Ölümün üvey kardeşleri
Kapıdan çıkıp temiz havayı içime çekince saatler sonra ilk defa uyandım. Ve ilk fark ettiğim 34 plakalı bir taksi oldu. Panik bütün olan bitenden daha hızlı bir şekilde beni ele geçirdi. İstanbul’dan uçağa binip İstanbul’da inmiştim. Ya da hız kendi akışına yönelmiş ve beni bu akışta geride bırakmıştı. Hızın bizi unutacak kadar arttığı bir çağa sonunda geldik mi?
İnsan, ölmekten mi daha çok korkar yoksa kaybolmaktan mı? Sanırım ben kaybolmaktan daha çok korkuyorum. Evden çıktığımda yoğun bir sisin içinde kayboldum.
Sanki hiç uyanmamışım gibi beyaz bir buğunun yönsüzlüğünde alışkanlıkların yardımıyla arabamın yerini buldum. Bir uyurgezer gibi kontağı çevirdim ve makineden gelen kadın sesi -ki bu kadın gulaglarda mahkûmlara sağa ya da sola dönmelerini söyleyen Beyaz Rus kadın gardiyanlar gibiydi.
Ankara’ya gelmişim. Bu hızdan ürküyorum. Böyle bir hız sadece Hz. Süleyman için uygundur. Bizim gibi acizler yer değiştirirken geride mutlaka bir parçamızı bırakıyoruz.
Sahi hangi filmdi o?- kayboluşuma metalik bir anlam kazandırıyordu. Havaalanına varıp, araçtan indiğimde bu beyaz buğunun da sanki yatağımdan beri daha da yoğunlaşarak benimle birlikte geldiği hissine kapıldım. Ankara uçağına binmek üzere çeşitli cihazlardan tehlikeli biri olmadığımın ispatı yapılmak üzere geçirildim. Nihayet uçağın içindeyim. Beyaz buğu da benim içimde. Son iki saattir uyanık olduğuma kendimi ikna edemediğimi fark ettim ve derhal bu ikna çabamdan vazgeçtim. Gözlerim yavaş yavaş kapandı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ya da zaman hiç geçti mi onu da bilmiyorum, bir anda gözlerimi açtım. Herkes ayaklanmış ve koltukların üzerinde bulunan valizlerini alma telaşıyla iki büklüm uçağın içinde duruyorlar. Göz açıp kapayana kadar Ankara’ya gelmişim. Bu hızdan ürküyorum. Böyle bir hız sadece Hz. Süleyman için uygundur. Bizim gibi acizler yer değiştirirken geride mutlaka bir parçamızı bırakıyoruz. Tamamen yok olana kadar hızlanacağız. Üstelik Belkıs’ın tahtı da değil peşimizde sürüklediğimiz. Sadece bir vücut.
Ben de hala uyurgezer gibi küçük çantamı aldım ve uçaktan çıktım. Havaalanını hızlı adımlarla geçip, çıkışa yöneldim. Bütün havaalanları birbirine benzer ve zaten ben kaybolmuş durumdayım. Kapıdan çıkıp temiz havayı içime çekince saatler sonra ilk defa uyandım. Ve ilk fark ettiğim 34 plakalı bir taksi oldu. Panik bütün olan bitenden daha hızlı bir şekilde beni ele geçirdi. İstanbul’dan uçağa binip İstanbul’da inmiştim. Ya da hız kendi akışına yönelmiş ve beni bu akışta geride bırakmıştı. Hızın bizi unutacak kadar arttığı bir çağa sonunda geldik mi? Kaldırıma çöker gibi oturdum. Mekân ve zaman az ötemde sandviç satan adam kadar somut bir şekilde gözümün önünde duruyordu.
Uykunun ölüm provası, hızın insana ait olmayan sırrı ve mekânın geçiciliği beni kendimden geçirdi. Öyle ki sis yüzünden iptal olan uçuş, benim zaten hiç kalkmayan bir uçakta uyuya kalmam ve uyandığımda iptal olan uçuş yüzünden çantalarını alan insanları öğrenmem hiç bir şeyi değiştirmedi. Böylesi bir deneyimi gerekçelendirmek artık deneyimin kendisinden daha gerçek dışı olur. Eve döndüğümde benim için tek bir gerçek vardı; hız ve uyku, ölümün üvey kardeşidir.
- Japonlar bir yolunu buldular fakat bu çağda. Kiraz çiçeklerine şiir yazdıkları ve o şiirin çelik kılıçlarını düşmanlarına çevirdikleri o enteresan yol değil belki. Onun yerine Bay atom bombası dediler. Bay araba karbüratörü. Bay bilgisayar. Bay makine. Bay çark. Mekanik bir uyum elde ettiler yeniden. Kiraz çiçekleri yılda kaç kere açar sorusunu programladılar.
Henri Michaux, ihtiyar Japonla konuşurken pek çok kez hayret eder. Yıllar önce okuduğum bu diyalog içimde tekrar eder durur. Ve her tekrarda bir şeyler değişir. Değiştikçe Michaux’un yerine geçip konuşmayı bizim oralara taşırım. Michaux’un denizaşırı Fransız zihnindeki yankılarını bilemem ama ihtiyarın söylediği bir şeyin içine bizi de aldığını anlamam beni hayrete düşürmüştü. Bizi yenen atom bombası değildi, dedi ihtiyar.
Bizi yenen artık hayatımızın doğal uyumu içinde bizden kıldıklarımıza batılı gibi tanımlamalar yapmak oldu. Tırtıl bizim için bay tırtıldı. Komşum ya da ev sahibimdi. Artık sadece tırtıl. Uyumu kaybettik. Böyle söyledi ya da buna yakın söyledi.
Bize gelince rüzgârdan en büyük zevki başağın aldığını düşünenler, karın Elif diyerek yağmasına aşina olanlar biz de uyumu kaybettik. Bunun için yeni bir yordam da henüz bulamadık. Artık toprak değil anlam kaybediyoruz. Bu derin ricat beni mahvediyor.