Nefis bir hayvan

​Nefis bir hayvan.
​Nefis bir hayvan.

Celal Koçbaşı; insanların hayatlarını kıyasıya yaşamalarından rahatsız olduğu günlerden birinde, orta sınıfın kendini değerli zannetmek için gittiği bir kafede oturup kafenin lezzet menüsündeki kahvelerden az tatlı-çok yumuşak içimli olanını yudumlar ve etraftaki insanları izlerken devcileyin bir hasede dönüşmüş olarak buldu kendini.

Önce kendini içten içe yiyen, elini kolunu bağlayan, bacağına sarılan şeyin kendine ait bir şey olduğunu anlamadı elbette. Dışarıdakilere ait, onlara dair bir şey olduğunu düşündü. Nefreti çoğaldı. Kahvesini bitirdi, karton bardağını masada bıraktı, oysa alıp iki adım ötedeki kutuya atabilirdi, masayı temiz bırakmış olurdu ama istemedi bile bunu; kalktığı sandalyesini bile düzeltmedi, kaba adımlarla yürüdü ve çıktı kafeden. Evine gidecekti aslında ama kendini evinin ters istikametinde yürürken buldu. Evinin ters istikametinde yürürken önce nereye yürüdüğünü fark etmemişti, kendisini yürüten âdeta öfkesiydi, hasediydi. Ama sonra duraksadı ve etrafına bakınca anladı terse yürüdüğünü. Ama bu durumda da aklıselim bir şekilde dönmeye yeltenmek yerine öfkesini çoğalttı. Bu sefer de âdeta kendine ceza keser gibi ters istikamette yürümeye devam etti. Evinden olabildiğince uzaklaşacaktı böyle yaparak, uzaklaşırken yorulacak; sonra da en uzak yerde, dönmek için ziyadesiyle yorgun olacak, hıncını kendinden çıkaracaktı. Ama bu düşünceler içinde tam yeniden adım atacakken bacağında bir el hissetti. Yamacına doğru şöyle bir baktı. İhtiyar bir adam, yerde boylu boyunca yatıyordu ama elini sanki son bir gayretle uzatmış ve Celal’in bacağını tutmuştu. Hatta tutmakla kalmamış, iyice sıkıyordu da şimdi. “Adam yardım mı istiyor acaba?” “Adam hasta mı, ölüyor mu?” “Adam dileniyor mu, hastalık taşıyor mu?” “Adam deli mi?” “Adam hırsız mı?” gibi bir sürü düşünce Celal’in zihninde uçuştu, düşüncelerden bazıları bazılarına çarpıp paramparça oldu, bazıları bazılarıyla birleşip büyüdü ve ağırlaştı. Bütün bunlar an içinde olup yerde boylu boyunca yatmaktayken Celal’in bacağını tutan adam söylendi: “Varmanın tek yolu, geriye dönecek enerji ayırmamaktır hınçlı surat.”

Ve birden çok acayip bir şey oldu, Celal silkindi. Silkindi ve gözlerini açtı. Gözlerini açtı ve gördü.

Kafedeydi, önündeki masada karton bardağı duruyordu. “Uyudum mu, gözlerimi mi kapadım? Dalmış mıyım?” diye aklından geçirmeye bile fırsat bulamadan bir acı hissetti bacağında. Eğildi, baktı, paçasını sıvadı; evet bir el, deli gibi sıkmış bacağını. Sanki acıyordu. “Ama nasıl olur?” derken kafasını kaldırdığında başka ve daha acayip bir şey oldu. Tam çaprazındaki masada karşılıklı oturan iki genç kızdan birinin tepesinde havada asılı duran bir flamingo vardı. Kanatları açık, ara ara oynatıyor ama bunun etkisiyle havada duruyor olamazdı. Kapalı mekânda, bu kadar alanda, martı gibi havada durduğu yerde duramaz, hava akımı yok bir şey yok. O sırada yine birden fark etti ki; öbür çaprazındaki bir delikanlının tepesinde de bir su samuru vardı; o havada değildi, delikanlının kafasına oturmuştu ama delikanlı kafasında bir su samurunun oturduğunun farkında değil gibi duruyordu. Kahvesini dudaklarına götürüyor, karşısındaki ekrana (evet ekranla konuşuyordu) bir şeyler söylüyor, gülüyor, arkasına yaslanıyor, su samuru hop sallanıyor ama dengeyi sağlıyor, başı dimdik, tepeye doğru öyle duruyor.

Celal Koçbaşı, bu iki görüntünün etkisiyle girdiği ruh halini, bacağındaki acıyla birleştirdi, bacağındaki acı ve iki saniye dalıp görür gibi olduğu rüya ya da hayalle tarttı. Gördüğü rüya ya da hayaldeki yerde uzanmış adamın sözlerini tüm bunların üstüne ekledi ve idrak etti. O idrak ile etrafına tekrar baktı. Sağ çaprazındaki genç kızın tepesindeki flamingo (allı turna denir ona aslında) ve sol çaprazındaki delikanlının kafasında oturan su samurunun yalnız olmadığını gördü. Şu an kafedeki herkesin tepesinde, kafasında, sırtında bir hayvan vardı. Görünür olmuşlardı birer birer, kafe insan kadar hayvan kaynıyordu şimdi. Korkmakla ürkmek, kaygıyla dehşet Celal’in içinde kendilerine yer ararken, oturup kalmakla, kalkıp koşmak arasında gitti geldi birkaç saniye. Düşünmeden, karar vermeden kendini ayağa kalkmış buldu ama o sırada da tuhaf bir şey oldu. Hayvanlardan bir su samuru, Celal aniden ayağa kalkınca Celal’e baktı. Celal kendisine başını çevirip bakan su samuruna baktı. Celal ve su samuru göz göze geldiler. Su samurunun bakışı sertleşti, Celal’in yüz ifadesi şaşkınlıktan korkuya doğru yürüdü. Su samuru dişlerini gösterdi. Celal koştu.

Kafenin kapısından caddeye attı kendisini. Cadde insan kaynıyordu ve çok acayipti, insanların tepelerinde, omuzlarında, başlarında, sırtlarında, bacaklarına sarılmış, kollarına asılmış hayvanlar vardı. Kartallar, kunduzlar, çakallar, kaplanlar, akbabalar, baykuşlar, yılanlar, koyunlar, herkesin bir yerlerine yapışmış, asılmış, binmişti. Sarılmış hayvanlar vardı ve işin daha da kötüsü artık Celal onları görürken, onlar da Celal’i görüyorlardı. İnsanların yanlarından geçerken insanların hayvanları Celal’e tıslıyorlardı, dişlerini gösteriyorlardı. Celal; hızla ve hiç kimseye çarpmadan, kimseye dokunmadan koşar adım yürümeye çalışıyordu. Bir adım, sekiz adım, doksan adım derken birden bacağında bir el hissetti Celal. El, bacağını sertçe tuttuğundan düşmemek için durmak zorunda kaldı. Bacağını tutan ele doğru baktı, elin sahibine de bakmış oldu. Yerde boylu boyunca yatan o adamdı bu. Rüyasındaki ya da gördüğü hayaldeki adam. Meczup, deli, dilenci, kimse kim, o adam. Bacağındaki acıyla adama bakarken Celal, adam da kendisine baktı. Göz göze geldiler. Ama tuhaf. Adamın tepesinde, sırtında, orasında burasında bir hayvan yoktu. Celal’in aklına gelebilecek binlerce şeyden sadece bir tanesi geldi, “Senin hayvanın yok.” dedi adama. Adam, yerde boylu boyunca uzandığı yerden doğrulmadan söylendi; “Varmanın tek yolu geriye dönecek enerji ayırmamaktır hınçlı surat.” dedi.

Celal bu sözü daha önce de duymuştu. Demek ki, böyle olmuştu. Ya da şöyle olacaktı; Celal şimdi gözünü kapatacak, sonra gözlerini kafede açacaktı. Kafedeyken başlayan rüya ya da hayalden daha uyanmamıştı, şimdi uyanacaktı ve her şey eskisi gibi olacaktı. Ama o an bir şey fark etti. Eskisi gibi olmasını istemiyordu ki. Eskisi gibi olmak, geriye dönmek demekti. Ama adam ne diyordu? “Varmanın tek yolu geriye dönecek enerji ayırmamaktır.” Bu yüzden gözünü kapatmadı.

“Hayvanına ne yaptın?” dedi bu yüzden, belki bir idrak başka bir idrake kapı açar diye.

Adam, sırıttı boylu boyunca uzandığı yerde ve cevap verdi. “Senin hayvanına yapacağın şeyi.” dedi.

Celal, o sırada başını yerden kaldırdı. Kendine baktı; tepesine, omzuna, göğsüne, kollarına, bacaklarına ve en son bacaklarına baktığında gördü. Bacaklarına sarılmış, kendisini yürümekten alıkoyan koalayı. Yeni idrakiyle, koalanın ne olduğunu anlar gibi oldu ve seslendi koalaya, “Sen nereden çıktın olum?”

Koala, burnunu oynattı ve daha da sarıldı Celal’in bacağına, “Ben bir yerden çıkmadım hep buradaydım.” der gibi. Celal yürümeye çalışırsa düşecekti, bu yüzden adım atmaya yeltenmedi ama ellerini etrafa uzattı ve aranırken eline geçen bir süpürge sapını, (belediye işçisi tepesine oturmuş bir file rağmen kaldırımı süpürmeye gayret ediyordu; süpürge, sapıyla beraber onun elindeydi, onu kaptı) kaptı ve kolanın başına indirdi. Bir kez daha. Bir kez daha. Büyük bir hınçla. İndirdi, indirdi, vurdu vurdu ve birden gözünü açtı.

Kafedeydi, bacağında bir acı vardı. Etrafında insanlar. Ama ne acayip. İçinde haset yoktu. Eğildi, bacağında acıyan yerine dokundu. Ovaladı orayı. “Geçecek.” dedi, geçeceğini bilerek, geçeceğini bildiğinden.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım