Öğretmenler pijama giyer mi?
Osman Hoca ile baş başa kaldıklarını, oğlanların ikisinin de yanlarında olmadığından yakınıp durdu bir süre. O anlattıkça, geriye döndükçe ben de bir nehirle akarcasına aktım o günlere doğru. Karşıma çıkan ilk sahne ise yine aynıydı. Ömrümce unutamadığım o sahneyi acıklı bir Türkan Şoray filmi izler gibi izledim ağır ağır.
Zaman her şeyi değiştirse de sesleri değiştirmiyor. Hele o sesler çocukluktan çıkıp geliyorsa ve çocuk sesleri eşliğinde duyuluyorsa hiç unutulmuyor. İnsan ömrü bin yıl olsaydı sanırım yine unutmayacaktık seslerimizi. O yüzden zihnimizin bir yanında hep saklı olan sesler uzun zaman sonra kulağımıza çarptığında sanki hiçbir şey değişmemiş gibidir. Sanki köprünün altından çok sular akmamış, dünya belki de binlerce gündür hiç dönmemiştir. Yirmi dört yıl aradan sonra telefondan kulağıma ilişen ses de işte benim çocukluk seslerimden biriydi. Belki de en çok önemsediğim, en çok "nerededir" dediklerimdendi.
"Nasılsın çocuk?"
Asaletinden de duruşundan da hiç taviz vermemiş bir ses... İlkokul yıllarımın vazgeçilmezi Hafize Öğretmen'imin sesi... Birkaç hafta öncesinde sosyal medya paylaşımlarımın birinin altına düşülen not yüreğimi hoplattı. "Hafize Öğretmen'inin selamı var." Yazansa öğretmenimin eşi Osman Hoca'dan başkası değildi. Nicedir orada burada arayıp durduklarım beni bulmuştu. Mazinin içinden çıkıp gelen onlarca ses eşliğinde öğretmenimin sesi daha da gür aktı bana doğru. Taşımalı eğitimle gittiğimiz küçük kasabanın büyük okulunda, bizim küçük dünyamızın devleriydi onlar. Okulun hemen yakınındaki evlerinden çıkıp yürüyen orta boylu iki güzel insan silüeti gözlerimin önüne gelip oturdu. Hafif tonton yanakları, küt kesilmiş kıvırcık saçlarıyla canlandı gözümde Hafize Öğretmen'im. Osman Hoca'dan aldığım telefon numarasını kaydettikten sonra bir süre cesaretimi toparlamam gerekti. Zira konuşacağım kişi hâlâ benim öğretmenimdi.
Aradan çeyrek asır geçmiş de olsa ve ben on beş yıllık bir öğretmen de olsam, öğretmenimin varlığından duyduğum heyecanı değiştirmiyordu. Birkaç gün sonra Osman Hoca'dan yeni bir mesaj daha geldi. "Ben Hafize Öğretmen'in..." diye başlayan cümlenin devamı yoktu. Anladım ki o da aramamı bekliyordu. Karşı mesajla arayacağımı ifade edip yine beklemeye aldım kendimi. Telefon tuşuna basmam içinse aradan birkaç gün daha geçecekti. Gelen ilk ses Osman Hoca'ya aitti. Yirmi dört yıl öncesinden geliyordu ama hiçbir değişiklik yoktu o seste. Kendimi tanıtma ve birkaç hasbihâlin ardından yüreğime akan ılıklığın büyük bir rahatlamaya döndüğünü hissettim. Karşımdaki sesin sahibinin aslında nasıl değiştiğini tahmin etmek pek de zor değildi ama onu zihnimde değiştirme cesaretine hiç girişmedim. Uzayan hasbihalin sonunda ise yine maziyi, tebessüm nağmeleri eşliğinde getirip avuçlarıma koyan sesi duydum:
"Nasılsın çocuk?"
Ben, Cahit Sıtkı'yı sürekli hatırlayan "yolun yarısı"ndaki koca adam ve "çocuk"... Nasıl da hoş geldi bu soru bana! Nasıl da eridi yüreğimin taşları. Nasıl da mühim ve değerli hissettim kendimi. İyi biliyordum ki öylesine bir sözcük değildi "çocuk". Öğretmenimin çok sevdiklerine söylediğiydi hep. O yüzden nasıl da iyi geldi bana bu "çocuk". Sanki hep sekiz yaşlarında kalmışım gibi... Sanki daha hayatın hiçbir kahrına katlanmamış gibi... Sanki her günü daha mutlu bir çocukluğun içinden hiç çıkmamış gibi... Sanki sabahtan akşama kadar yaz, kış demeden kırmızı yanakları daha da kızarıncaya kadar koşturan o enerjik yumurcak hep aynı yerdeymiş gibi... Köydeki çobanlığı ile okuldaki öğrenciliği arasında tek farkı mavi bir önlük ve beyaz bir yakalıktan başka bir şey olmayan canlı bir fotoğraf gibi... "İyiyim öğretmenim, ellerinizden öperim." diyebilmek bile ne tuhaf geldi bana.
Sonrası ise devam etti öylece. Emekli olduğundan, dizlerinin ağrılarından bahsetti öğretmenim. Benimle birlikte okuyanları tek tek sordu. Kızları da erkekleri de hiç unutmamıştı. Bazılarımızın göz renklerini, bazılarımızınsa saç renklerini özellikle belirtti. "Sen sarışındın epeyce değil mi?" sorusu ise beni benden alıverdi. Gülmeden edemedim. Bilmiyordu ki o saçlar da o renkler de kaybolup gitmişti bizden. Öğretmenim belli ki geçmişin güzel günleriyle vurup alıyordu artık. Osman Hoca ile baş başa kaldıklarını, oğlanların ikisinin de yanlarında olmadığından yakınıp durdu bir süre. O anlattıkça, geriye döndükçe ben de bir nehirle akarcasına aktım o günlere doğru. Karşıma çıkan ilk sahne ise yine aynıydı. Ömrümce unutamadığım o sahneyi acıklı bir Türkan Şoray filmi izler gibi izledim ağır ağır: Beşinci sınıftayız. Bahar ayları... Taşımalı eğitimin ilk nüveleriyiz. Köyümle okulumun bulunduğu belde arasındaki 8 km'lik yol bizim için bir dakika sanki...
Şehirdeki bilgi yarışmasına katılacak dört öğrenciden birisi de benim. Yarışmaya katılıp geri dönüyoruz. Gelin görün ki gün bitmiş, okul servisleri çoktan köylere dönmüş. Böyle olunca benimle birlikte yarışmaya katılan sınıfımızın en çalışkanlarından Nuran'la birlikte Hafize ve Osman Öğretmenlerimizin zorunlu misafiri olmaktan başka yol kalmıyor. Okulda öğretmenimiz olan bu iki insanın da aslında bir evlerinin olduğunu ve bizim gibi akşam olunca uyuduklarını ancak o an fark ediyoruz. Hele ki hayatımın en büyük şaşkınlığını tam da yatmak üzereyken yaşıyorum. Zira Hafize Öğretmen'imin pijama giydiğine tanık oluyorum. O hiçbir şey yokmuş gibi odasına giderken ben şoka girmiş halde Nuran'a bakıp soruyorum:
"Kız Nuran öğretmenler de pijama giyer mi hiç?"
Hafize Öğretmen'ime bu şaşkınlığımı hiç anlatmadım. O yüzden telefonun ucundayken de anlatmaya niyetim yoktu. Başka yerlerde çok anlattım ama ona anlatmayacağım. Telefonu büyük bir huzurla kapatırken kendime bunu iyice söz verdirdim. O çocukluk gülüşünün, masumiyet timsali şaşkınlığın hep gönlümde kalması ve öğretmenimin her zaman "pijama giymeyenler" zirvesinde durması için bunun şart olduğuna karar verdim. Kim bilir belki bir gün o masumiyete yeniden dönmek mümkün olur. Kim bilir belki bir gün "öğretmen"ler yeniden hak ettikleri yere geri dönerler. Hatta bakarsınız bir gün şehre "pijama giymeyen öğretmen" filmi gelir. Neden olmasın!