Nebevî inşanın sembolü: Kâbe Hakemliği

Mekkeliler gerçek manada bir hakeme denk gelmişlerdi. Zira hakemlik, tarafsız olmayı gerektirir.
Mekkeliler gerçek manada bir hakeme denk gelmişlerdi. Zira hakemlik, tarafsız olmayı gerektirir.

Hadisenin bütün Mekke'nin gözü önünde gerçekleşmesinin birkaç anlamı var. Aslında kader, onların hafızalarına küçük bir iz bırakmak istiyordu. Bir kere, ortada bir yıkım ve yeniden inşa vardı. Mekke de bir enkaz içindeydi. Belki Kâbe gibi doğal afetle değil, ama sosyal adaletsizlikle koca bir moloz yığını hâlindeydi. Hepsi yeniden yapılanmaya taraftı, ancak kabilevî kibirleri Mekke'nin yeniden inşasının gerekliliğine olan inançlarından daha baskın geliyordu.

Âlem-i hâdisteki tüm hadiseler, Hâliku'l- havâdisin âdetine (Sünnetullah) münasip şekilde seyreder. Bunların en başında "tedricilik" gelir. Başta kozmik kudreti olmak üzere, onun iradesi belli bir tedricilikle tecelli etmiştir. Kış, bir günde gelmez. Öncesinde fırtınalı kışı andıran günler belirir. Ardından kış bütün ihtişamıyla kendini gösterir. Yazdan önce bahar cilvesi gösteren günler görülür. Sonra bütün güzelliğiyle baharda buluruz kendimizi. İslam'ın zuhurundan hemen önce yirmi üç yıllık risâlet döneminin fragmanı diyebileceğimiz bir hadise vuku buldu İslam'ın doğduğu topraklarda. Bu öyle bir hadiseydi ki her yönüyle İslam'ın yirmi üç yıllık serüveninin minyatürünü oluşturuyordu.

SEL BASKINI VE ONARIM İHTİYACI

O yıl emsaline hiç rastlanılmamış bir kış oldu. Sel ve fırtına kasıp kavurdu her yeri. Aslında Mekke şiddetli yağış ve sel baskınlarına alışkındı. Bundan dolayı sel sularının Kâbe'ye ulaşmasını engelleyecek setler kurmuşlardı. Fakat bu defaki bambaşkaydı. Ne set bırakmıştı ne sağlam bir ev. Kâbe, Mekke'nin en düşük rakımında bulunuyordu. Bütün vadilerin birleşim noktasıydı. Bu durum Kâbe'yi âdeta yağmur sonrası vadilerden akan sel sularının kurnası kılıyordu. O dönemde çatısı da olmadığı için, yağmur Kâbe'nin temellerine kadar ulaşmış ve onu taşıyamayacak kadar zayıflatmıştı. Hemen hemen bütün duvarları hasar görmüştü. Sel suları çekildikten sonra Mekke yönetimi derhal Kâbe'nin onarımına karar vermişti. Vakit kaybetmek tehlikeli olabilirdi. Özellikle Fil Vakası'ndan sonra Araplar nezdinde cazibesi artmış olan Kâbe'nin bu hâlde görünmesi, kutsiyetine zarar verebilirdi ve bunun mali sonuçları ağır olurdu.

Çünkü o günün cahiliye insanı, somut şeylerin bizzat kendisine kutsallık atfeder ve elle tutup gözle gördüğü taşları tanrılar edinirdi. Tadilata karar verildi. Fakat Mekkeliler gerekli inşaat malzemesini nasıl temin edeceklerini bilmiyorlardı. Ayrıca bu iş için iyi bir ustaya ihtiyaç vardı. Onlar bunu düşünürken Habeşistan'da yapılacak bir kilisede kullanılması için inşaat malzemesi yüklü bir Bizans gemisinin Mısır'dan hareket ettiği, ancak büyük bir fırtınanın etkisiyle (Muhtemelen Kâbe'nin hasar görmesine sebep olan aynı meteorolojik durum) Cidde yakınlarında sürüklendiği ve Şuayba Limanı'na çarparak parçalandığı haberi Mekke'ye ulaştı. Mekkeliler hemen bir heyet göndererek gemideki malzemeleri satın aldılar. Ayrıca gemideki tüccarların Mekke'de vergisiz ticaret yapmalarına müsaade eden bir anlaşma yaptılar. Bu arada kilisenin yapımı için gemide Bakum adında Bizanslı bir mimar vardı. Kâbe'nin mimarlığı da ona verildi.

İŞ BÖLÜMÜ VE LİYAKAT KRİZİ

Malzeme ve mimar ihtiyacı karşılanınca hızlıca görev paylaşımı yapıldı. Her kabile işin bir kısmının yapımını üstlenmişti. Kapı tarafı Abdülmenaf ve Zühre oğullarına, Rukn-i Esved ve Rükn-i Yemânî arası Mahzumoğullarına ve onlara katılanların sorumluluğuna verildi. Orta kısım Cumah ve Sehmoğullarına; Hatîm denen Hicr tarafı ise Abduddâr b. Kusay, Esed b. Uzza ve Adiy b. Ka'b oğullarına emanet edildi. Buna karşın daha işin başında çözülmesi gereken bir problem vardı. Yeniden yapım için önce hasar görmüş duvarların yıkılması gerekiyordu. Hazır yeniden yapmaya kalkışmışken yapıda bazı değişiklikler de yapmayı düşünüyorlardı. Mesela o güne kadar bir insan boyundan biraz daha büyükçe olan duvarları daha da yükseltmek ve bir çatı eklemek istiyorlardı. Gelin görün ki kimse yıkıma cesaret edemiyordu. Birkaç gün bu korku ve tereddütle ne yapacaklarını bilemez hâlde beklediler. Nihayet Velid b. Muğire ilk kazmayı vuran kişi oldu. O gece Velid'in başına bir şey gelmediğini görünce diğerleri de yıkıma katıldılar ve Hz. İbrahim'in yaptığı temellere kadar ulaştılar.

Orada bulunanlardan birinin bu temel taşları sökmeye çalıştığı ve bütün Mekke'nin sarsılmasıyla bundan vazgeçtiği söylenir. Ayrıca İbni Hişam, çalışma sürecinde temelde Kâbe'nin değerini anlatan Süryanice kutsal yazılar bulunduğunu nakleder. İnşaat başlayıp duvarlar yerden yaklaşık bir buçuk metre kadar yükseldiğinde sıra Hacerü'l-Esved'i yerine yerleştirmeye geldi. Hacerü'l-Esved, İslam'dan önce de Arapların kutsal kabul ettiği bir taştı. Her kabile onu yerine koyma görevinin kendilerine ait olması gerektiğini öne sürünce tartışma büyüdü. Öyle ki karşılıklı tehditler savruluyor, savaş naraları atılıyordu. Abduddâroğulları, Adiy b. Ka'boğlullarıyla birlik olup ölünceye kadar bu uğurda savaşacaklarına dair anlaşma yaptılar. Samimiyetlerinin kanıtı olarak içi kan dolu bir tas getirerek ellerini ona batırdılar. Diğer kabileler de benzer anlaşma ve yeminlerle karşı tarafta yerlerini aldılar. Ortam yay gibi gergindi. Herkes öfke soluyordu. Taraflardan birinin kazara burnu kanasa Mekke kan gölüne dönecekti. Damarlarda pusuya yatan vahşet bütün hoyratlığıyla fırladı fırlayacaktı.

HAKEME KARAR VE HAKEMİN KARARI

Tam bu esnada şehrin yaşça en büyüklerinden olan ve şehir yönetiminde bulunan Ebu Ümeyye bir teklifte bulundu: "Ey Kureyş," dedi; "gelin bu işi sulh ile çözün." Eliyle Ben-i Şeybe kapısını işaret ederek; "şuradan girecek kişiyi hakem tayin edin ve hükmüne razı olun." Evet, işte olmuştu... Taraflar bu teklifi kabul etti. Hakem tayini, Arapların uyguladığı sistemdi. Merkezi bir otorite ve ona bağlı yargı sistemi bulunmadığında kabileler arası anlaşmazlıkları bu yöntemle çözüme kavuştururlardı. Tayin edilen hakemler genelde sözüne herkesin itibar ettiği, adaletleriyle tanınmış tecrübeli ve saygın kişilerdi. Genelde hakem tayini tarafların ön mutabakatını gerektiriyordu. Hemen her kabilenin bir hakemi vardı evet, ama aralarında çatışma çıkan kabileler kendi hakemlerini teklif edemezdi. Her iki tarafın müttefiki ya da hasmı olmaması gibi durumlar göz önünde bulundurulurdu.

Burada iş o kadar kızışmıştı ki tarafların bir araya gelip ön mutabakat yapmalarına imkân yoktu. Bir anlamda kumar oynamışlardı. Zaten çok önemli kararları fal oklarıyla verdikleri bilinen bir şeydi. Herkesin aklından bunlar geçiyorken, gözler mezkûr kapıya merkûz beklemedeydi... İşte biri göründü! Kapıdan giren Muhammed (a.s.) idi. Şükürler olsun! İnsanlar hep birden memnuniyetlerini bildirdiler. "Bu Muhammedü'l Emin'dir. Biz onun vereceği hükme razıyız." dediler. O güvenilir hakem hemen sırtındaki cübbeyi çıkardı, Hacerü'l- Esved'i üzerine koydu ve dört kabileye içlerinden birini tayin etmelerini söyledi. Her kabileden tayin edilen şahıs, cübbenin bir ucundan tutarak kaldırdı. Hz. Muhammed (a.s.) da taşı kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Bütün sorun çözülmüş, Mekke büyük bir felaketten son anda kurtulmuştu.

HAKEMDE EMANET VE EHLİYET

Bu olayda ilk göze çarpan Hz. Muhammed'e olan güvendir. Henüz daha ne karar vereceğini bilmemelerine rağmen, iki taraf da onun vereceği hükme daha baştan razı olmuştu. Hâlbuki onun kabilesi de hadisenin taraflarından biriydi. Bu hakkın kendi kabilesine ait olduğunu söyleyebilirdi. Üstelik Hacerü'l-Esved'i çalıp götüren (veya bilinmez bir yere gömen) Cürhümlülerin elinden kurtararak Kâbe'ye getiren de dedesi Kusay'dı. Dolayısıyla bu hakkın o soya ait olduğunu ileri sürmesi için makul bir sebebi vardı. Böyle bir ihtimale rağmen neden onun hakemliğinden memnun kalmışlardı? Çünkü onun kabileler üstü değerler dünyası olduğunu ve hangi sebeple olursa olsun bundan taviz vermeyeceğini biliyorlardı. Çünkü o, emin birisiydi. Bununla birlikte emin olması, ehliyetli olmasını garanti etmez. Şahsî ya da kabilevî ihtiraslarla hareket etmeyebilir doğru, lakin probleme getirdiği çözüm çare de olmayabilirdi. Çünkü herkesi hoşnut edecek bir çözüm önermeyebilirdi. Dolayısıyla belki vereceği hükme razı olacaklardı, ne var ki sorunu tam çözmeyeceği için bir başka sebeple yeni bir çatışma daha yaşanacaktı. İşte o böyle biri değildi. Emin olduğu kadar ehliyetli olduğunu da gösterdi. Öyle bir hüküm verdi ki hepsi verilen hükme boyun eğmekle kalmadı, bundan hoşnut da oldu.

TARAFSIZLIK VE HAKEM-HİKMET BAĞI

Mekkeliler gerçek manada bir hakeme denk gelmişlerdi. Zira hakemlik, tarafsız olmayı gerektirir. O da kabileler üstü olduğunu gösterdi. Ayrıca hakemin olaya hâkim olması gerekir. O hadise kendisine aktarılır aktarılmaz bütün yönleriyle mesele üzerinde hâkimiyetini kurdu ve en üst seviyede muhakeme etme yeteneğini göstermiş oldu. Bütün bunlarla beraber karara vardığı hükmü icra ederken kendinden emin olması yani cesur olması gerekir ki ortaya koyduğu çözümü teklif ederken de hiçbir tereddüt yaşamadığı anlaşılıyor. Bunların hepsinin üstünde, verilen hükmün hikmete uygun olması gerekir. Hz. Muhammed (s.a.v) burada öyle bir hüküm verdi ki hükmü âdeta hikmet ve maslahattan ibaret oldu. Dikkat ederseniz, bunların hepsi aynı etimolojik kökten gelir; "ha-keme". Kök anlamı, "engellemek, önlemek" anlamına geliyor. Hz. Muhammed (s.a.v) bu üstün yeteneği sayesinde Mekke'de büyük bir musibeti önlemişti.

KÂBE'NİN İNŞASINDAN KALPLERİN İNŞASINA

Gelin biraz daha yakından bakalım. Hadisenin bütün Mekke'nin gözü önünde gerçekleşmesinin birkaç anlamı var. Aslında kader, onların hafızalarına küçük bir iz bırakmak istiyordu. Bir kere, ortada bir yıkım ve yeniden inşa vardı. Mekke de bir enkaz içindeydi. Belki Kâbe gibi doğal afetle değil, ama sosyal adaletsizlikle koca bir moloz yığını hâlindeydi. Hepsi yeniden yapılanmaya taraftı, ancak kabilevî kibirleri Mekke'nin yeniden inşasının gerekliliğine olan inançlarından daha baskın geliyordu. O kadar ki komple savaşarak yok olmayı, yeniden ve yepyeni bir vücutla var olmaya tercih etmeyi göze alabiliyorlardı. İkinci olarak, içlerine düştükleri kabile felaketinden onları kurtaracak kişi, kendi iradesiyle bu işe atılmış değildi. Daha önce herhangi bir liderlik iddiası olmamıştı. Aslında hiçbir iddiası olmamış biriydi. Dürüstçe yaşamaktan öte bir amacı olmayan, kendi hâlinde bir insandı. Bu vazife onun üstlendiği ilk kamusal görevdi.

Ayrıca bilinçli olarak orada bulunmuş değildi. Onların da onaylayacağı şekilde olay mahalline "gönderilmişti". Üstelik gelen kişi hepsinin "emin" lakabıyla andıkları en güvenilir kişiydi. Ortaya attığı çözüm çok basitti. Ne kimseyi incitiyor ne de taraflardan biri haksızlığa uğruyordu. Tek başlarına, bencilce sahip olmak istedikleri şeyi aslında fedakârca birlikte yapabileceklerini gösteriyordu onlara. Böylece onları kendi güven cübbesi etrafında toplamıştı. Çözümü bu kadar basit olan bir meselede neredeyse birbirlerini boğazlayacak olmalarıyla onları yüzleştiriyor ve ihtilafa düştükleri konuların çaresinin hiç de o kadar imkânsız olmadığını gösteriyordu. Aslında hâl diliyle "Birbirinizden ayrıştığınız şeyleri terk ettiğinizde, aynı şeyin etrafında buluşuyorsunuz" diyordu. Kokuşmuş kabile düzeninin artık bitmesi gerektiği ve her kabilenin bir ucundan tutacakları ortak bir hakikat etrafında bir araya gelmelerinin zamanı geldiğini söylüyordu.

Zaten Kâbe ve Hacerü'l-Esved hepsinin ortak değeriydi. Buna rağmen cahiliye hamasetleri, Kâbe'nin çevresinde kardeşçe saf tutmalarına engel oluyordu. Şehrin kalbinde gerçekleşen bu mizansen, sadece nasihatlerde bulunmuyor, aynı zamanda bir şeylerin muştusunu fısıldıyordu. Fırtınalı felaket günlerinin ardından bir yenilenme başlayacak, bu defa da kişisel hırsları yenilenmeye karşı direnecek, eski inanç ve kültürleri onları uçurumun eşiğine getirecekti. Tam da bütün imkân ve ihtimallerin tükendiği bir yerde, Allah onlara muhteşem kabiliyetlerle donatılmış, üstelik en güvendikleri kişiyi çare olarak gönderecek ve içinden çıkılmaz zannettikleri bir problemi, bir bardak soğuk suyu yudumlama rahatlığı içinde çözüme kavuşturacaktı. Kendilerinden istenen, birinin dünyasına değil, her birinin dünya ve ukbâsına uygun şekilde, emîn hakemin uzattığı ele tutunmaktı.