Psikoloji bizi kendi gerçeğimize yaklaştırıyor
Bence psikoterapide şu an en büyük ihtiyaç alanı, insanların kendi gerçeğine temas etmesini sağlamak. "Beceriksizlik" bir yargı. Ama işin aslı, bireyin çocukluğunda bir deneyimi yaşamasına izin verilmediğinde hissettiği çaresizlik hâli. Biz bunları merak ediyoruz, bunları açmasını istiyoruz danışandan. Dolayısıyla psikolojiye neden ilgi duyuyoruz ya da ne yapıyor psikoloji bize? Psikoloji bizi kendi gerçeğimize yaklaştırıyor.
SÖYLEŞİ: SİBEL KILIÇ - ZEYNEP KANTARCI
Psikoterapist ve şair Melek Arslanbenzer'le psikolojiyle hâlihazırdaki ilişkimizi, son dönemin psikolojik hastalık temalı dizilerine halkın gösterdiği ilgiyi ve pandeminin ruh dünyamıza etkilerini konuştuk. Sohbet esnasında büyütülme şartlarının kişilik şekillenmesine etkilerinden de detaylıca bahseden Arslanbenzer, geçmişte yaşanmış travmaları aşmamız ve kendi hakikatimize yakınlaşabilmemiz için psikolojiye muhtaç olduğumuzu belirtti.
En başta sohbetimize bir yol açmak mahiyetinde temel bir soruyla başlayacağım: Psikoloji bizim için neden gerekli, bize neyi sağlıyor?
Psikolojinin pek çok tanımı yapılmış aslında şu ana kadar. Birazcık neresinden baktığımıza göre cevap verebiliriz bu soruya. Psikolojinin insanda ilgilendiği en önemli şey; geçmiş yaşantılarımızdaki ilişkilerimizde yaşadığımız kırılmalar, travmalar ve bu travmaların bizde yaratmış olduğu ve bugüne taşınmış olan etkiler. Dolayısıyla sağlıklı, kendi süreçlerinden geçmiş bir rehber, terapist diyoruz buna biz, eşliğinde kişinin terapistiyle kurduğu ilişkiyle yeni bir ilişki kurma modelini öğrenebilmesi, geçmiş yaralarını telafi etme fırsatının ona koruyucu, kapsayıcı ve koşulsuz kabul içeren bir ortamda sunulmasıdır psikolojinin amacı.
Bunu sağlayacak başka mekanizmalar var mı dünyada psikoloji dışında, mutlaka vardır. Bazen çok olgun arkadaşlıklar, gerçekten dinlendiğini hissettiğin, empatik, kaygılanmadan anlaşıldığını hissettiğin arkadaşlıklar bunu sağlayabilir. Bazen gerçekten koruyucu, kapsayıcı, şefkat dilini benimsemiş sosyal çevreler bunu sağlayabilir. Ama özellikle Türkiye'de, belki dünyanın başka yerlerinde de böyledir, büyütülme biçimimiz ne yazık ki -bu çağa özgü bir şey mi onu da bilmiyorum ama- yargılayıcı bir yapıya sahip, ne yazık ki öyle. Ve bu yargılayıcılık insanın benliğini bölen bir şey.
Bu yargılanma hâli bize ne yapıyor?
Bu yargılanma hâli, insanın kendi bütünleşme ve tekâmül yolculuğunda yoluna taş koyuyor. O yargılayıcı ortamda büyürken biz, yargılayıcı sesleri içimize alıyoruz ve içimizde kendi kendimizi yargılamaya başlıyoruz. Yargılamak da aslında tanımı gereği; "kendini merak etme". İnsanın doğuştan getirdiği bir yönelimdir merak ve keşif duygusu. Şimdi bir şeyi yargılamak demek, o şeyi etiketlemek ve onunla ilgili bir kanaate varmak demek. Yani "Bu budur." demek aslında. Hani psikoloji literatüründen konuşalım. "Ben beceriksizim." gibi bir kanıya, yargıya sahipsek eğer biz, beceriksiz olan tarafımızı, beceriksiz diye etiketlediğimiz tarafı merak etmemeye başlıyoruz, buraya dair merak duygumuz sonlanıyor. Çünkü o tarafı "beceriksiz" diye yaftaladık artık.
Ama biz, terapistler olarak şunu soruyoruz: Ne oldu da beceriksiz oldun? Buna biraz bakabilir miyiz, beceriksizden neyi kastediyorsun? Aslında orada danışanla birlikte yürüdüğümüz yolda beceriksizlik değil de onun geçmiş yaşantılarından kaynaklı, annenin deneyimlemesine izin vermediği alanlarda oluşmuş bir beceriksizlik hissi olduğunu fark ediyoruz. Bunu şuraya getireceğim; bu aslında bizi gerçeklikten koparan bir şey. Bence psikoterapide şu an en büyük ihtiyaç alanı, insanların kendi gerçeğine temas etmesini sağlamak. "Beceriksizlik" bir yargı. Ama işin aslı, bireyin çocukluğunda bir deneyimi yaşamasına izin verilmediğinde hissettiği çaresizlik hâli. Biz bunları merak ediyoruz, bunları açmasını istiyoruz danışandan. Dolayısıyla psikolojiye neden ilgi duyuyoruz ya da ne yapıyor psikoloji bize? Psikoloji bizi kendi gerçeğimize yaklaştırıyor.
"Koşulsuz kabul" dediniz. Orayı biraz açabilir miyiz, yani bunun içine neler giriyor?
Şimdi bu, bizim toplumumuzda en çok sorgulanan şey. Birini ya da kendimizi koşulsuz kabul edersek sanki bir suç işlemişiz gibi anlaşılıyor. Ben onun ayrımını şöyle yapıyorum; hepimiz kendimizi doğruyu yanlışı biliyor kabul ediyoruz. Anne babalarda özellikle doğru ve yanlış tanımları çok net. Hâlbuki burası o kadar muğlâk bir alan ki. İslam üzerinden konuşacak olursak Kuran-i Kerim'de doğrular yanlışlar yazıyor. İşte namaz kılmak, oruç tutmak, yalan söylememek, işte hak hukuk meseleleriyle ilgili... Kuran'da yazan şeyler dışında doğru yanlış tanımı aslında çok muğlak. Örneğin, Hz. Ömer dizisini izledim bu ramazanda, bu açıdan çok terapötik buldum diziyi açıkçası. Diziyi yapanlar bizim psikolojide, psikoterapide yaptığımız şeyi yapıyorlar adına bunu demeden. Dizide şöyle şeyler oluyor: Hz. Ali, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer arasında sürekli geçen diyaloglar var. Özellikle Hz. Ömer'le Hz. Ebubekir arasında geçen diyaloglarda, biri bir görüş bildiriyor, öbürü tam tersi bir görüş bildiriyor.
Biliyorsunuz zaten Hz. Ömer'in karakterini az çok, böyle sert, dediğim dedik, "Doğrusu şu." diyen bir adam. Hz. Ebubekir ona sürekli öğretiyor, "Ya Ömer, bir dur. Tek bir yol yok. Sen bunu seçiyor olabilirsin fakat..." şeklinde. Yine mesela Hz. Ömer, bir savaşa komutanlardan birini göndermek istemiyor çünkü onu çok hırslı buluyor, ama Hz. Ebubekir diyor ki: "Şu an bizim kazanmaya ihtiyacımız var ve bize kazandıracak olan kişi bu." Şimdi bunun ikisi de bir bakış açısı. Doğrusu yanlışı yok bunun. Burada kişisel tercihler söz konusu. Dolayısıyla bu, doğruyu yanlışı biliyormuşuz hâli aslında bir zan. Yine bu konuyla ilgili bir kıssa var. Kıssaya göre; bir şeyhin oğlu iki kardeş var. Bir tanesi beş vakit namaz kılıyor, hiçbir ibadetini, nafileler dâhil aksatmıyor. Diğer kardeş de sürekli içki içen bir meczup. Şeyh oğullarını bir gün minareye çıkarıyor: "Buradan atlarsanız eğer," diyor, "kırklara karışacaksınız." Namaz kılan oğlan atlayamıyor ama o alkolik oğlan atlıyor.
Yargılanma hâli, insanın kendi bütünleşme ve tekâmül yolculuğunda yoluna taş koyuyor. O yargılayıcı ortamda büyürken biz, yargılayıcı sesleri içimize alıyoruz ve içimizde kendi kendimizi yargılamaya başlıyoruz.
Teslimiyet meselesi.
Evet, çünkü son nefesimize kadar kimin nasıl gideceğine dair aslında bir bilgimiz yok. Koşulsuz kabul tam olarak bu demek. Yaptığı davranış yanlış olabilir, davranışının yanlış olması onu komple reddetmek anlamına gelmez. Bu çok zalimce bir şey çünkü o insanın karakteri bir bütün. Birisi zina etti diyelim, biz ona, "Aa ne güzel zina yapmış, aferin." demeyeceğiz elbette. Koşulsuz kabul bu değil. Zina yapmış olabilir, ama tövbe yolunu Allah ölene kadar açık bırakmış, nasıl yargılayabilirim onu bununla? Zina etmen yanlış, diyebilirim en fazla. Seni kabul etmiyorum, diyemem.
"Yanlışları ötelemeliyiz biz, yanlış yapan insanları değil." mevzusu...
Aynen öyle, evet. Yanlışa yanlış demeliyiz, ama bu komple o insanı reddetmemiz anlamına gelemez. Bunun temelinde de sevgi, şefkat ve merhamet var. Bunların hepsi Allah'ın sıfatları. Allah o kadar şefkatli ve merhametli ki son nefesine kadar sana tövbe etme hakkını tanıyor. Varsa bunun hukuken bir cezası, zaten hukuk önünde bunun sorgusu suali yapılır. Kısassa kısas, ama bu yine kalben bizim o insanı sevmeyeceğimiz anlamına gelen bir şey değil. Bilmiyorum yeterince açık oldu mu?..
Peki, bu yargılayıcı tutum modern bir şey mi, kadim gelenekte de rastladığımız bir şey miydi bir insanı direkt yargılayıp ötekileştirmek?
Zamana ait bir tutummuş gibi gelmiyor bana. Daha çok, insanların kendi kabullerinin, kendi yargılarının, yetiştikleri toplumun ne kadar katı ya da ne kadar kapsayıcı olup olmadığıyla alakalı bir şey. Biz çok kontrollü ve baskıcı bir tutumla ve toplumda yetişmişsek eğer, günün sonunda başka insanlara davranışımız da öyle oluyor. "Bu doğru, bu yanlış" şeklinde bölüyoruz insanları kendi kafamızda. Dolayısıyla orada şöyle bir şey de var, tanrıcılık, mükemmeliyetçilik... "Yanlış yaptın bitti." Hayır, bitmedi. Hâlâ yanlış yapıyoruz zaten. İnsan her an yanlış yapma potansiyeline sahip bir varlık. Bundan kaçınmak mümkün değil. Hadis-i şerif dahi var bununla ilgili, "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı." Bu söz, o kadar üzerine günlerce düşünülecek bir söz ki. Çünkü günahın kendi başına insanın kemâlât yolculuğunda bir yeri var. Sen günah işleyerek acziyetini, Allah'a kulluk etmen gerektiğini ve ondan tövbe istemen gerektiğini hatırlıyorsun.
Günah işlemek bir yanıyla Allah'la kul arasında bir ilişki biçimi aslında.
Evet, bir ilişki biçimi. Çocuk-anne ilişkisinde de var olan bir şey bu. Çocuk hata yaptığını hissettiğinde anneye gidip bağışlatma ihtiyacı hissediyor kendini. Anne ona: "Hayır, sen şunu yaptın." Falan derse zaten işte bu yargılayıcılık oluşmaya başlıyor. Ama anne ona: "Olur öyle şeyler, daha dikkatli olalım bir dahaki sefere." diyorsa başka bir nöro-biyolojik sistem oluşmaya başlıyor çocuğun zihninde.
Biraz da çocuğun daha ana rahmindeyken yaşananlardan etkilenip daha sonra bununla doğması meselesini konuşmak istiyoruz, son dönemde çok gündemde... Bu nasıl oluyor?
Annenin karnındayken değil, çocuk daha hiç dünyada yokken başlıyor aslında bu hikâye. Kuşaklararası aktarım dediğimiz bir şey var, atıyorum bir mavi göz, bir burun şeklinin aktarımı gibi, psikolojik miraslarımız da aynı şekilde nesiller sonra ortaya çıkabiliyor. Anne karnına gelecek olursak, anne karnı zaten tamamen hormonal bir sistem, annenin duygu durumu neyse çocuğun duygu durumu o. Anne eğer stresli bir ortamdaysa stres hormonu salgılayacak, o zaman çocuk da stres hormonu salgılayacak. Anne depresyondaysa veya bipolarsa aynı şekilde bebek de o ruh durumundan etkilenecek. Hamileliğin yirmi beşinci haftası itibarıyla, belki daha erken ama tespit edilebilen bu şu anda, duymaya başlıyor çocuk.
Anne-baba sürekli kavga ediyorsa buna maruz kalıyor sürekli anne karnında, duyuyor çünkü. O sesler onun için tuhaf sesler, çünkü neden, insanoğlunun aradığı şey güvenlik duygusudur. Güvenlik duygusu da yumuşaklıkla olur, sevgiyle olur, şefkatle olur. "Tehlikede değilsin, sana bir şey olmayacak." hissiyle olur. Şimdi bu hissi hamileyken anne yaşamıyorsa, zaten çocuğun da duyumları güven vermiyorsa çocuğa; sertse, şiddetliyse, agresifse, çocuk kendini tehdit altında hissedecek. "Güvende değilim ben, başıma her an bir şey gelebilir, korunmuyorum." şeklinde bir mesaj alacak ve dolayısıyla bütün nöro-biyolojik yapısı buna göre şekillenmeye başlayacak.
PSİKOLOJİ HEKİMLİK İLE HALK ARASINDA SIKIŞMIŞ VAZİYETTE
Biz insanlar daha doğmadan hatta var olmadan psikolojinin konusu oluyorken bizim ona karşı ilgimiz ne durumda sizce? Örneğin, Türk toplumunun psikolojiyle ilişkisine dair ne söylemek istersiniz? Dünyaya kıyasla ne hâldeyiz? İnanıyor muyuz ona, tıp gibi?
Yok, asla tıp gibi değil, çünkü tıbba iman ediyor Türkler net bir şekilde. Öyle bir inanış var. Bu biraz hekimliğin ve hekimlik mesleğinin getirdiği geleneğinin bir sonucu, onlar da kendilerini böyle lanse ediyorlar zaten. Sadece onların söyledikleri doğru, asla başka bir gerçeklik olamaz sağlık konusunda. Dolayısıyla o hegemonya kendini dayatıyor topluma. Toplumun da çoğunluğu zayıf olduğu için o hegemonyayı kabul etmek zorunda hissediyor kendini. Tıpkı anne-çocuk ilişkisi gibi, annenin dayattığı bir şeyi çocuğun reddetme şansı yok çünkü çocuk zayıf, anne güçlü olan. Zaten güçlü olan tahakküm eder, zayıf olan da o tahakküme boyun eğer. İşte tıp konusunda da böyle bir ilişki var. Psikolojinin problemi aslında zaten tam da burası; şu anda hekimlik ile halk arasında sıkışıp kalmış bir yerde psikoloji.
Yeni yeni biraz değişiyor bu, ama hâlâ hekimlerin psikolojiyi tam olarak kabul ettiklerini söyleyemeyiz. Var oldukları o alana kimseyi almak istemedikleri için genel olarak, o alanın dışında tutmak istiyorlar bizi de, "sağlık dışı çalışan" olarak görüyorlar. Tıp altı yıl sürüyor, ben de altı yıl süren bir psikoterapi eğitiminden geçtim mesela. Elbette bunun bir kıyası olmaz, tabii ki çok farklı içerikler, ama sonuçta burada da bir birikim ve artık yüz elli yıla varan bir teorik altyapı var. Ama işte Türkiye'de psikolojinin yeterince saygınlık kazanması için daha zaman var. Bir de bu psikolojiyle ilgili en çok aldığımız eleştirilerden birisi de şu, "Doğru düzgün ibadetlerimizi yapsak, iyi Müslüman olsak psikolojiye ihtiyacımız kalmaz." Bu, aşırı yüzeysel, üzerine hiç kafa yorulmamış ve bence altında korku yatan bir ifade.
İnsanın kendisiyle yüzleşmesine dair bir korku mu acaba bu?
Aynen, kendiyle yüzleşmeye dair, hatta belki alttan alta kendi Müslümanlığını o kadar sorguluyor ki orada aman bir şey olur da... Çünkü genelde bu tür korkular oluyor. Sanki psikologlar dinden çıkarıcı, "Değerlerini yık." diyecek sana gittiğinde, kötüleyecek sanki imanı falan. Hiç öyle bir terapist görmedim, öyle bir terapist zaten iyi bir terapist de değildir, gerçek bir terapist öyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla bu tür önyargılı düşüncelerin şeylerin etkili olduğunu düşünüyorum psikolojiye karşı tavrımızda.
Peki, seküler kesim daha mı çok itibar ediyor psikolojiye?
Yok, bence öyle değil. Hatta şu anda başörtülülerin egemenliği var bu alanda. Ben seküler çevreden gelen birisiyim, ben başörtülüyüm ama benim ailem, yedi sülalem tesettürsüzdür, onların da hiçbir alâkaları yok açıkçası psikoterapiyle falan.
Kültürel bir şey o zaman bu ilgi.
Evet, bence de kültürel bir şey, hani onlar için de yabancı. Açıkçası biraz mürekkep yalamakla ilgili bir şey diyebilirim. Zihnin biraz daha açıldığında, yaptığın okumalarla derinleştiğinde, bu ayrımı yapabilecek zihinsel bir kapasiteye erişiyorsun. Başörtülülerde, yani Müslüman kesimde, eğer böyle bir ayrım yapacak olursak eğer, bu ilginin daha çok yaygınlaştığını gözlemiyorum ben. Bu benim gözlemim.
Herkes her psikoterapistten yardım alabilir mi, yani Müslüman biri seküler birinden, seküler biri de Müslüman birinden... Bu anlamda bir sıkıntı olur mu?
Bence alabilir, ama bunu tercih etmeyecek insanlar olabilir. Danışanın terapisti, terapistin danışanı tercih etme hakkı var. Ben terapist olarak seküler birisiyim diyelim ki, ama Müslümanlıkla, başörtüsüyle sorunumu çözememişim; bunun da farkındayım. Terapistsem bunun farkında olmam gerekir. Bir başörtülü danışan gelirse bana, bunu kabul etmeme sorumluluğuna sahibim. Çünkü zaten onunla sorunumu çözmemişim ki ben, onunla nasıl empati kuracağım? Zaten içten içe ona öfke duyuyorum, onun olmaması gerektiğini düşünüyorumdur.
Bu durumda daha önce bahsettiğiniz o "koşulsuz kabul" gerçekleşmemiş olur.
Evet, bu şekilde koşulsuz kabul gerçekleşmemiş olur. Ama terapist verdiğim örnekteki gibi değilse, kim seküler kim dindar demeden, bir insanın iç dünyasını anlama noktasında olgunluğa erişmişse, hiç mesele değil. Danışan için de aynı şekilde. Tabii ki terapistin de danışanın da seçme hakkı var, ama en temelde bence, buna dair gerçekte hiçbir problem yok. Zihnimizde var birtakım problemler.
SEÇECEĞİNİZ PSİKOLOG KENDİ YOLCULUĞUNDAN GEÇMİŞ BİRİSİ OLSUN
Hep söylenen bir şeydir ya, o açıdan sordum, "Seçeceğiniz psikolog her daim sizin kültürel ve dinî değerlerinize yakın birisi olsun ki sizi daha iyi anlayabilsin." Seçeceğiniz psikolog kendi yolculuğundan geçmiş birisi olsun.
Bunu nasıl bilebiliriz peki?
Araştırın, sorun, "Siz terapilerinizden geçtiniz mi? Hangi eğitimleri aldınız?" Terapistin buna cevap verme sorumluluğu var. Cevap vermiyorsa zaten hiç uğramayın oraya. Bir de hissinize bakın, anlarsınız zaten. Sezgilerinize güvenin. "Bu adamla/kadınla ben güvende hissediyor muyum?" Bunu tabii ki hissedersin. Rahat hissettiğin, anlaşıldığını hissettiğin, güvende hissettiğin terapisti seç yani.
İnsanlar hayatlarında bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ediyorlar, ama bununla ilgili bir veriye sahip değiller. Bu anlamda son dönemdeki travma temalı diziler çok önemli. Çünkü buna dair bir farkındalık oluşturuyor o diziler.
PSİKOLOJİK HASTALIKLARI İŞLEYEN DİZİLERİ ÇOK FAYDALI BULUYORUM
Şunu da soralım, malum son dönemde çok konuşuluyor: Masumlar Apartmanı, Kırmızı Oda vesaire gibi psikolojik hastalıkları işleyen dizilere epey bir ilgi var, nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?
Çok olumlu değerlendiriyorum, çünkü çok büyük bir kriz var Türkiye'de. İnsanın kendini anlaması, ilişki kurma süreci, kendini inşa etmesi, neyi neden yaptığını fark etmesi, seçimleri vesaire vesaire... Bunlarla ilgili ben çok çaresiz görüyorum açıkçası insanları ve çok iyi niyetli bir çaresizlik bu. İnsanlar hayatlarında bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ediyorlar, ama bununla ilgili bir veriye sahip değiller. Bu anlamda son dönemdeki bu travma temalı dizileri çok önemli buluyorum, çünkü buna dair bir farkındalık oluşturuyor şu an o diziler. "Ya ben obsesifim ama, ne olmuş bana da ben obsesif olmuşum?" dedirtiyor insanlara.
Bir ayna gibi.
Evet, "Bir bakayım... Bir dakika, yani evet o obsesyon var ama, bir sebebi var bunun" diyor insanlar. Bu bile aslında çok rahatlatıcı bir şey insanlar için, çünkü obsesif biri kendini kusurlu hissediyor, yanlış hissediyor, eksik hissediyor, suçlu hissediyor. Bir sürü şey hissediyor ve bunun hepsini kendine yüklüyor. Burada toplumla paylaşmalıyız psikolojik hastalıklarımızın sorumluluğunu. "Ya ben tek başıma mı travmatize oldum, kendi kendime mi travmatize oldum?" demeli. İnsan her gün bir işi yaparken kendimi yetersiz hissediyorsa bunun faturasını sadece kendine yüklemesi ne kadar büyük bir haksızlık. Bunu da gösteriyor bence o diziler. Yani anan baban seni dövdü, işte bu toplum seni korumadı ve bu yüzden sen şu an bunun sonucunu yaşıyorsun.
Bu insanlar ana babalarının ve toplumun bir kurbanı mı aslında?
Evet, kurban ama bunu fark etme sorumluluğu da kişide. Kurban psikolojisine onu tamamen hapsetmek de doğru bir şey değil. İnsanın, neyin neyden dolayı olduğuna ve nerelere daha dikkatli bakabilirse o yargılayıcı bakıştan kurtulup kendine şefkatle yaklaşabileceğine ve o travmayı aşacağına dair bir farkındalık sağlıyor şu anda bu diziler.
Bu tür bir farkındalık gelişimine dair bir örneğiniz var mı?
En çok annelerden duyduğum bir şey: "Çocuğuma şiddet uyguluyorum, çocuğuma çok öfkeleniyorum, ama çok pişman oluyorum." Şimdi, bu pişmanlığı yaşayan biri için o dizi ufuk açıcı bir şey çünkü anlamlandıramıyor bu öfke niye. "Bu öfke geçsin istiyorum, ben bu öfkeyi yaşamak istemiyorum..." diyor. E tamam, güzel, ama geçsin isteyince geçmiyor. Öfkenin altında aslında çoğu zaman çaresizlik yatar, yani çocukluğumuzda biri bize şiddet uygular, bu sözel şiddet olabilir, psikolojik şiddet olabilir, bazen annenin sevgisini geri çekmesi ve küsmesi bile bir şiddettir. Şiddet deyince aklınıza illa fiziksel şiddet gelmesin. O şiddet karşısında çocuk ne yapacağını bilemez, o çaresizlik duygusu gelecek yaşantılarda öfke olarak ortaya çıkar, kendinden zayıfa gösterilen öfke olarak ortaya çıkar özellikle.
Dolayısıyla buraları anlamalı ki o çaresiz hisseden çocuğa temas etsin, bu öfkeyle o çaresizliği linklesin ve günün sonunda, "Ya bir saniye, burada öfkeli ve acımasız, kendinden küçük bir çocuğa zulmeden kahrolası bir varlık yok. Çaresiz bir çocuk var burada." diyerek bağlantısını kurabilsin. O bağlantıyı kurduğunda oradaki öfke iyileşmeye başlıyor zaten. Yoksa "Öfkeliyim, ben bu öfkeyi geçirmeliyim, aman işte bastırayım..." O, kısır döngü olarak devam eder. Her seferinde öfkelenir, vicdan azabı çeker, öfkelenir, vicdan azabı çeker ve bu sonsuza kadar gider. Bu dilemmayı sonlandırmak gerekiyor. Bu diziler onun için ufuk açıcı, çok destekliyorum.
Terapistlerin danışanına duygularını belli etmesi ve hatta fiziksel temas kurması durumu var bir de. Bu da çok tartışılan bir şey son günlerde, buna ne diyorsunuz?
Sonuna kadar destekliyorum. Çünkü ben artık kırk yaşına geldim. Kendi terapilerimden geçme yolculuğum, terapistlikle ilgili teorilerde aldığım eğitimlerle ciddi bir bilgi birikimim var psikoterapiye dair. O insanların nedir birikimleri, bunları kıyas edemem ama tarihsel süreçte gelinen yer artık burası bu zaten. 1920'lerde, Freud'un zamanında terapi esnasında yüz ifadesi kullanmak, danışana dokunmak, onunla bu düzeyde bir ilişki kurmak adeta bir cinayetti hükmündeydi ama bugün, artık iyileştirici olanın bu olduğunu söylüyor bize nöro-biyolojik araştırmalar. Teoride eksik bilgiye sahip olan insanların bundan haberi olmadığını düşünüyorum, onlar Freud'da ve psikanalizde kalmışlar. Ama bugün psikoterapinin geldiği nokta açısından bir yanlışlık yok bu tür bir davranış şeklinde.
Freud döneminde nasıl bir ilişki vardı terapist ile danışan arasında?
Freud'un döneminde terapist ve danışan arasındaki ilişki nötral ilişkiydi. Nötral; hiçbir yüz ifadesinin ve hiçbir ilişkinin olmaması demekti. Şu an gelinen noktada artık kuramlarımızın söylediği şey şu: Gerçek ilişki iyileştirir. Artık olması gereken; terapistin danışanı acı içindeyken o acının içinde onunla birlikte durması, onun acısını hissetmesi. Bu çok önemli bir ihtiyaç bir insan için. Hangimiz çöktüğümüzde birinden yardım alma, omzuna dokunulma ihtiyacı hissetmeyiz?
Doğru...
SOSYAL MEDYA: DUYGULARIMIZI YATIŞTIRMA ARACI
Biraz da sosyal medya psikolojisi konuşsak?
Sosyal medya psikolojisi vallahi beni geriyor. Hatta sosyal medyamı falan kapatmayı düşünüyorum açık söylemek gerekirse bu yüzden. Çünkü artık nasıl söyleyeyim... Kirlendi.
Peki, neden orada var olmak, orada görünür olmak istiyoruz, bunun temelde neyle ilgisi var?
Danışanlar açısından konuşuyorsak eğer, görünür olma ihtiyacının psiko-dinamik sebepleri var. Anne babası görmediyse çocukluğunda, sürekli o görülme ihtiyacını karşılamak için kendini gösterme arzusu duyacaktır insan. Facebook'ta, Instagram'da çok fotoğraf paylaşan, sürekli profil fotoğrafı değiştiren insanların çocukluğunda anne babası tarafından görülmediğini çok net bir şekilde söyleyebiliriz. Fakat psikoterapistler açısından, orada da bu kişilik patolojileri zaman zaman devreye giriyor ama, esas olarak bir ekmek kapısı bu. İşte bu da diğer danışanlara, insanlara ulaşmanın bir yolu. Şu an işte ticaret sosyal medya üzerinden dönüyor artık. Bir yanıyla bunu yapıyoruz, ben de yapıyorum. Çünkü burada bir kurum işletiyorum, nasıl ulaşacağım insanlara? Instagram üzerinden ulaşacağım. Ama bunu nasıl yaptığın önemli.
Gerçeklikle ilişkimizi zedeliyor mu peki sosyal medya? Her şeyi oradan ölçüyoruz bu çok sakat bir durum değil mi?
Aslında koronavirüs sürecinde ben bunu daha açık bir şekilde anladım. İlişki demek, beş duyumuzu kullandığımız bir şey demek. Sosyal medyada ise sadece görselliğe hitap eden bir durum var. E ne oldu kokuya, ne oldu duymaya, ne oldu tat almaya? Bitti. Gerçeklikle ilişkimizi çok somut anlamda bu şekilde zedeliyoruz zaten. Sadece görüyoruz. Beş boyutlu, altı boyutlu bir algılama hâlini tek boyuta indirmiş oluyoruz. Anne-bebek arasındaki ilişkiyi düşünün, topyekûn bir şey. Bu beş duyuyu kullanarak bağlanıyor insanoğlu. Yalnızca görerek bir bağlanma gerçekleşmez ki, bakıp bakıp geçersin. Ne temas olur burada, ne duyguya yönelik bir şey. Bu durum hayatla olan bağımızı da koparıyor tabii ki. Bakamıyoruz, yaşayamıyoruz. Anın içinde olmak, beş duyuyla zaten orada olmak demek. Sosyal medyayla bir anda ve bir yerde var olmaya dair bir deneyimi kaçırmış oluyoruz aslında. Günbatımını izliyorum, fotoğrafını çekiyorum günbatımının.
O fotoğrafı çekmediğimizde yaşamadık sayıyoruz.
Evet, ya bir dur orada, bir bak. Bedenini o ana teslim et. Bir yanıyla da söyle bir durum var tabii. Sosyal medya duygularımızı yatıştırma aracı aslında. Canımızı acıtan bir şey olduğunda, bir kaygı yaşadığımızda kendimizi sosyal medyaya veriyoruz. Yeter ki o acıyı hissetmeyelim bir an bile olsun.
Sosyal medyayla narsisizm ilişkisi nasıl?
Aslında bu görülme ihtiyacı tamamen narsisizmle ilgili bir şey. Görülmeyen çocuk narsist bir yapıya sahip olur. Bir çocuğu görürsen, onun ihtiyaçlarını fark edersen, özellikle 0-1 yaşları arasında, farklı kuramlara göre farklı yorumlar da var da... Narsisizmin en temelinde yatan şey şu: bir insanın kendi varlığının görülmemesi.
Çok sevilmesi ve onanması değil yani? Öyle lanse ediliyor ya.
Temel mesele, varlığının görülmemesi. Çok sevilmesi ve onanması da varlığının görülmemesi zaten. Aynı şey. Çünkü birini seviyorsun ama, onun gerçeğini görmeden seviyorsun onu. Atıyorum çocuk çok beceriksiz bir çocuk, ama veliaht prensler olur ya hani, ayakkabısını bağlayamıyor, motor gelişiminde eksiklik var. Ama sen ona diyorsun ki: "Aaa, prensim benim." Çocuğun gerçeğinin görülmemesi bu demek zaten. Çocuğun eksikliği yüzünden aşağılanması da, o eksikliğin fark edilmeyip çocuğun pohpohlanması da narsisizm sebebidir. Gerçeği görülmeyince sosyal medyada kendini pohpohladığı bir kimlik yaratıyor, çünkü kendi gerçeği çok zayıf aslında diyelim ki, hiçbir şeyle baş edemiyor, ama her gün oraya "Şurada çok mutluyum, burada çok mutluyum." storyleri atıyor. Ama yüz yüze gelsen iki lafı bir araya getiremez.
Kendi de bunun farkında olmuyor, değil mi?
Tabii ki olmuyor.
PATOLOJİDEN ÜRETİLEN ŞEYİN SANAT OLSA BİLE EKSİK OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM
Peki, narsisizmin sanatla ilişkisi desek, ne dersiniz?
Bazı teorisyenler narsisizmin tarafından işlevsel bir şey olduğu söyleniyor, çünkü narsistler bir başarı hırsıyla hayatta işlevselliklerini koruyabiliyorlar. Sanatla ilgili olarak sadece narsisizm özelinde söyleyemem ama kişilik patolojileri sanata yönelmesine sebep olabiliyor insanların. Hatta Alice Miller'ın kitabında okumuştum, Beden Asla Yalan Söylemez kitabı, okuyuculara da belki tavsiye edebiliriz. Şöyle bir şeyden bahsediyor orada; tarihte yer alan, şu an tam sıralı hatırlayamadım ama, James Joyce, Dali, Virginia Woolf gibi isimlerden bahsediyor ve aslında patolojilerinin bu inasnları sanata yönlendirdiğinden bahsediyor. Orada geçmişlerini de analiz ediyor o insanların. Kitap, bu tür sanatçıların bu patolojilerden kurtulacak olurlarsa bütün varlıklarını kaybedecekmiş gibi hissettikleri için patolojilerine tutunduklarını söylüyor. Temelde Miller, bu insanların tedavi edilmesi gerektiklerini söylüyor. Tabii sanat camiası buna böyle bakmaz ama ben Alice Miller'a katılıyorum, çünkü gerçek sanat, bence insanın kendi özünü hatırladığı ve oradan bir şeyler ürettiğidir. Patolojiden üretilen şeyin sanat olmadığını söylemek çok büyük iddia olur, ama eksik olduğunu düşünüyorum ben.
Freud'un döneminde terapist ve danışan arasındaki ilişki nötral ilişkiydi. Nötral; hiçbir yüz ifadesinin ve hiçbir ilişkinin olmaması demekti. Şu an gelinen noktada artık kuramlarımızın söylediği şey şu: Gerçek ilişki iyileştirir.
GERÇEK SIRADANDIR
Hakikat ile temellendirilmediği için mi?
Evet. Aynen öyle. Bir de şöyle, onu da ekleyeyim, gerçekliğin tamamlanmamasından ziyade bizim şu an hayranlıkla okuduğumuz eserlerin gerisinde çok büyük acılar var. Bir tuhaflık yok mu burada?
Aslında gelirken şeyi konuştuk, narsistlerin ürettiği sanatın, özellikle modern dönemde tabiri caizse mastürbatif bir yapısı olduğunu... Deneyimlemiyor aslında, kendini soyutlayıp tamamen bir persona yaratarak yazdığı şeyden sürekli bir tatmin olma hâli onların yaşadığı. Ama biz bunu okuyunca bu bize hâlâ etkileyici gelebiliyor işin ilginç yanı.
Belki bizde de ondan bir parça vardır.
Belki. Ama bunun hakiki bir düzleme dayanmadığını nasıl fark edemiyoruz ve buna nasıl bir değer atfediyoruz?
Belki sizin de kendi iç dünyanızda hakiki düzleme dayanmayan bir şeyler var. Sizin görülme ihtiyacınıza denk geliyor belki oradaki o havalı cümleler ve anlatım. Çünkü gerçek sıradandır. Sıradandır, yani aslında sağlıklı insanın diğer insanlardan hiçbir farkı olmadığını kabul eden insandır. İnsanlardan bir insan olduğunu... Bunu kabul etmek çok zor ama.
Sıradanlığınla yüzleşmek...
O yüzden sanatçı olmayı bırak, sanata eğilim bile zaten temelinde narsisizmi barındıran bir durum. "Ben sanatla ilgileniyorum..." falan. Örneğin narsist yazarların metinlerinde kendi patolojilerinden bahsettiklerini söylüyor Alice Miller. Ama biz onu bilmediğimiz için o bağlantıyı kuramıyoruz. Yani sanatçı sanki onu, müthiş zengin zihin dünyasından üretmiş gibi düşünüyoruz.
Son olarak şunu da soralım, pandeminin psikolojimize etkileri dair gözlemleriniz nelerdir?
Bunu söylemek için bence zaman henüz erken açıkçası. Çatışmaları biraz belirginleştirdi gibi geliyor bana; maske takanlar, takmayanlar... Bu ayrım fikri hep vardı toplum içerisinde ama pandemi bunu biraz daha belirgin hâle getirdi. Örneğin şimdi okullar açıldı, benim oğlum var, ilkokul ikiye gidiyor. Haftanın iki günü okula gitmesi durumu söz konusuydu, yani devletin ön gördüğü şey bu. Ama isteğe bağlı bir hâle getirmişler, isteyen gönderir isteyen göndermez. Ben göndermeyi tercih ettim çünkü benim fikrim; devlet açmış, hayat devam ediyor, bir yerden bu hayatın akışına katılmak gerekiyor tedbirlerimizi alarak. Fakat, yirmi beş kişilik sınıfta beş kişi gönderiyor çocuğunu okula, kalan yirmi kişi göndermiyor. Ben de işte sürekli oradaki velilerin tacizine maruz kalıyorum, "Biz göndermiyoruz, siz neden gönderiyorsunuz?"
Ya gönderiyorum arkadaş, sana ne, hesap mı vereceğim. Sen neden göndermiyorsun? Bunun gibi şeyler. "Korona çok önemli", "hayır çok önemsiz", komplo teorileri, bilmem neler... Siyasi kanat bölünmüş durumda, Ak Partililer çok iyi yönetildiğini düşünüyor sürecin, diğerleri lanet bir süreç olduğunu düşünüyorlar falan filan. İşte pandeminin bunları biraz belirginleştirdiğini düşünüyorum. Başlangıçtaki o hava bence çok kısa sürede kayboldu; bence alıştık. İnsanların bir yandan kaygıları artmış gibi görünse de benim hissiyatım şu, bu hep korktuğumuz, özellikle obsesif hastalarda bulaş kaygısı diye bir şey var ve günün sonunda bu pandemi süreci bittiğinde dünyanın yerinde olduğunu fark edecekler. "Dünyanın sonu değilmiş." gibi bir şeyle geçiyor bence bu süreç. Ben öyle hissediyorum.
Evet, ilk başlarda çok distopik geliyordu.
Distopik geliyordu, ama şu an hayatın bir parçası gibi geliyor. Aslında başta da distopik değildi, başta da hayatın bir parçasıydı ama bizim için yeniydi. Ya, veba salgını yaşamış iki yüz elli yıl bu dünya. Çok daha korkunç, çok daha ölümcül bir hastalık. Üstelik tıbbın bu kadar gelişmediği bir zamanda, düşünün ve iki yüz elli yıl sürmüş, dile kolay yani. Biz de bir senedir koronayla uğraşıyoruz, aslına bakarsan bu tarihsel perspektiften baktığında basit bir şey. Psikolojide de özellikle varoluşçulukta bunun yeri vardır bu arada. Sadece kendinin bulunduğu zamana odaklanma. Bir milyon yıldır var bu dünya, aslında bir milyon yıldır neler oldu. O tarihin içerisinde bir parça gibi görürsen eğer kendini, zaten her şey önemsizleşiyor. Bu kötü bir şey değil, "insan olmak böyle bir şey" şeklinde bir kabule ermeye başlıyorsun bir yerden sonra. Korona da belki bize bunu hatırlatacak olan şey olabilir. İnşallah.