Özgürlük insana gelir!

Özgürlük isteyene değil, çağırdığında sahici davranana gelir.
Özgürlük isteyene değil, çağırdığında sahici davranana gelir.

Özgürlük peşindekilerin “marjinal tutum ve sınırsız eylem” tezi, “ne kadar özgür olduğunu” ispatlama endişesinin aksine; zihnen hürriyet yoksunluğunun sonucu. Özgürlüğü göstermeye matuf “sınırları ihlal etme” kaygısı bir yönüyle kendini bağlayacak eylemlere açılır. Fakat özgürlüğün bir tarafında, kabul etmek gerekir ki “anlam arayışı” bulunur.

İnsan dünyaya içkin bir varlıktır. Dünya bağlar, bağlamlar, bağlanmalar üzerinden ilişki biçimleri geliştirir. Dünyada bulunmak bir yerle, kişiyle, düşünceyle, hassasiyetle, inançla bağ kurmaya “bağlı” dır. Bağ-sızlık aynı zamanda ilişkisizlik, ilgisizlik manasına gelir. İnsan münasebete geçmeden var olamaz. Bir dil kurmadan, hafsalasından hayaller, düşünceler akmadan insanlığını gösteremez. Teorik olarak kişi inançlardan, insanlardan, ideolojilerden, gündelik hayata değen ihtiyaçlardan kendini soyutlayarak yani bağlarını kopararak var olmayı deneyebilir. Fakat başkalarıyla bağını kesmek için bile kişinin kendisiyle iletişime geçmesi, kendine bağlanması gerekir! Kendine bağlanma hatta kendini dinleme mecburiyeti dahi saf özgürlüğün imkânsızlığının işaretidir. Bağ, ünsiyet değerler ve inançlar üzerinden sağlanmayabilir; gündeliğin bağladığı o kadar çok yer var ki insanoğlunu…

Bağı sadece gönül bağı ya da geçim gailesi gibi görmenin ötesinde ontolojik bir unsur gibi algılamalı
Bağı sadece gönül bağı ya da geçim gailesi gibi görmenin ötesinde ontolojik bir unsur gibi algılamalı

Bağı sadece gönül bağı ya da geçim gailesi gibi görmenin ötesinde ontolojik bir unsur gibi algılamalı, insanın insana, insanın eşyaya bağı “sahiplenme” boyutuna ulaştığında artık bağ ister sağlansın ister kopsun kişiyi “kendiliği”nden uzaklaştırır. Bağ, özgürlüğe bağımlılıktan daha az hasar verir. Dünya bağ ile bağımlılık üzerine ikame edildiğinden bir biçimde “özgürlük biçimleri” ile karşılaşırız. Bağımlılık özgürlüğü yok eder; kişi gündelik hayatın içinde ailesine, işine, patrona, devlete bağlı olduğu kadar bağımlıdır! Bu zorunluluk hâllerinin dışında bağdan bağımlılığa geçip gönüllü köleliğe evrilen insanın insana meftuniyeti de var. Aşk veyahut sevgi bağımlılığın en ileri boyutunu işgal eder; kimse sizi birini sevmeye “mecbur” kılmadığı, hiçbir güç sizi “bir başka insanı” sürekli düşünmeye zorlamadığı hâlde bağ-bağımlılık dili özgürlüğü askıya alacak aşamaya getirebilir.

Özgürlüğün Boyutları

Yerleşik özgürlük namelerinde fluluk söz konusu… Özgürlük ama hangi boyuttaki özgürlük talep ediliyor belli değil, saf özgürlük, birey, dünya, gündelik hayat, iktidar, dünya sistemi gibi mikrosundan makrosuna kadar tüm yönlerini görmezden gelmek şimdilik mümkün gözükmüyor. Velev ki özgürlük bir “tasma” ile temsil edilsin eninde sonunda bedene ve ruha sirayet eden yönü baskın gelir. Yunan felsefesinde özgürlüğün bedene endekslenmesi ontolojik mahiyetinden ileri gelir. Foucault’cu hapsetme imgesinden yola çıkan bir beden politikasından söz etmiyor Yunanlılar, insanın asgari fonksiyonları yerine getirmesinin bile özgürlük olduğunu ifade ediyorlar. Öyle ya, felçle yatağa “hapsolma” hürriyet kaybıdır. “İstediği gibi hareket etme” ilkesini zamana, zemine göre uyarlamakta mahir olan kişioğlu bunu toplumda, kamusal sahada istediği gibi davranmayla özdeşleştiriyor.

  • Hâlbuki insani yetileri “olduğu gibi” kullanabilme özgürlüğün başta gelen kaidelerindendir. Dünya hayatında özgürlüğün o kadar çok kullanım sahası var ki… Çünkü insanı “bağ”layan ve kendine “bağımlı” kılan bir düzen söz konusu. İnsan sürekli bağlarından kurtulmak ister; esasında bakılırsa “bir bağdan kurtulup başka bir yere bağlanma” öncelikli iştiyakıdır. Mutlak manada bir azatlık talebinin geleceğine ihtimal vermemekle beraber özgürlükle “büyük anlatılar”, mekanizmalar, güçler kastedilir… Tabii ki ortalama bir Batılı için özgürleşme evvelce “Tanrı’dan ve Kilise’den” bağımsızlaşmaktır. Varoluşumuzun sürekli ilahi olana yönelmesiyle Tanrı’dan özgürleşme fikrindeki tezat aslında ontolojiktir; reddederek içkinleşme! Bu da özgürlüğün göreceli, değişken, “şartların belirleyiciliği”ne bağlılığını ifade eder.

Özgürlük irade, eylem, bilinç arasındaki münasebetin seyri ve menşeiyle de ilgili… İnsan eylemlerinin bir biçimde bilincine erebilir, şuurla eyleyebilir, düşünerek şuur içinde eyleme doğru yönelebilir; ama “bilincin bilgisi”nde ve eylemlerini belirleyen saiklerin bilgisinde ve şuurunda olmadığı için özgürlüğü kısıtlıdır. İradeyle şuurun ve eylemin dengesi, fiiliyata geçmesi aynı zamanda özgürlüğümüzün kaynağını verir. Bir şeyi “irade etmek”, “şuuruna ermek” yapabilirlik açısından özgür olduğumuzu gösterirken yapmak varken kendimizi “şuurla engelleyebildiğimiz” oranda da özgürlüğümüz çok daha rafine hâle gelir. Bu biraz imkânları kullanabilme ihtimalimiz ve gücümüzle ilgili…

Özgürlükten anlam aramaya

Özgürlük peşindekilerin “marjinal tutum ve sınırsız eylem” tezi “ne kadar özgür olduğunu” ispatlama endişesinin aksine, zihnen hürriyet yoksunluğunun sonucu.

Özgürlük aynı zamanda kullanılabildiği ölçüde gücü ifade eder. İmkân varken yapabilmek kadar imkân yaratmak, kendi şartların ölçüsünde hareket edebilme ihtimali de özgürlük ve güç gerektirir. Mühim olan sonuç alma, başarı kazanma değil “adım atabilmektedir.” Heidegger’in “Kendin karar ver de neye karar verirsen ver.” mottosu bir yönüyle bilinci işaret ederken öte taraftan şuuru etkisizleştirir; karar mekanizmasında iradeyi harekete geçirebiliyorsan özgürsün; ama şuuru dışta bırakarak hareket etmek sonucun bağımlısı, kölesi olma ihtimalini de gözetiyor. Karar verirken “bilinçli” tutum kendiliği, özgürlüğü daha manalı kılar! Tabii özgür olduğunu gösterme ameliyesi bir taraftan da güç gösterisine evrilebilir. Özgürlük peşindekilerin “marjinal tutum ve sınırsız eylem” tezi “ne kadar özgür olduğunu” ispatlama endişesinin aksine, zihnen hürriyet yoksunluğunun sonucu. Özgürlüğü göstermeye matuf “sınırları ihlal etme” kaygısı bir yönüyle kendini bağlayacak eylemlere açılır.

Fakat özgürlüğün bir tarafında, kabul etmek gerekir ki, “anlam arayışı” bulunur. Din, devlet, aile, değerler dizgesinin tümü, tüketim toplumu, müzik, sinema belli bir aşamadan sonra anlamını kaybetmeye başlar, bu da varoluşa özgü sebepsiz sıkılganlığı, kaygıyı tetikler. Anlam arama amaçsız eylemliliği yönettiği gibi ahlâki dikteleri de hedefine yerleştirebilir. Sınırları ihlal etmek özgürlüğün kanıtlanmasına vesile olabilir, evet; ama sınırsızlık da kendini belli bir zaman sonra sınırlandıracaktır. Sınırsızlığın anlamsızlığı devreye girince özgürlük başıboşlaşacak. Hürriyet teorisyenlerinin vurguladığı kalıpların başında tabular, dogmalar, metafizik kısıtlamalar, öğretilmiş normlar, toplumsal ilişki biçimleri, örfler, gelenekler, görenekler ve her tür toplum merkezli genel kabuller gelir. Tabii özellikle siyasal baskı dönemlerinde, kuşak farklılıklarında, toplum etkileşimlerinde özgürlük normlardan, törelerden, örflerden, geleneklerden sıyrılmaya endekslenir.

Özgürlük güçtür, iktidardır ama egemenlerin ihsanıyla “para imparatorluğu”, her türlü iktidar mekanizması tesis etmek, özgürlüğü değil köleliği anlatır
Özgürlük güçtür, iktidardır ama egemenlerin ihsanıyla “para imparatorluğu”, her türlü iktidar mekanizması tesis etmek, özgürlüğü değil köleliği anlatır

Ödev ahlakındaki özgürlük

Töreler, alışkanlıklar, gelenekler birer erdem değil ahlâk vetiresi olarak bireyi baskı altına alır. Kişi bu geleneksellikten kurtulduğu oranda kendisi olur mu, tartışılır; hürriyetine kavuşup kavuşmayacağı da… Fakat bir gerçek var ki her özgürleşme süreci dünyanın hiyerarşik işleyişinde yeni kısıtlamaları doğurur! Özgürlük belki de en çok insanın erdemlerini çoğaltmasıyla olur, olgunlaşır. Ahlâk daha verili, daha didaktik ve egemen dilini yerleştirmeye uygun olduğundan özgürlükle bir çatışma içine girmesi son derece normal. Fakat insanlar özgürlüğü hayal ederken erdemleri, etik davranışları geliştirmenin yoluna bakmazlar, kaçarlar. Burada elbette Kantçı ahlâka yönelebiliriz. Kant’ın sorumluluklar ve ödevler yükleyen ahlâkı belli zaman sonra insani olanı, belleği, iradeyi, şuuru, harekete geçmeyi kısıtlar. Hele ki hegemonyanın icraatlarına karşı derin umutsuzluk içindeyse kişi Kantçı ödev ahlâkı dünyayı hapishaneye çevirir.

Etiği geliştirse bile ahlâkçı tutumla bir şeyler istemeyi bırak istekte bulunabilme ihtimalini de alır götürür. Ödevleri yapmak başlı başına disipliner sonuçlar ihtiva eder; ya cezadan kurtulursun, ya önün açılır, belki ekonomik refaha da kavuşursun! Onaylamadığın hâlde ödevi gerçekleştirerek elde edilen statü ve maddi üstünlük zaman içinde kişinin hürriyetini daha çok prangaya alır. Bu tabi kişinin hayattan beklentisi ve anlamlandırma denemesiyle ilgili… Bir özne olarak var olmanın ağırlığına katlanamayacağını bilen zayıf ruhlar ödev ahlâkını bihakkın yerine getirir, özgürlük ve kendilik derdine de düşmez. Ödevlerini yapan, hiyerarşiyi izleyen, teklifte bulunmayan birey parasını kazanır, kafası rahatlar, evine huzur içinde gelebilir; belki de özgürlük tam da budur! Bir başkasının kölelik dediği ödev ahlâkı, iddiasız ruhlar için hürriyet yerine geçebilir; fakat hayatı iddiaları, tezleri üzerine yaşayanlar “kendi yasası” nı yapmayı özgürlük olarak görür.

Kendine yetebilmenin özgürlüğü

Özgürlük bağların, bağımlı kalmanın ötesinde “boyun eğme”nin diyalektiğine bağlıdır. Egemenin, kolluk güçlerinin, yargının, hapsedilmenin dışında bazen bir aşka, bazen bir söze, bazen bir ekmek parasına bükülen boyun hürriyetin tükenişi manasına gelir. Kimseye boyun eğmeden yaşayabilmek en büyük ütopyalardan biridir; dünya bağımlılık kaidesine göre işler ama elinden geldiğince kimseye muhtaç olmadan, boyun bükmeden yaşayabileceği bir hayatı kuran değil bu imkanı değerlendirebilen özgürdür! İnsan insana, doğaya, yağmurun yağmasına, bakkalın açılmasına “muhtaç”tır fakat kafası rahat olsun diye en süfli erk sahibinin Kantçı ahlâkın ödevlerini içine sinmediği hâlde yerine getirme hürriyeti her daim bakidir…

Özgürlük isteyene değil, çağırdığında sahici davranana gelir.
Özgürlük isteyene değil, çağırdığında sahici davranana gelir.

Özgürlük güçtür, iktidardır ama egemenlerin ihsanıyla “para imparatorluğu”, her türlü iktidar mekanizması tesis etmek, özgürlüğü değil köleliği anlatır; kişi yasasını kendi yaptığı, ilkelerini kendi koyduğu bir düzenin özgür bireyi, öznesi olabilir. İnsanın kendini düşük, ezik görmesi, görmesine vesile olan düzenin bir unsuru olması nasıl özgürlüğünün kısıtlanmasından ileri geliyorsa, kişinin benliğini mutlak kabul etmesi de özgürlük açığı doğurur. Birey olmaktan korkan kişiye hürriyet kaçkını diyebilirsiniz ama asla “özgür değil” yaftası yapıştıramazsınız; aynen Karun kadar zengin birinin o varlığı korumak için girdiği angajmanların yarattığı köleliği tarif etmenin de mümkünatı yok!

Özgürlük kendine yetebilmektir

  • Sadece maddi bağlamda değil eylemlerin, dünyayı anlamlandırmanın, ilişki biçimlerinin hepsinde kendi belirlemeleriyle hareket edebilme kabiliyeti özgürlüğü verir.

Schopenhauer ulaşamadığı tanınırlığı kendine yeterlik ilkesiyle izah etmeye yeltenmişti; fakat Hegel, öz belirlenimi benin eylemlerini kendi dışındakilerin değil, kendisinin organize edebilmesine, potansiyelin, nüve hâlindekinin uç vermesine endekslemişti. Kendine yetebilmek bilkuvveden bilfiile geçebilen şuurlu eylemliliği de ifade eder. İnsanların özgürlüğü istediği, hürriyetine koştuğu genel kabullerden, ezberlerden biri; insanoğlu kendine ait olanı göstermekten, belirginleştirmekten, potansiyelini izhar etmekten kaçar. Ezik, yenik, muhtaç görüntüsü vermeyi çıkarına daha uygun görür; pragmatizminin sonucu ödev ahlâkını layıkıyla yerine getirebileceğini “ispatlamaya” çalışır. İnsan özgürlük arar, ama özgürlüğe kaçmaktan korkar. Özgürlük isteyene değil, çağırdığında sahici davranana gelir.