Önce ellerinde İncil, sonra tüfekle geldiler
Bir şarkının içinde, bir şiirin göbeğinde, bir şarkının nakaratında keyfince hüküm süremezsin. Çünkü sana yasaklı tüm dillerde ve acılarda sana senin olan ezberlerden ve yanılmalardan ağlayışlar sunarak seni büyütüyorlar. Acıyı unutturarak büyütüyorlar. Acı çekmeyi artık bilmeden, kime ve neye acıdığının önemini yitirerek ve bir süre sonra da acının anlamsızlığına ererek büyüyorsun. Öyle büyüyorsun ki sen bile bu büyüyüşün anlamına vâkıf olamıyorsun. Çünkü büyüksün ve büyük olmak acısızlanmak demek bu zamanda.
Bir.
Modern dünyadaki medeni ülkelerin tarihini sömürdükleri ülkeler üzerinden okumak, bunu deneyimlemek, acı gerçeklerin, insanlığın ne kadar ağrıyabileceğinin durumunu da gözler önüne sermektedir. Bu durum insanlığın yine insan eliyle onurunun ne kadar yerlere düşürülebileceğini, haysiyetinin ne kadar pespaye edilebileceğini, mahremiyetinin ne kadar yırtılabileceğini, masumiyetin ne derece yitirildiğini de göstermektedir.
Sana yasaklı tüm dillerde ve acılarda sana senin olan ezberlerden ve yanılmalardan ağlayışlar sunarak seni büyütüyorlar. Acıyı unutturarak büyütüyorlar.
Bu şekilde insanın aslında insanlığından ne kadar da uzaklaşabileceğinin de okuması yapılabilmektedir. Bu okuma hem modern tarihin bir okuması olacaktır, hem de insanlık tarihine dair sözde modern ve sözde medeni insanın gelmiş olduğu son noktayı gözler önüne serecektir. İnsan ve insanlık. Kendi menfaati için diğer insanları yakan, öldüren, vuran, kıran, kazıyan, yuvarlayan, sürüyen tarifler içerisinde bir tür yorgunluk, gözetim, risk, vahşet toplumu. Tüm bu hâller ve saptamalar insanlığın bir yönüne, bir rengine ve bir sesine vurguyu taşır.
Bu gün insanlık üzerine yapılan tüm tanımlamalar barbarlığa dair bir çeteleyi gözler önüne sermektedir.
İki.
Bir şarkının içinde, bir şiirin göbeğinde, bir şarkının nakaratında keyfince hüküm süremezsin. Çünkü sana yasaklı tüm dillerde ve acılarda sana senin olan ezberlerden ve yanılmalardan ağlayışlar sunarak seni büyütüyorlar. Acıyı unutturarak büyütüyorlar. Acı çekmeyi artık bilmeden, kime ve neye acıdığının önemini yitirerek ve bir süre sonra da acının anlamsızlığına ererek büyüyorsun. Öyle büyüyorsun ki sen bile bu büyüyüşün anlamına vâkıf olamıyorsun. Çünkü büyüksün ve büyük olmak acısızlanmak demek bu zamanda.
- Keyfine göre yaşamak, mücadelesini yapmış ve artık zırhını bir köşede paslanmaya bırakmış kişi demek… Oysa sana söylemediler, büyümek; mücadele sahasını terk etmekle yenilmenin diğer adı artık. Ellerine kimi orak veriyor, kimi silah, kimi oyuncak, kimi bomba.
Hepsi oyalanman için. Hepsi vaktini öldürmen için, kendi farkındalığını yitirmek için. Bunlar sana etinin tadını yavaştan alıştırıyorlar. Her gün bir lokmasını yediğin bedenin tükeniyor, seni gittikçe kana alıştırıyorlar, canileştiriyor, doyumsuzlaştırıyorlar. Çünkü damla damla içiriyorlar, çünkü lokma lokma yediriyorlar sana.
Her gün ekranlarda, bilbordlarda, telefonlarda, vitrinlerde, sokaklarda bunu yediriyorlar ve sen bunun artık bir ihtiyaç olduğuna inanıyorsun. İnsanlık etiyle besleniyorsun. Semirmiş bedenin körelen ruhuna galebe çalıyor ve gittikçe vahşileşiyor, gittikçe canileşiyor ve gittikçe bir cellada benziyorsun. Sen bile artık kendini bilmiyor, kendini tanıyamıyorsun. Bizden de seni tanımamızı bekleme.
Üç.
Bütün zımparalarda aklının yontulacağını sandın. Sen kendi barbarlığına bir tarih arayarak cesareti barbar tarih yazıcılarının sözde medenileştirme haplarını kullanarak alıştın. Senin medeni, onların barbar olduğunu söyleyerek devam etmeliydi oysa tarih. Her sömürgenin başlandığı yer evvela insanın kalbiydi.
İnsanlar önce kalplerinden ardından bedenlerinden ardından da zihinlerinden sömürülmeye başladı. Bir filin ayağına bağlanan ince bir ip gibi… O artık akıl edemez özgür kalacağına. “Önce ellerinde İncil ile geldiler, sonra tüfekle.” Seni dinlerine davet ettiler oysa aradıkları senin bedenin ve zenginliğindi.
Dört.
Ama “Sen özgürsün kardeşim.” O ipten, o prangadan kurtulacak cesaret senin kendinle yüzleşmene bağlı.
* Abdurrahim Karakoç’un bu şiiri Hasan Sağındık’ın tok sesiyle neşet edildiği vakit küçük bir çocuk idim. Ülke postmodern bir teyakkuza doğru giderken sığındığımız limanlardan birinde, sessizce, içimizden, kımıldamadan, esas haykırışlarımızla, şarkî bir iklimde durup dineliyorduk, yayınlar yasaklanıyor, kasetler toplanıyordu. Toprağa gömülen her yayının ve kasedin bir gün hazine avcıları tarafından bulunacağına inancım tamdır. Her şarkının bir hareketleniş biçimi vardı, olmalıydı, bu şarkılar/ezgiler içerimizdeki magmanın hareketlenişine sebep veren unsurlardan bir tanesiydi.