Pound’un sessizliği

Ezra Pound
Ezra Pound

“Biz Rapallo’dayken sürekli buraya hippiler geliyordu. Ezra Pound’un bilgeliğini benimsemişler, ama eserlerini okumamışlar. Birisi dışarıya çadır kurdu; ona kahve verdim, ama Ezra vermedim. Başka birisi o kadar ısrarla beklemişti ki nihayetinde ona “Ezra Pound’dan bir mısra bana söyleyebilirsen seni içeri alacağım,” dedim, “Binlerce yazdığı mısralardan sadece bir tanesini.” Söyleyemedi.

Cins İçin Çeviren: Ahmed Ölmez

Bay Pound’un sevgilisi Olga Rudge kendi paltosunu çıkarırken benimkini de astı ve doğrudan sordu: “Hassas biri misiniz? Çünkü Bay Pound öfkeli birisidir—bu kendisi için iyi bir şey olsa da buna hazırlıklı olmayan diğerleri için o kadar da iyi bir şey değil. Şu an kendisi yatakta.”

Pound hakkında basılan bir kitapta edebiyatın nefretten de doğabileceği söyleniyordu. Bu hususta Pound şöyle cevap verdi: “Edebiyatın bir kısmı nefretten doğuyor olabilir, ama hayatiyetini nefretten bulmuyor.”


Beni ahşap bir merdivenden yukarı doğru götürürken dedi ki: “Bay Eliot’un ‘Benim adım Güçlü...’ şeklinde başlayan şiirini biliyor musunuz? İşte, güçlü davranın.” Bu sözlerle beraber gardımı aldım ve çekyattaki renkli yastıkların arasında mavi pijamasıyla duran kemikli adamın yanına geldim. Meşhur kırmızı sakalı artık beyaz ve seyrekti; başarılı bir katarakt ameliyatı geçirmiş olmasına rağmen o korkunç mavi gözleri artık bulanık gözüküyordu. Parmaklarını öyle çıtırdatıyor, ellerini o kadar sıkı tutuyordu ki kendi kemiklerini sıyırıyor gibiydi. Ama çok sürmeden ellerini gevşetti ve sağ elini sıkmak için bana uzattı. “Bay Levy hızlı hareket ediyor,” dedi Olga Rudge. “Imbarcadero’ya onu almaya gidiyordum ki zile bastığını duydum.” Ve sonra Ezra Pound benimle konuştu: “Çay vaktinde gelmen gerekmiyor muydu?”

Üniversite yıllarımda ilk karşılaştığım Ezra Pound şiiri olan An Immortality (Bir Ölümsüzlük) şiirini kendisine ezberden okuduktan sonra, sonraki nesillerin şairlerinden bazı sözleri kendisine aktardım. W. H. Auden mesela “Bay Pound hiç yaşamamış olsaydı eserlerim yine aynı kalırdı’ diyebilecek olan çok az yaşayan şair vardır” demişti. Harvey Shapiro ise bana “Ezra Pound, günümüz Amerikalı genç şairleri etkileyen en büyük güçtür” demişti. Pound’a sordum: “Bunlara bir tepkin var mı?” Sessizlik. “Günümüz Amerikan edebiyat ortamını ne kadar yakından takip ediyorsunuz?” Sessizlik. “Hususi olarak beğendiğiniz veya beğenmediğiniz genç yazarlar var mı?” Tekrar sessizlik; ama bu sefer gözleri parıldadığı için bekledim. Peşine öfkeli bir gök gürültüsü koptu: “Kargaşa! Kargaşa! Bütün bu melun kargaşadan ben sorumlu tutulamam.”

"Edebiyatın bir kısmı nefretten doğuyor olabilir, ama hayatiyetini nefretten bulmuyor."
"Edebiyatın bir kısmı nefretten doğuyor olabilir, ama hayatiyetini nefretten bulmuyor."

Pound hakkında basılan bir kitapta edebiyatın nefretten de doğabileceği söyleniyordu. Bu hususta Pound şöyle cevap verdi: “Edebiyatın bir kısmı nefretten doğuyor olabilir, ama hayatiyetini nefretten bulmuyor.”

Yarın gelecek fotoğrafçı hakkında sordum kendisine. O da “Bence dünyada artık çok fazla fotoğraf var,” dedi.

Yukarı kattayken Olga Rudge’a, Bay Pound’un hiç piyes yazıp yazmadığını sormuştum. Kendisi de Sofokles’ten yaptığı Trachis’in Kadınları çevirisi haricinde bir piyes yazıp yazmadığını bilmiyorum, dedi. Tekrar aşağıya indiğimizde Olga Rudge sordu, “Pound, hiç kendine ait bir piyes yazdın mı? Bilirsin, etrafta buna dair rivayetler dolaşıyor.” Dudaklarını büküp dedi ki: “Yeouğ.”Bayan Rudge dedi ki: “Ne demek ‘Yeouğ’? Bu ‘Yok’ ile aynı şey değil.” Bir anlığında kedimsi davranmaktan ziyade koyun gibi davranmaya başladı ve “Yani, bir keresinde yazmaya başladım, sonra da yırttım attım.”

  • Olga Rudge, Pound’u neden bu kadar koruduğunu anlattı: “Biz Rapallo’dayken sürekli buraya hippiler geliyordu. Ezra Pound’un bilgeliğini benimsemişler, ama eserlerini okumamışlar. Birisi dışarıya çadır kurdu; ona kahve verdim, ama Ezra vermedim. Başka birisi o kadar ısrarla beklemişti ki nihayetinde ona “Ezra Pound’dan bir mısra bana söyleyebilirsen seni içeri alacağım,” dedim. “Binlerce yazdığı mısralardan sadece bir tanesini.” Söyleyemedi.

“Başkaları ona kendi şiirlerini göstermek için geldi. Ezra’nın şiirini bilmiyorlar, ama ondan kendi şiirlerini övmesini bekliyorlar. Bir de işçilikleri rezalet. Artık sözlü gelenek kalmamış. Her şey ilancılık haline gelmiş. “Bir de tabii tanıtımcılar var. Ağartılmış favorileri ve ipek gömlekleriyle şişman adamlar. İki uçak bileti ve üzerinde Ezra Pound’un Albert Hall’de şiir okuması yapacağını ilan eden broşürlerle geliyorlar. Onları, biletlerini ve broşürlerini hep geri gönderiyorum. “Ama aralarında en kötü olanları sözde biyografi yazarları. Bazıları gerçekten biyografi yayımlıyor. Bunlardan birisi kendisini kovmadan önce yanımızda on beş dakika geçirmiş olmasına rağmen yayımladığı kitapta, yıllar boyunca kendisine sabırla yardımcı olduğumu küstahça ifade etmiştir. Bazıları zilimi çalıp ‘iki tarafı da anlatan’ kitaplar yazacaklarını söylüyorlar. İki tarafı? İki tarafı! Bizi ne zannediyorlar? Ezra Pound bir krep değil ki!”

“Bence dünyada artık çok fazla fotoğraf var,”
“Bence dünyada artık çok fazla fotoğraf var,”

Pound’un yakın dostlarından şair Peter Russell bana Pound ile şiir hususunda konuşmamamı öğütledi: “Onunla şiir hakkında konuştum ve iki üç yıl boyunca kendisine ne desem sessizlikle cevap verdi. Bir gün kendisine İtalya’daki şiddetten bahsettim—Milano’daki bombalar, faşizmin yeniden doğuşu. Bütün memleketin çılgına döndüğünden ve bugünlerde midem bulanmadan gazetelere bakamadığımdan bahsettim. Ezra konuşacakmış gibi ağzını oynattığını görünce sustum. Sonra da konuştu:

‘Yani, eğer birisinin ailesi... binlerce yıl köylü olarak çalıştıysa... iki bin yıl boyunca... sonra da topraklarını asfalt ile kapladığında ne olmasını bekliyordun ki? Çıldırırlar elbette!

Günün sonunda not defterimde Ezra Pound’dan neredeyse hiçbir söz olmamasına rağmen Ezra Pound ile bu monoloğumdan yoruldum. Ama Pound yorgun gözükmüyordu. Pound, bize veda eder etmez hemen stüdyosuna oturmaya koştu.

Büyük Kanal’ın San Marco tarafında yağmur yağmaya başladı. Dar sokaklar boyunca alelacele ilerleyen Pound’a açtığım şemsiyeyi tutmaya çalıştım. Gelen yayalar saygıyla ya şemsiyelerini alçalttılar ya da yana kaydılar. Ama bu saygı şöhrete değil, yaşaydı. Buna rağmen yuvarlak yüzlü bir İtalyan, Pound’u gördü ve onu tanıyarak donakaldı. Böylece yolumuzu yarım dakika boyunca kesmiş oldu. Sonra bu genç adam şapkasını çıkararak bize selam verdi ve bize yol açmak için duvara yapıştı. Değneğini buyurgan bir edayla sallayan Ezra yoluna devam etti.

Yemek esnasına Bayan Rudge, Pound’a sordu: “Bay Eliot’un ‘Benim adım Güçlü...’ diye başlayan bir şiiri vardı, iki gündür aklımı kurcalıyor. Nasıl devam ediyordu o şiir?”Pound onu düzeltmek haricinde pek yardımcı olmuyor: “Eliot’un değil. Eliot’un okumaktan hoşlandığı erken dönem Amerikan şiiri.”“Peki şiir nasıl devam ediyordu?” diye ısrar etti Rudge. Hatırlamak için kendisini zorladıktan sonra “Benim adım Güçlü, Güçlü Sokak’tan geliyorum: Sokakta ilerledikçe insanlar daha da güçleniyor... Sonrası ne Ezra? Lütfen Ezra, son dizesi ne?” dedi. Ezra Pound dişleri gösterip ağzını bükerek mırıldanıyor: “Ben en sondaki evden geliyorum.”

  • Cuma günü Ezra Pound ile konuşurken edebiyat, ekonomi ve siyaset konularına girmemeye çalıştım. On beş yaşında Pensilvanya Üniversitesi’ne girdiğini bildiğim için ona, büyük kızımın da başarılı bir Fransız lisesinde sınıf atladığında yaşadıklarından bahsettim ve böylece onunla ortak bir nokta bulmaya çalıştım.

Önce bir soru sordu, “Neden başarılı dedin ki?” sonra da bir gözlemde bulundu: “Bu tür şeyler insanı sonraki tarihlerde doğmayı arzulamasına sebep olmuyor.” Buna binaen ben de sordum, “Daha eski bir tarihte mi doğmak isterdiniz?”“Babamın dönemi daha iyiymiş.” “Nasıl peki? Daha mı basit? Yoksa daha çok çalıştıkları için mi?” “Daha şanslılar. Babam iç savaşa katılmak için çok geç doğmuş, diğer savaşlara da katılmak için çok erken ölmüş.”

Venedik’teki otelden ayrılmadan önce Pound’u tanıyan ve onunla buluşmama aracı olan İsviçreli ile telefondan konuştum. Kendisi nasıl geçtiğini merak ediyordu. Dostluğunu kullanarak bana bu imkânı sağladığı için kendisine teşekkür ettim. Kendisi de bana açık bir şekilde bunu niçin yaptığından bahsetti: “Ezra Pound’un pek umrunda değil ama yakın çevresinden kimseler olarak kendisinin azami tanıtımının ona hakkettiği şeyi kazandıracağını düşünüyoruz: Nobel Ödülü. Eğer barış için vermezlerse edebiyat için verirler. Şimdi ne düşünüyorsunuz? Sizce dünya, Ezra Pound’a bir Nobel Ödülü borçlu değil mi?” Ben de ona dünyanın Ezra Pound’a Nobel Ödülü borçlu olup olmadığını bilmediğimi, ama tecrübeye dayanarak onun sessizliğini dinlemeyi kendimize borç edinmemiz gerektiğini söyledim.