Platon'dan günümüze edebiyat ve felsefe ilişkisi
Edebiyat, günümüz itibarıyla artık içerisinde felsefeyi barındırmaktan da ötede, felsefe için olmazsa olmaz olarak kabul edilen bir sanat hâline gelmiştir. Platon'un ağır eleştirilere tutup itibarsız olarak nitelediği edebiyatın zamanla felsefeyi kendi bünyesine sığdıracak kadar gelişmesi, her şeyin nasıl da birbiriyle gece gündüz gibi deveran edebileceğini de romantik bir şekilde hissettiriyor sanki.
Platon'un nesneler ve idealar diye iki ayrı küme çerçevesinde kurguladığı evren, bu dünyaya dair o günden beri oluşturulmuş tasavvurların belki de en idealize edilmiş olanıdır. Hakikatin, bilinmeyen ama yansımalarıyla muhatap olduğumuz bir idea olarak kurgulandığı bu dünyada, Platon'un tüm gayreti, saf ve mutlak olanı bulmaktı. Bu arayışın adına philosophia diyen Platon, aynı zamanda philosophiayı, gerçek sanatın kaynağı anlamında "techne" terimiyle örtüştürür. Bu sebeptendir ki Homeros üzerinden aslında şairlere ve bugünkü anlamıyla edebiyatın tamamına sert sorular yöneltmiş, onlara yaptıklarının hiçbir işe yaramadığını söyleyerek eleştirmiştir. Çünkü onun kurduğu evrende insanı hakikatten uzaklaştıran her şey marazdır ve bir sanat olarak edebiyat, ideaların gölgesi olan nesnelerin yansımasından başka bir şey değildir (tabii, o gün bunun adı edebiyat değildi, edebiyat dediğimizde, Platon'un Devlet'inde şairlere yaptığı eleştirileri aklımıza getirmekte fayda var).
Sanat, Platon'a göre bir yansımaydı: Nesnelerin yansıması. Nesneleriyse ideaların gölgesi olarak kabul ettiği için sanatın bizi hakikatten uzaklaştıran bir uğraş olduğunu savunmuştur. Platon'dan Aistoteles'e geçerken şunu da not düşmekte fayda var: Platon'un, nesneler ve idealar dünyasını anlatabilmek için mağara alegorisine başvuruyor olması da bir başka zeminde sorgulanmalıdır çünkü onun mağara alegorisinde yapmış olduğu edebiyattan başka nedir ki? Antik Yunan felsefesinde Platon'un ardından onun akademisinin parlak öğrencilerinden Aristoteles de yine edebiyatı incelemiş ve Platon'a kıyasla biraz daha sınırlandırarak edebiyatla felsefenin günümüze dek sürecek olan iç içe geçme sürecini başlatmıştır. Burada katarsis kavramı üzerine yoğunlaşan Aristoteles, tragedyaların bir katarsis (arınma) deneyimi sunduğunu savunarak ahlâka faydalı olarak nitelemiş ve bir anlamda tepeden bakışla tragedyaları(edebiyatı) onaylamıştır.
Tabii burada dahi edebiyat, felsefeci tarafından hüküm altına alınan, tanımlanan, düzenlenen ve sınırlandırılan bir alt konumda ele alınıyor ancak Platon'un yöneltmiş olduğu eleştirilere kıyasla bakıldığında felsefenin edebiyata dair ilk yakınlaşması diyebiliriz. Grek düşünce tasavvurunun ardından Orta Çağ'ın tek tanrı inancı merkezli dönemine gelecek olursak hem Hıristiyan hem Müslüman coğrafyalarda edebiyat ve felsefe ilişkisini öncelikle her ikisinin de teoloji tarafından kuşatıldığının tespitini yaparak ele almakta fayda var. Felsefe teolojik alanla birleşerek kendini teolojiyle birlikte geliştirirken edebiyat da teolojik felsefeyi besleyecek ürünler ortaya koymuştur. Açıklamaya çalıştığımız bu ilişki, Orta Çağ boyunca teoloji, felsefe ve edebiyatın tam uzlaşma yoluyla kurduğu üçlü bir simbiyotik yaşam alanıdır âdeta. Felsefecilerin felsefeyi irşad amaçlı, peygamberlerin getirdikleri dinin yorumlanması ve mensuplarının inancını artırması için kullandığını varsayarsak edebiyat burada felsefenin işini kolaylaştırma ve onunla ters düşmemek kaydıyla kabul edilmiştir diyebiliriz.
Bu yargımızı, klasik edebiyatımızın şiir ve şair algısından bir örnekle güçlendirebiliriz. Klasik edebiyatımızda şairler, şiirlerini bir divan tertip ederek bir araya getirirlerdi. Bakıldığında bu mürettep divanların, belli bir disiplin ve kurallar çerçevesinde olduğu görülür. Şairin dinî-tasavvufi bir şair olup olmadığına bakılmaksızın tamamının divanlarına tevhîd, münâcât ve naat gibi Allah'ı, İslam'ı ve onun peygamberini öven şiirlerle başladıklarını görürüz. Hatta naatı olmayan bir şaire o dönemde henüz şair bile denmez çünkü şairin şiir söylemesinin en temel amacı Allah'ı ve peygamberi övmek olarak kabul edilirdi. Bu bağlamda dikkat edilecek olursa Orta Çağ'da, felsefenin çizdiği sınırlar içerisinde kendi sanatını icra eden edebiyatçılar düşünce ile beraber hareket etmiştir diyebiliriz. Özellikle tasavvuf anlayışının edebiyatta da kendisine yer bulmasıyla beraber Anadolu coğrafyasında Mevlana gibi, Yunus Emre gibi hem filozof hem edebiyatçı hem de din bilgini kimlikler oluşmuştur. Yukarıda da iddia ettiğimiz üzere edebiyatın felsefeye, felsefenin de teolojiye yardımı dokunacak şekilde bir ortak yaşam alanı kurulduğunu görebiliriz.
Son bağlamda on yedinci yüzyılda felsefede Descartes, David Hume gibi isimler etrafında gelişen kartezyen akıl ve ampirizm öne çıkarılmış ve kabul edilmeye başlanmış, edebiyatta ise roman türü yaygınlaşmıştır. Buradan günümüze kadar gelen süreçte edebiyat ve felsefe ilişkisine bakacak olursak felsefe, bilim ve pozitivizme karşı gerilemeye başlamıştır. Çünkü hem Kartezyen akıl hem de ampirizm pozitif fiziğe ve maddeye dayanıyor olma yönüyle, binlerce yıldır bir şekilde mistik ve metafizik alanda kendini ispat etmiş olan felsefeyi çaresiz bırakmıştır. Edebiyat ise roman türünün yaygınlaşması ve daha birçok siyasal, bilimsel ve ekonomik gelişmeler sonucu kendi alanını daha da güçlendirmiş ve güçlülerin "propaganda" aracı hâline gelmiştir. Bir dönem edebiyatı sınırlayıp düzenleyen felsefe artık edebiyatın karşısında gittikçe sönmeye yüz tutmuştur. Öyle ki felsefe yirminci yüzyıl itibarıyla kendine edebiyatın dili içerisinde yer bulabilmiştir.
Örneğin, Marcel Proust'un Kayıp Zamanın İzinde serisinde Bergson'un yaşam felsefesinin izlerini rahatlıkla görebiliriz. Yine Albert Camus'nün romanlarında net bir şekilde varoluşçu felsefenin ve absürdizmin izlerini tespit etmemiz zor değildir. Hatta bir düşünür olarak Jean Paul Sartre'ın varoluşçu felsefesini romanları vasıtasıyla doğrudan edebiyatla takipçilerine sunduğunu görüyoruz. Daha sayılabilecek birçok edebiyatçının bu dönemlerde kaleme aldığı romanlar insan deneyimini merkeze alan, ampirizme dayalı metinlerdir. Günümüze geldiğimizde ise edebiyat bir felsefeci için neredeyse olmazsa olmaz hâle gelmiştir. Edebiyat bilmeyen ve düşüncelerini edebi bir zemine oturtamayan felsefecilerin düşünceleri çok çabuk kadük olabilmektedir. Edebiyat, artık felsefenin bir ön koşulu hâline gelmiş ve felsefeyi kitlelere ulaştırma görevini üstlenmiştir. Düşüncelerini büyük kitlelere yaymayı başarabilen felsefecilere baktığımızda bunlardan Jean Baudrillard gibi, Giorgio Agamben gibi, Byung Chul Han gibi, Slavoj Zizek gibi bir çok ismin felsefelerini, güçlü bir retorikle edebi düzlemde aktardıklarını görüyoruz.
Felsefenin yalnızca bir ekol olmakla kalmayıp toplumsal olana da hızla müdahale edip seyri değiştirebilme görevini üstlenebilmesinde de yine edebiyatın katkısı kesinlikle yadsınamaz. Kısacası edebiyat, günümüz itibarıyla artık içerisinde felsefeyi barındırmaktan da ötede, felsefe için olmazsa olmaz olarak kabul edilen bir sanat hâline gelmiştir. Platon'un ağır eleştirilere tutup itibarsız olarak nitelediği edebiyatın zamanla felsefeyi kendi bünyesine sığdıracak kadar gelişmesi, her şeyin nasıl da birbiriyle gece gündüz gibi deveran edebileceğini de romantik bir şekilde hissettiriyor sanki.