay’ın elinde Tutunamayanlar olduğu halde çektiği yayımlama çilesindeki macerasını hayal edin derim. Ne de olsa başarı ödülünü bir başka köy romancısı ile paylaşmak zorunda kalmıştı. Daha doğrusu başarılı toplumcu gerçekçi bir roman olmakla sınırlanması gereken bir romancının efsaneye dönüşmesi, Atay’ın geç tanınmasında hiç etkili olmamıştır denilebilir mi? Tabii ki kişisel değil algısal anlamda söylüyorum.
Demem odur ki Türk akademya ve eleştiri dünyası, ideolojik körlük nedeniyle kendi efsanelerini yaratırken; kuramsal ihmal nedeniyle de yazarların söylediklerinden oluşan klişe/potpori yorumlardan bir adım öteye gidememenin sancılarını hala çekmektedir. Bir sevda hikayesidir Türk eleştirisi, papatya falına da benzer: seviyor/sevmiyor. Bir an edebiyat mahkemeleri aklıma geldi. Şöyle denilebilir mi:
Gereği düşünüldü. İnce Memed toplumcu edebiyatın doğası gereği başarılı bir köy romanıdır, ancak uzun zamandır üzerinde taşıdığı estetik yargılar bir kez daha gözden geçirilmelidir!
Her türlü ideolojik yaklaşımdan uzak durarak estetik-edebi yönden incelendiklerinde bir Türk romanı var mıdır sorusunu şimdi tekrar sorabiliriz. Geldiğim nokta ise Goethe’nin yaklaşımıdır. 19.yüzyılın başında dünya edebiyatı kavramını ortaya attığında henüz Alman edebiyatı ve Batı edebiyatı bugünkü seviyesinde değildi. Bu yüzden Doğu edebiyatını tanıdığında ve diğer Batılı örnekleri gördüğünde Alman edebiyatını değil Dünya Edebiyatı’nı öne çıkarmıştı. Biz de belki Türk romanı var mıdır diye sorulduğunda “elbette vardır, sonuçta Dostoyevski, Kafka gibi yazarlarımızı nasıl unuturuz” diyemez miyiz. Gerek dünya gerekse Türk edebiyatının bugün en güçlü yazarlarının modernist ve postmodernist akımlardan beslenmesi ve her şeyin söylendiğinin kabul edildiği bir çağda Borgesvari vari bir tutumla dünyanın hatta cennetin devasa bir kütüphane olması da Tolstoy’u bir Türk yazarı kılmaz mı? Ne dersiniz? Şiir mi o özel bir bölüm. Bir İngiliz şiiri, bir Türk şiiri vardır…. O nedenle postmodern şiir olmaz…O yüzden bir Türk şiiri vardır… Ayrıca şiir çevrilemez, roman çevrilir ve değerinden pek bir şey kaybetmez, hatta çevrildiği dilde aynı etkiyi de yapabilir. “Ulysses” mı? O zaten şiir değil mi!