Müzelerde gördüğüm yine kendimdir!

Müzelerde gördüğüm yine kendimdir.
Müzelerde gördüğüm yine kendimdir.

Zamanın öldürücü hızı karşısında tutunmaya direnen modern insanın sessiz feryatlarını işitirim objelerin tanıklıklarında. Bilirim: müze gerçek bir mekân değil; simülatif bir zamansallıktır. Modern müzeler, maziyi görüntülere ve minyatür deneyimlere indirgeyen hazin uygarlığımızın vicdan aklama teşebbüsüdür.

Kabul ediyorum: müzelere, özellikle de tarihin belli dönemlerine şahitlik etmiş eserlerle dolu müzelere gittiğimde bir şeyler bulurum: İnsanlık tarihi içindeki küçüklüğümü veya o eşyaları kullanmış atalarımdan miras faniliğimi mesela. Fakat bazı temel şeyler yine de eksik, hatta sorunlu görünür müzelerde bana. Yalnızca müzeler değil; gösteri(ş) objesine dönüştürülmüş, mumyalanmış hiçbir mekân ve deneyim beni tam olarak içine çekmez. Belli bir mekâna sıkıştırılmış veya takvime bağlanmış diğer aktiviteler için de aynı şeyi hissederim.

Salt bilgiyle çıkılan sanatsal alışverişlerden kalıcı bir pay düşmez gönlüme. Ödünç verdiğim duyularımın karşılığında yalnızca “hoşuma gidecek” ayartılar sunan sinsi bir ticaret sezerim bu kültürde —ki kökten kapitalizme uyumlanmış olduğunu bilirim. Lunaparklardaki korku tüneline yerleştirmiş kuklalara benzetirim sanat galerilerindeki tabloları mesela veya müzelerdeki çanakları. Yalnızca korkup korkmadığımızı kendimize gösterme hissini kovalarım o tünelde korkunun kendisi değil. Geçiciliğinden ve kurgusallığından ön kabulle emin olduğumuz hangi duygu inandırıcı olabilir ki zaten?

Müzedeki eşyalar belki de kimsenin bilmeye yeterince talip olmayacağı bir hikâyenin yitik parçalarını taşır.
Müzedeki eşyalar belki de kimsenin bilmeye yeterince talip olmayacağı bir hikâyenin yitik parçalarını taşır.

Müzede gezen [yüklemden muaf tutulmuş] özne olarak kısa süreliğine -yani gezinti süresince- kendime bir başkasının gözünden -ama normalde olduğundan daha ilgili, daha bilgili, daha derin birinin gözünden bakmanın sanal hazzını yaşarım. Hem burada özne konumundaki ben, orada durmaya mahkûm edilmiş nesnelerin önünden geçip giden bir gözden fazlası değildir. Yine de bakanlardan ziyade, camekânlar ardındaki o nesnelere üzülürüm.

Zamanın öldürücü hızı karşısında tutunmaya direnen modern insanın sessiz feryatlarını işitirim objelerin tanıklıklarında. Bilirim: müze gerçek bir mekân değil; simülatif bir zamansallıktır. Modern müzeler, maziygörüntülere ve minyatür deneyimlere indirgeyen hazin uygarlığımızın vicdan aklama teşebbüsüdür kanımca. Çoktan terkedilmiş olana yönelik görsel performans sahnesidirler. Bir zamanlar yaşamış olan ama şimdi yaşamın dışına itilmiş, yeri yenileriyle ikame edilmiş nesnelerin hüzün evidir. Ölme hakları bile elinden alınmış eşyaların podyumudur. Belki de bu yüzden yalnızlığa benzer bir hüzün çöker müzelerde içime ve kalabalık da hiç yakışmaz müzelere. Sanki eşyalarla birlikte ben de taşlaşırım. Kesin bir mekân-mukim aidiyeti gerçekleşmez. Müze yalnızca ziyaret edilir. Giriş çıkışa içkindir. Hayat ve ölüm gibi. Müzedeki objeler ile dışarıdaki ben birbirine benzeriz.

Evet, kesinlikle bir hayret ve görkem duygusu belirmez bende. Müzedeki eşyalar belki de kimsenin bilmeye yeterince talip olmayacağı bir hikâyenin yitik parçalarını taşır. Bu yüzden müzeler beni doldurmaz; aksine tasviri müşkül yeni boşluklara yer açar zihnimde. Ortalık ne kadar sessiz tutulursa; ruhumda o kadar çapraşık gürültüler yükselir. Müzelerde güzellik bile derin bir yitiklik hissi verir bana. Görülür ve dokunulmaz eşyalara. Bu gerilim beni bir şeyler düşlemeye teşvik eder. [Müze sözcüğünün köken olarak “ilham perilerinin tapınağı” manasındaki mouseion kelimesine dayanmasına şaşmamalı]. Yine de bu düşleyiş geniş pencerelerden ufku sonsuz manzaralara kanatlanmaz. İçimin kör duvarlarına çarpar dokunmasız seyredişler. Yürüdüğüm güzergâhlar daima aynı koridorlara çıkar.

Mazi denilen şey şimdinin içinde yaşamayı, hatta onu yaşatmayı sürdürmelidir diye düşünürüm. Eski olanı demodeleştiren ve antika dükkânlarına veya koleksiyonculara pazarlayan, değilse müzelerde sergileyen “ilerlemeci insan doktrini”nin bende bir karşılığı yoktur. Dahası hiçbir şey müzeye konacak kadar geçmişte kalmış göremem. Oysa müzeler geçmişi bugüne taşıyormuş gibi yaparken; onu belli bir mekânın içine hapsederler. Bu yönüyle bir hatırlama değil; unutma mekânıdır müzeler benim için. Geçmişin kendi mecrasından taşıp bugünü şekillendirmesini engelleyen sentetik birer bariyer. Tüketim için gerekli olan sirkülasyonun üreten bir sermaye deneyimi. Neyin eski neyin güncel olduğunu tayin eden mayınlı bir araf. Maziyi satışa veya sergiye indirgeyen bir vitrin. Zamanın içini boşaltan bir boş zaman etkinliği.

Nesneler sahiciliğini ve sıcaklığını kaybederler müzelerde; bu yüzden üşür bulurum oralarda kendimi. En sevdiğim insanın bile mezarını ziyaretine gittiğimde ne kadar uzaklaşıyorsam o kişinin hatıralarından; müzelerde de eşyalarla rabıtamı, eşyalar arasında konumumu ve yönümü kaybederim. Hem hafıza denen şey sürekli aydınlık tutulan bir odaya benzemez ki. Aksine üflendiğinde kolayca sönebilecek ve yine basit bir kıvılcımla alevlenebilecek bir kandili andırır daha çok. Bir yanar bir söner. Müzelerdeki kusursuz devamlılık ise zamanın akışındaki bu devinime muhaliftir. Hafıza her türlü kusursuzluğu dışlar. Öyle ki mazi, en çok, biz onu anımsamaktan kaçındığımız ya da anımsamaya çalışmadığımız anlarda ışıldar. İnsan bir yere bir şeyleri anımsamaya giderken bile; esasında neyi unuttuğunu fark etmekle yüzleşir. Zaman içinde neye dönüştüğüne tanıklık etmeye gider. Ve bu herhangi bir planlamayla ya da rezervasyonla gerçekleşmez. Hafızanın açılış ve kapanış saatleri, giriş ücreti, kaidesi, öngörülebilir organizasyonu yoktur. Yazgının kendiliğinde ve en umulmadık bir deminde çıkıverir “Hatırlanan” şey. Denebilir ki, hatıranın kendisi bulur kişinin belleğini.

Öte yandan “Hatırlanan”ı var kılan şey onun yine ansızın uçuşup kaybolma olasılığıdır. Ne var ki müzelerde her şey olanca işlevselliğiyle kontrol altında tutulur. Eşyalar belli bir düzenle sıralanır ve hikâye tümüyle insan eliyle kurgulanır. İnsanı inanmaya zorlayan ve inanması için gerekli tüm delilleri göze sokan bir koşullu sahicilik oyunu oynanır yani. Burada ve yaşamın diğer tüm alanlarında hoşuma en fazla gitmeyen şey işte budur.

Şu açık ki, modern kültürde bir şeyin hakikati ve deneyimi ne kadar azalırsa; görüntüsü o kadar artar. Bunun tersi daha da doğrudur. Mesela herkesin bir diğerini “bir şeyleri anımsamaya çağırması” da bir tür unutma asrında yaşadığımızı delillendirir. Günümüzde artık yok edilen veya tedavülden kaldırılan şeyler için mersiyeler değil, methiyeler yapılır. Böylece ben de bir çeşit “seyredici müşteri” kimliğimle herhangi bir müzeye gittiğimde bu dolaylı suistimale ortaklık etmiş olduğuma inanırım. Ve buradan daha büyük soru(n)lar yükselir zihnimde: Her şeyin seyirliğe evrildiği bir dönemde inanmış bir kalbe, adanmış bir bilince nasıl sahip olacağım? Ayartıya koşullanmış bu gözlerle görülmesi gerekeni göremeden ömrümün nihayetine ulaştığımda, kendimi bir ömrü hakkıyla yaşamış addedebilecek miyim? Üstelik ölümümüzden sonra müzede bir obje olarak bile sergilenmeye layık olamayacağımız bir çağı yaşıyoruz biz. Ne müzelere taşınacak kadar sağlam araçlar kullanıyoruz çünkü; ne de gelecekte anlatılmaya değer hatıralarımız var. Yaşamıyor, seyrediyoruz!

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım