Notadan yükselen felsefe: Adorno
“Adorno orada aslında şunu söylemek istiyor” diyerek söylediği şeyi anlamadığımızı zannedenlere hemen söyleyelim; anlamı olmayan şeye anlam yüklemeye çalışmanın anlamsızlığına biz de katılıyoruz; ama modern şiir öyle bir şey değil. Yani, biz Adorno’yu değil; Adorno modern şiiri anlamamıştı.
1
Müzisyen, filozof ve sosyolog. Yüzyılın en dikkat çekici isimlerinden biri. Aslında onu, felsefesini de aşan afili sözleriyle tanıyoruz daha çok. “Auschwitz’ten sonra şiir yazılamaz.” gibi. Wittgenstein’ın “Matematikçilerin konuşmaları, matematikten uzaklaştığında saçmalaşıyor.” deyişini bunu açıklamak için de kullanabiliriz. “Adorno orada aslında şunu söylemek istiyor” diyerek söylediği şeyi anlamadığımızı zannedenlere hemen söyleyelim; anlamı olmayan şeye anlam yüklemeye çalışmanın anlamsızlığına biz de katılıyoruz; ama modern şiir öyle bir şey değil. Yani, biz Adorno’yu değil; Adorno modern şiiri anlamamıştı.
Müzisyen, filozof ve sosyolog. Yüzyılın en dikkat çekici isimlerinden biri. Aslında onu, felsefesini de aşan afili sözleriyle tanıyoruz daha çok. “Auschwitz’ten sonra şiir yazılamaz.” gibi.
1903 yılında doğduğu Frankfurt, Berlin’le birlikte Almanya’daki Yahudilerin merkezi konumundaydı. Doğduğu yıl, Alman İmparatorluğu’nun topraklarındaki Yahudilerin yüzde yirmisi bu iki kentte yaşıyordu. Ve Yahudi nüfusunun yüzden altmışına yakını sadece ve sadece ticaretle uğraşıyordu. Ticaret bütünüyle Yahudilerin elindeydi yani. Almanlar, birkaç yıl sonra Osmanlı’yı da yanlarına çekerek girdikleri savaşta yenilecekler ve kesif bir yoksulluğun kollarına düşeceklerdi. O ise bu hengâmede büyük dedesinin 1864’te kurduğu şarap ticarethanesini devralan bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmişti.
Bugün Adorno soyadıyla tanıdığımız filozofun gerçek soyadı, Wiesengrund’dı. Ancak o, babasının değil annesinin soyadını kullanmayı tercih etti. Bunu anlamak kolay ama dramatize etmeye gerek de yok. Alman ulusunun sırtına bir kene gibi yapışan Yahudi tüccarlara yönelik çoğalan nefretten kendini sakınmaya çalışıyordu sadece. Annesi -sonradan bırakmış olsa da- profesyonel bir ses sanatçısı, teyzesi de ünlü bir piyanistti. Dolayısıyla bütün çocukluğu müziğin kıyısında geçti.
Bugün onu tanımamıza sebep olan ilk kırılma, on beş yaşındayken başladığı Kant okumalarıydı hiç şüphesiz. Alman klasik felsefesini anlamak istiyordu. Ve I. Dünya Savaşı bitmek üzereyken o cumartesilerini Kant okumakla geçiriyordu. Bilirsiniz; Alman felsefesinde bütün yollar Kant’a çıkar. Bu arada ilk derin tutkusu olan müzik üzerine çoktan düşünmeye başlamıştı. Goethe Üniversitesi’ne başlamadan önce opera üzerine makaleler yazmıştı bile.
Felsefe, sosyoloji, psikoloji ve müzik ağırlıklı dersler aldığı üniversitenin ardından 1924’te henüz 21 yaşındayken felsefe doktoru olmayı başardı. Konusu; Husserl’in fenomolojisiydi. Ama bundan iki yıl önce 1922’de bir seminer sırasında kendisi için belirleyici sayılabilecek bir tanışma yaşadı. Kendisi gibi zengin bir Yahudi’nin oğlu olan Max Horkheimer’la karşılaştı. Horkheimer, Adorno’dan sekiz yaş büyüktü ama ikisinin arasındaki entelektüel dostluk, ortak çalışma anlayışıyla yaklaşık yarım yüzyıl sürecekti. Böylesine uzun süren bir entelektüel dostluk, felsefe tarihinde eşine az rastlanır bir şey doğrusu.
- 1925’te müzik okumak üzere Viyana’ya gitti. Ve hep söylenegelen o meşhur Viyana çevrelerine girmiş oldu. Bu yıllarda henüz ve hâlâ kişisel çabasının ağırlık merkezini müzik oluşturuyordu. Çocukluğundan beri içinde olduğu müziği, burada çok daha yoğun bir eğitimle ilerletmek niyetindeydi. Ne yazık ki ne kadar istese ve çabalasa da hiçbir zaman iyi bir besteci olamadı. Beethowen’i olağanüstü çalıyordu, ama yine de olmadı. Her ne kadar Modern Müziğin Felsefesi’ni yazan adam olsa da müzikteki başarısızlığının acısını, çağının en önemli filozoflarından biri olarak çıkardı belki de.
1928’de tekrar Almanya’ya geri dönen Adorno, doktorasını yanında yaptığı Kantçı düşünür Hans Cornelius’un yanında çalışmalarına devam etmek istedi. Freud üzerine çalışmak istiyordu, ama hocası bunun pek de iyi bir fikir olmayacağını söyledi. Beklenileceği üzerine seçtiği konuda ısrarcı olup hocasına atar yapmadı. Peki deyip, doçentlik çalışmasını Freud’dan Kierkegaard’a çevirdi. 1933’te Kierkegaard’da estetik üzerine bir çalışmayla doçentlik sınavını verdi. Hegel’i reddeden Kierkegaard’ı reddediyordu. Frankfurt Okulu ile ilişkisi, 1938’de Enstitü’ye üye kaydını yaptırmasıyla resmileşti.
İkinci Dünya Savaşı başladığında Almanya’da durmadı. Hitler’i terk edip önce İngiltere’ye gitti. 1937’de burada evlendi. Ertesi yıl da Amerika’ya göç etti. Amerika’da kaldığı kısa süre boyunca Amerikan kültürüne karşı hiçbir yakınlık duymamasının yanı sıra ona bir tiksinme hâliyle baktığı bilinen bir gerçektir. Jazz müzik üzerine yazdıkları, bir yandan oldukça kışkırtıcı bir yandan da küçümseyicidir. Amerikalı yayıncıların kıt kafa olduğunu gördüğü için erkenden Almanya’ya geri dönmek istedi.
Savaş bitip Hitler yenildikten sonra 1962’de Almanya’ya geri geldiğinde “Niçin geri döndünüz?” sorusuna, hiç tereddüt etmeden “Sadece çocukluğumun geçtiği yere geri dönmek istedim.” diyecekti. Savaş sonrası yeni Avrupa solunu en derinden etkileyen yazarların başında geliyordu. Özellikle Aydınlanma Diyalektiği ve Minima Moralia kitapları ile… Kitle Kültüründen hiç mi hiç hoşlanmayışı, bürokratik tahakküme karşı duyduğu tiksinti ve teknolojik, araçsallaşmış akla karşı duyduğu kuşku ve bunlar üzerine kaleme aldığı metinler, bugün hâlâ onu konuşmamıza imkân sağlıyor.
- “Adorno’nun Hegelci Marxizm’e bağlılığı hiçbir zaman için kayıtsız şartsız, ‘mümincesine’ olmamıştır” denilse de yine de pergelin sivri ucunu sapladığı yerin burası olduğunu netlikle söyleyebiliriz. Marx, Nietzsche ve Hegel’den yoğun olarak etkilenen Adorno’nun en önemli özelliklerinden biri de pek çok konuda yazmış olmasıdır. Kuramcı ve besteci olarak müzik üzerine yazdıkları bir tarafa, toplum eleştirisi, sanat eleştirisi ve kültür endüstrisi karşısındaki tutumu, bugün de hâlâ etrafındaki kanlı canlı tartışmayı sürdürmektedir. Modern toplum ve estetik üzerine düşünen 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden biriydi.
Adorno’nun düşünce dünyamıza armağan ettiği pek çok kavramdan biri, belki de en önemlisi, ilk kez Aydınlanmanın Diyalektiği’nde tanımladığı “kültür endüstrisi” kavramıdır. Burada bir endüstri hâline dönüşen kültürel üretimin olumsuz sonuçlarının insanı nasıl adım adım ortadan kaldırdığını ve onu nesneleştirdiğini ele almaktadır.
Kendi varlığını daha güçlü devam ettirmekten başka nitelikli amaç taşımayan “kültür endüstrisi”, kitle kültüründen farklı olarak tepeden inmecidir. Metadır ve muhatabını metalaştırır.
- Kültür endüstrisi çağı, bedenlerin olabildiğince serbest bırakıldığı, ama ruhların tutsak alındığı bir çağdır. Kültür endüstrisi, kitle için üretim yapar. Ama kitle burada özne değil, nesnedir. Belki de Adorno’nun dediği gibi, tek cümleyle şöyledir: “Her film, bir sonraki filmin fragmanıdır.”
Hikâyesi 1969’un Ağustos’unda kısa bir tatil için gittiği İsviçre’de geçirdiği bir kalp kriziyle sona erdi. Adorno ölürken, Minima Moralia’nın belki de en çok alıntılanan cümlesini doğruluyordu: “Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz”. Belki de Minima Moralia’da kurduğu şu cümleyle selamlamak lazım filozofu: “Hakikat için geçerli olan mutluluk için de geçerlidir: Kişi ona sahip olmaz, onun içinde olur.”