O Türk'ün gözleri...
Uzun bir gezinin ardından otuz üç gözlü Si-o-Se Köprüsü’nün altında ayaklarımızı suya koyup çay keyfi yapıyoruz. Bir teypten İran müziğinin en büyük ustalarından Muhammed Rıza Seceryan’ın sesini duyuyorum ve Hafız’ın o şiirini şarkıya dönüştürdüğünü öğreniyorum...
İran, ilk kez gidenleri şaşkına uğratan bir ülke. Yaklaşık 20 gün süren ilk deneyimimde ülkeyi neredeyse baştan sonra dolaşma imkânım oldu. Hele Tahran’da ilk günlerimdeki şaşkınlığımı hâlâ hatırlıyorum. Humeyni ve Hamaney’in sağlı solu posterleri arasında Irak-İran savaşında ölenlerin resimleri tüm duvarları süslüyor. İnkılap Meydanı’na vardığımızda özellikle Humeyni’yle ilgili kitapları arıyorum. Kitapçılarda İran’la ilgili ilk ve sert yüzleşemeye şahit oluyorum:
- Humeyni’yle ilgili kitap arıyorum.
- Humeyni’yle ilgili kitap yok burada.
İkinci kitapçıya giriyorum. Aynı diyalog aynı şekilde tekrar ediyor.
- Humeyni’yle ilgili kitap arıyorum.
- Humeyni’yle ilgili kitap yok burada.
Üçüncü kitapçıda bir dış politika kitabı buluyoruz. Birkaç kitap alıyorum. İndirim talep ediyorum. Yanaşmıyor, sonra “Bak pazarlık peygamber sünnetidir” diyorum. Hiç beklemediğim bir cevap veriyor: “Burada ne Ali var ne Muhammed.” Şaşkınlık içinde bir sonraki durağımız olan Kaşan’a geçiyoruz. Adamın biri bize yanaşıyor. Sessizce rejime sövüp gidiyor. Kızın biri yanaşıyor, rejime sövüp gidiyor. Nereye düştük diyoruz kendi kendimize. Sonra Kum’a giriyoruz. Otele giriş yapmak üzereyiz. Resepsiyonist kalabalık bir grup görünce şaşırıyor:
- Ne işiniz var burada?
- Gezmeye geldik.
- Ya deli misiniz Antalya, Bodrum, Marmaris’iniz var gelmişsiniz bu işe yaramaz yere. Biz kaçmak için can atıyoruz siz gelmek için. Hayret bir şey yaa.
Sonra gecenin karanlığında şehre rengini veren 8. İmam Rıza’nın kız kardeşi Hz. Masume’nin türbesine doğru ilerliyoruz. Şiilerin türbeyle ilişkisini hep hayretle izliyoruz. Bir adam yanımda yürümeye başlıyor. Telefonuyla şen şakrak bir şekilde konuşarak yürüyor.
Tam Türbenin avlusuna giriş yaptığımızda telefonu cebine koyup aniden yere uzanıp hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Sonra da sürüne sürüne türbeye ilerliyor. Adamın türbenin kapsısına kadar sürünmesini izliyorum. İçeri girdiğimde ise adam görüş açımdan çıkıveriyor. İçerde tam anlamıyla izdiham yaşanıyor. Herkes türbeye dokunmak ve orayı öpmek için yarışıyor. Güvenlik görevlisi elindeki uzunca bir sopayla insanları uyarıyor. Bir süre ortamı izledikten sonra şehirden ayrılıyorum.
Sonraki durağımız Şiraz. Önce Yezd’e geçiyoruz. Burası çöl ortasında antik bir medeniyet. Ayrıca Zerdüştlüğün merkezi. Ölülerin kartallara bırakıldığı yer. Devrimden sonra yasaklı şehir. Bir süre dolaştıktan sonra Şiraz’a geçiyoruz. Antik İran’ın kadim başkenti: Persepepolis. Med ve Pers askerlerin sıralı bir şekilde dizildikleri sütunları izliyorum. Kuran kapısından geçerek Şiraz’daki bir kuruyemişçiye gidiyoruz. Oldukça yüklü bir alışveriş yapıyoruz. Görevli bir kız benimle konuşmaya başlıyor:
- Bu kadar iyi Farsçayı nerede öğrendin?
- Türkiye’de.
- Ama aksansız konuşuyorsun.
- Aslen Zaza’yım ve bu iki dil birbirine çok yakın.
- Aaaaa, o hâlde size indirim yapacağım.
- Hay hay…
- (Sonra aniden bana dönerek) Şii misin, Müslüman mısın?
- Böyle soru olur mu, hepimiz Müslümanız.
- Tamam da senin imamın kim?
- Ali, Ebubekir, Ömer ve Osman… Hepsi benim imamım.
Sonrası malum. Kız pazarlıktan vazgeçiyor. Şaşkınlık içinde oradan ayrılıyorum. Akşam karanlığında bir çay bahçesine gidiyoruz. Canlı müzikler çalıyor. Biz Türkiye’den gelen grup için özel bir müzik çalmaya başlıyor. Sonra küçük bir kız “Saki Saki ey Saki” diye bir şarkı söylüyor. İbrahim Tatlıses’in “Mavi Mavi” şarkısının tıpa tıp aynısı. İyi uyarlama diye düşünürken öğreniyorum ki şarkının aslı zaten Farsça. Burası tam anlamıyla türbeler şehri. Edebiyatın iki büyük devinin anavatanı. Hafız-ı Şirazi ve Sadi-i Şirazi. Tüm edebiyatı besleyen iki devasa sütun, iki devasa mezar... İki türbede sürekli şairlerin beyitleri okunuyor. Hafız-ı Şirazi’nin bir şiirin cümlesi oldukça dikkatimi çekiyor: “O türkün gözlerinin kölesiyim.”
- O keman kaşlarından gözüm kan ağlıyor.
- Dünya karışacak o gözle. O kaşlar karşısında sarhoşluk uykusunda yüzü gül bahçesine, siyah kaşı gölgeliğe benzeyen o güzel yüzlü türkün gözlerinin kölesiyim.
- Ah... Ah ey gönlüm...
Nedeni ise çok basit… İran’a geldiğimizden beri en temel konumuz kızların gözlerinin güzelliğiyken Hafız’ın bir Türk’ün gözlerine bu denli vurulması dikkatimizi çekiyor. Yani tam anlamıyla ters köşe oluyoruz. Sonra arkadaşıma dönüp şiiri açıklıyorum. Öğreniyorum ki “Türk” sözcüğünün bir de “güzel” anlamı var. Ve o güzelin gözlerini de kastettiğini algılıyorum. Son durağımız İsfahan.
İsfahanlıların deyimiyle “Isfahan nısf-ı cihan (İsfahan, dünyanın yarısı)” Bunu demekte ne kadar haklı olduklarını şehrin güzelliğine bakarak anlıyoruz.
Eski adıyla Nakş-ı Cihan, yeni adıyla İmam Meydanı’na gidiyoruz. Burası dünyanın en büyük ikinci meydanı. Birinci meydan olma özelliğini ise Çin’in Beijing şehrindeki Tiananmen Meydanı’na kaptırıyor. Uzun bir gezinin ardından otuz üç gözlü Si-o-Se Köprüsü’nün altında ayaklarımızı suya koyup çay keyfi yapıyoruz. Bir teypten İran müziğinin en büyük ustalarından Muhammed Rıza Seceryan’ın sesini duyuyorum ve Hafız’ın o şiirini şarkıya dönüştürdüğünü öğreniyorum...
Kâfir yürekli olan sen zülfünü yüzüne perde yapmıyorsun ve
Mihrabımı o gönül alıcı kaşlar döndürecek diye korkarım
(beni dinimden edeceğinden korkarım)
Sevmekte Hâfîz ne kadar da zekâ sahibi bir kuş olsa
Gamze okuyla avladı onun keman kaşları
Hoş sarhoşluk uykusunda yüzü gül bahçesine, siyah kaşı güneş şemsiyesine benzeyen
O güzel yüzlü türkün gözlerinin kölesiyim
Ah gönlüm ah...