Post-modern mitoloji sözlüğü: Değişim kartı ve Diyet

Her şeyi değiştirmek istiyoruz. Sabrımız yok.
Her şeyi değiştirmek istiyoruz. Sabrımız yok.

Eski masalların hiçbirinde, hiçbir zaman, hiçbir ulak şöyle bir cümle kurmadı, “Padişahımız sana siyah bir at gönderdi ama istemezsen bak değişim kartı burada, tam senin göz renginle uyumlu bir at daha var, vaktin olduğunda gel istersen bir bakalım, ne dersin?”

Kendimizi anlatmak için eğitmenlere paralar ödüyoruz. Elimi nereye koymalıyım? Kaşlarım bağımsızlığını ilan etmesin! Gıdım fotoğrafta en güzel nasıl çıkar? Esas mesele, kendimizi tanımıyoruz artık. Bunun için yeterli zamanımız yok. Oldu canım. Önümüzdeki ay bir öğle yemeği birlikte yiyelim mi? İki ay sonraya düşünelim. Hep yoğunuz. Her zaman. Bugün sana ayırabilecek bir saatim bile yok maalesef. Sen mail at, ben hafta sonuna kadar dönerim sana. Bugün ve yarın ve sonraki günler, kendime ayıracak bir dakikam bile yok. Kendine vakit ayırmak ne saçma şey.

Beyaz yakalılar; yeni dünyanın kalbi, tüketimin bayrak taşıyıcısı. Yüzyıllar sonraki düşünürlerin çağımız hakkında tek ortak fikri şikâyet yeteneğimiz olacak. Her şeyden dert yanabiliriz: Kendimizden, çevremizden, personel servislerinden, havuzun klorundan. Liste bitmez. Tanımıyoruz. Erginleşmedik. Kendi hakkında bilgisi olmayan yanındakini tanıyabilir mi? Çocuk kalmış bir dünya, sorumsuzca vahşet üretiyor. Önümdeki kadın, kasa görevlisine soruyor, “Canım, istediği zaman değiştirebilir değil mi?” ve ürün paketlenirken ekliyor

Lütfen değişim kartını unutmayın.

Değişim kartları maddesi, post-modern mitoloji sözlüğünün merkezine çok yakın bir yerlerde. Merkezi değişken bir ağın ağırlık noktalarından. Her şeyi değiştirmek istiyoruz. Sabrımız yok. Bu da bir etken ama daha kötüsü var. Senin neyi seveceğini bilmiyorum. Ben ne seviyorum emin değilim. Pahalı bir hediye ve değişim kartı: Doğum gününü tebrik ederim, yıl dönümümüz kutlu olsun: Seni çok seviyorum.

“Padişahımız sana siyah bir at gönderdi ama istemezsen bak değişim kartı burada, tam senin göz renginle uyumlu bir at daha var, vaktin olduğunda gel istersen bir bakalım, ne dersin?”
“Padişahımız sana siyah bir at gönderdi ama istemezsen bak değişim kartı burada, tam senin göz renginle uyumlu bir at daha var, vaktin olduğunda gel istersen bir bakalım, ne dersin?”

Eski masalların hiçbirinde, hiçbir zaman, hiçbir ulak şöyle bir cümle kurmadı, “Padişahımız sana siyah bir at gönderdi ama istemezsen bak değişim kartı burada, tam senin göz renginle uyumlu bir at daha var, vaktin olduğunda gel istersen bir bakalım, ne dersin?” Armağan, hediye…Adının önemi yok, değiştirilen bir şey değildi. Alıcıyı dönüştüren bir şey. Amacı bu. Bu yüzden kıymetli. Kabile, çocuğa ilk kılıcını hediye ettiğinde, tamam artık diyor aslında, bundan sonra değiştin. Seçme şansın yok. Ya da Roland, yanına alacağı silahı seçerken değiştiremeyeceğini bilir. Ona dahildir. Roland’ı değiştirmiştir. Kader. Burada nesneyle kurulan takıntılı bir ilişkiden bahsetmiyorum. Çağımızın dayattıklarıyla anlayamayacağımız ironik bir paradoks.

Her şeyi değiştirmek istiyoruz. Sabrımız yok.
Her şeyi değiştirmek istiyoruz. Sabrımız yok.

Sıra bana geliyor, “Merhaba” diyorum kendim için aldığım pahalı bir aksesuarı kasadaki görevliye uzatırken. Komik bir şey yapıyormuşuz gibi sempatik. Toleranslı. Trafikte karşılaşsak ya da metrobüste canıma okuyabilecek biri gibi duruyor. Şimdi değil. “Bu ürünün bordo renk seçeneği de var isterseniz, yeni sezon raflarımızda.”“Hayır.” diyorum. “Kendime alacağım bir şeyde fikrimi değiştiremezsin”.

Anlatmaya devam ediyor. Ahmet Murat’ın enfes şiiri IKEA’dan mısralar düşüyor aklıma. “Ikea sana maruz kalmak istiyoruz, bu çok normal. / Sömürgeci çizgilerin yok. Stilin yalın, kuzeyli, ölçülü. / Ataların Vikingler miydi lan doğru söyle şimdi” Belki ben de gülüyorum şimdi. Kız bana bakıyor. Ne olduğunu anlayamıyorum. İşlemler bitmiş. Poşet, hava?

Kızın elinde asılı. Zahmet olmazsa lütfen diyorum, kibarca. Sempatik tavırlarla ekliyorum: Bir an aklımdan çıkmış. Nerdeyse ağlayacağım: Değişim kartı ekleyelim.

Diyet

Belki yemek yemeyi seviyorum. Çok yemeği. Karakterim böyledir belki.
Belki yemek yemeyi seviyorum. Çok yemeği. Karakterim böyledir belki.

Doktor sihirli sözcükleri kullanıyor: Karaciğerinde yağlanma var, bir diyetisyene görünsen iyi olur. Olabilir, diye düşünüyorum içimden. Belki yemek yemeyi seviyorum. Çok yemeği. Karakterim böyledir belki. Kent insanlarının içinde vücudundan şikâyetçi olmayan birini bulmak neredeyse imkânsız. Kilolar, yağ/ kas oranı, su miktarı. Merdiven altı spor salonlarındaki saçma sapan aletlerin ölçümleriyle hayata tutunmaya çalışıyoruz. Eğlenceli değil. Hayatın bir inanç meselesi olduğunu unuttuğumuzdan beri olasılıklar saf mantıkla netleşiyor. Coyote yerçekimine inandığı için boşlukta koşamaz. Ama Rood Runner’ı engelleyecek bir bilgisi yok. Ne zaman diyet kelimesini duysam aklıma Marco Polo dizisinden bir sahne geliyor. Koskoca Kubilay Han’ın kardeşiyle dövüştüğü sahne. Bu bir kurgu. Kabul ediyorum. Ama imkânlar esasında bir inanç meselesi.

Kâğıtta yazanların yarısı doğduğum coğrafyada yetişmiyor.
Kâğıtta yazanların yarısı doğduğum coğrafyada yetişmiyor.

Bilmem ne tohumunu yoğurtla karıştırıp uyumadan 17,5 dakika önce hiçbir zaman yemedim. Bu bir handikap değil. Bu satırları hafif kilolu olduğum için yazmıyorum. Beden mükemmel ve bir o kadar şaşırtıcı. Elbiseye sığmak, trendlere uygun görünmek için harcadığımız enerji. Diyet. Post-modern insanın ilk cümlesi. Hastalıktan kork, kötü görünmekten, alışveriş merkezinde gezerken sırıtmaktan. Peki sonrası? Sonrası yok. Bu dünya var. Yetmez mi?

Diyetisyenin bana yazdığı listeye bakıyorum. Sonra diyetisyene. Listeye. Diyetisyene. Çok sağlıklı görünmüyor. Kâğıtta yazanların yarısı doğduğum coğrafyada yetişmiyor. Yani babamın hiç yemediği, dedemin bilmediği, atalarım için var olmayan yiyecekler. Yok diyorum içimden bu iş böyle olmaz. Kadın samimiyetle beni korkutuyor.

Yüksek tansiyon rahatsızlığınız da var Ertuğrul Bey, bu yaşta ciddi risk altındasınız, hem kilonuzu ideale getirebilirsek ilaçlarda da değişiklik olabilir.

“Haklısınız.” gibi bir şeyler diyorum. Haklıdır. Çıkıyorum odasından. Asansör, kapı, merdiven. Dış dünya. Karşımda koca bir tabela, kayan yazılar. Pazartesi diyorum. Pazartesi söz. Ben dükkâna girerken, tam o esnada tabelada yazanın şu olduğundan eminim:Dünyanın en muhteşem beytisi burada