Muzaffereddin Gökbörü: Şark'ın kasırgası
Gökbörü, Selahaddin’in Frenklerle yaptığı birçok savaşa katıldı. İmanın ve izzetin ekmeğini herkesten önce mayaladı. Harran çıkışında, şehrin fedakâr anaları ve kızları uzunca bir süre kendisine eşlik etti. Eski savaşçılar, gıpta ve gururla onu gösterdiler; yerinde zor duran hareketli bir tepenin ardında, mızraklardan örülü bir ovanın yürüdüğünü zannettiler.
Ali Küçük, son nefesini vermeden önce evlatlarını çağırdı. Urfa’nın fethinde bahadırlarıyla tozu dumana katan, Erbil başta olmak üzere birçok şehirde idarecilik yapan, Nureddin’in otuz bin kişilik Frenk ordusunu yenik ekin yaprağına çevirdiği Hârim Savaşı’nda Hamza gibi cenk eden bu kıymetli adam, çocuklarından önce davranarak herkesi şaşırttı:
“Beni bağışlayın yavrularım. Hakkınızı helal edin.”
Yetim diye itip kaktığınız, zindanda canını yaktığınız, sofrasına çöküp aç koyduğunuz bu çocuk, bir gün sizi utandıracak. Kurban olduğum Allah, onun yollarını açacak.
On dört yaşındaki Gökbörü yaşarmış gözlerle sokuldu, ellerini öptü, kulakları az işiten babasının avucuna bir kâğıt tutuşturdu:
“Kılıcını ben alabilir miyim baba?”
Ali Küçük başını salladı, gülümseyerek konuştu:
“Al, fakat hakkını da ver kuzum.”
Henüz bıyıkları bile terlememiş çocuğun bu kılıcı kullanmasına izin vermediler. Onun daha o yaşlarda dikkat çeken yiğitliğini, atılganlığını çok iyi bilen ve babası vefat edince bütün dizginleri eline alan Mücahideddin Kaymaz, eziyete erken başladı. Adamlarına onu yakalamalarını emretti. Ellerini bağladı, saçlarından asılıp sürükleyerek zindana attırdı:
“Burada çürüyeceksin küçük budala!”
“Bunu neden yapıyorsun?”
“Hırslısın. Cesursun. Ve benden hoşlanmadığını da biliyorum.”
- Alay ettiler. Aç bıraktılar. Dövdüler. Gökbörü, birkaç ay sonra, kendisini seven bazı muhafızların yardımıyla zindandan kaçtı. Küçüklüğünden beri yanından ayrılmayan, kendisinden birkaç yaş büyük dört arkadaşıyla hakkını aramaya koyuldu fakat o günlerde ona el uzatan çıkmadı.
Bağdat’a gidip Abbasi Halifesinden yardım istediyse de kimse yüzüne bakmadı, sözüne kulak vermedi. Babasının arkadaşları ve Musullular da hep kapıyı gösterdiler. Ağlamadı, sızlanmadı; yumruklarını sıkarak ahdetti:
“Yetim diye itip kaktığınız, zindanda canını yaktığınız, sofrasına çöküp aç koyduğunuz bu çocuk, bir gün sizi utandıracak. Kurban olduğum Allah, onun yollarını açacak. Şimdi vebalı biri gibi ondan kaçıyorsunuz. Ağza alınmaz küfürlerle kapılardan kovuyorsunuz. Fakat zamanı gelince, yanında oturabilmek için birbirinizi kıracaksınız. Yüce Allah ona, atının dizginlerini öptüğünüz günleri de gösterecek.”
Ali Küçük’ün yiğit oğlu, babasının verdiği kılıca bakarak günlerce içini çekti ancak umudunu asla yitirmedi. Köy köy, belde belde dolaştı. Cenk arkadaşlığı edecek, ekmek ve tuz hakkı bilecek temiz gençler buldu. Sürekli koşturarak üçü beş etti. Zorda kalana omuz verdi, gariplerin duasını aldı, dostlarıyla saf tuttu. Nihayet bölgedeki çekişmeler sırasında, küçük bir mescidi bile zor dolduracak kadar az adamla Harran’ı ele geçirdi. Birkaç yıl içinde, cesareti ve hamiyeti dillere destan oldu. Ölümüne dek Selahaddin’in yanında yer aldı ve onun hem Musullularla hem de Frenklerle mücadelesinde büyük yararlılıklar gösterdi. Selahaddin, hizmetlerinin karşılığı olarak ona Urfa’yı da verdi.
Gökbörü, iki büyük Şark seferinde de Sultan’la birlikteydi. Bölgenin idarecileri ona diş biliyor fakat halk kendisini çok seviyordu. Bu ilgiyi, bu sevgiyi çekemeyenler de vardı elbette. İkinci sefer sırasında hakkında çeşitli dedikodular çıkarıldı. Selahaddin’in bazı emirlerinin de kıskançlığı ve boşboğazlığı yüzünden gadre uğradı. Fitne o kadar hızlı yayıldı ki cezalandırılmasını hatta öldürülmesini isteyenler oldu:
“Hırslı. Civardaki bütün topraklarda gözü var. Halkı gözetme bahanesiyle, sefer masraflarının karşılanmasına yeterince katkıda bulunmuyor. Başına buyruk. Ateş gibi. Yaklaşanı yakıyor. Kimseyi dinlemediği söyleniyor. Yılanın başı küçükken ezilmeli.”
Bunları ve daha beterini söyleyenlerin sayısı artınca, Selahaddin, yöre halkının tepkisine rağmen, boş bulundu ve onun tutuklanmasını istedi. Arkadaşları, dostları Sultan’ı uyardılar. Gökbörü’ye haksızlık ettiğini söylediler. Hele düşmanların dört bir tarafta cirit attığı bir zamanda bunun çok yanlış bir tasarruf olduğunu dile getirdiler.
Sultan, Gökbörü’yü serbest bıraktı. Müşavirlerinin ve emirlerinin bulunduğu çadıra getirtti. Oturmasını, yanlarına gelmesini istediyse de oturtamadı. Çekinerek konuşanları, yarım ağızla soru soran ve sitem edenleri iki elini birden sertçe kaldırarak susturdu genç Gökbörü:
“Yiğitlik ve cömertlik, bizim sonradan gördüğümüz, sonradan öğrendiğimiz bir şey değil! Beni yeterince tanımayanlar var aranızda. Günahımı alanlar var.”
Emirlerden biri, onun sesini bastırmaya çalışarak bağırdı:
“Cömertliğini göster o zaman! Sahip olduğu yerlerden bir taş bile vermez diyorlar senin için!”
Gökbörü’nün dudaklarında acı bir tebessüm belirdi:
“Kâfirleri kastettiğimi bilerek demişlerdir onu!”
Emir bozuldu, Gökbörü devam etti:
“Allah’ın nasiplendirdiği ve Sultanımızın bana emanet ettiği yerler Urfa ile Harran’dır. İşte, hepiniz duyun, şahit olun! İkisini de Sultan Selahaddin’e veriyorum!”
Selahaddin dâhil hepsinin gözleri ışıldadı. Çadırda gürleyen o ses ara vermedi:
“Eski yeni, neyim varsa Selahaddin’in olsun! Müslüman kardaşlarımın olsun! Sahip olduğum her kuruşu da onun avuçlarına bırakıyorum. Herkes kaçıp gitse bile onun yanında duracak ve kendisine hizmet edeceğim!”
Bu sözler dedikoduları, hesapları, tuzakları darmadağın etti. Çadırdaki bazı adamlar başlarını eğmek, gözlerini kaçırmak zorunda kaldı. Selahaddin de çok memnun oldu, hislendi, ayağa kalkıp karşısına geçti:
“Sen benim gözümde çok kıymetli bir adamsın. Bu sözlerinle de beni çok sevindirdin. Aldığın her yer senindir. Dahası… Kız kardaşım Rebia Hatun’la evlenmeni çok isterim…”
“Vur ey Allah’ın arslanı vur! Vur ey Şark’ın kasırgası vur! Vallahi anan seni bugünler için doğurmuştur!”
Selahaddin’in eniştesi olan Gökbörü, onun Frenklerle yaptığı birçok savaşa katıldı. İmanın ve izzetin ekmeğini herkesten önce mayaladı. Harran çıkışında, şehrin fedakâr anaları ve kızları uzunca bir süre kendisine eşlik etti. Eski savaşçılar, gıpta ve gururla onu gösterdiler; yerinde zor duran hareketli bir tepenin ardında, mızraklardan örülü bir ovanın yürüdüğünü zannettiler:
“Güle güle şehrimizin aslanı! Müslümanların övüncü! Allah ömrünü müzdad eylesin!”
Frenklerin çok çekindikleri, adını duyunca soğuk terler döktükleri Müslüman savaşçıların başında o geliyordu. Birçok cephede dostlarının göğsünü genişletti, düşmanlarını şaşkın bostan kirpilerine döndürdü. İstilacıları bazen önüne katıp kovaladı, bazen de bir avuç adamıyla saflarını yarıp geçti. Kimi zaman, bir kenarda durup heyecanla, hayranlıkla, yumruklarını ısırarak onu izleyenleri gördü Selahaddin:
“Vur ey Allah’ın arslanı vur! Vur ey Şark’ın kasırgası vur! Vallahi anan seni bugünler için doğurmuştur!”
Kerak muhasarası ile başlayıp Kudüs’ün fethiyle sonuçlanan kesintisiz cihatta önemli hizmetlerde bulunan bu yiğit adam, 1187’deki Saffuriye Savaşı’nda istilacı kâfirleri hezimete uğrattı. Anlı şanlı tarikat şövalyelerine, cihanın en küstah süvarilerine yeryüzünü dar etti. Yüzlerce askeri esir aldı. Daha yaşarken, Kudüs’ün fethiyle neticelenen büyük zaferin ateşini yakan kahraman olarak kayıtlara geçti. Frenk ordusunun bütünüyle imha edildiği büyük Hıttin Savaşı’nda da dost düşman herkese parmak ısırttı. Savaşı bizzat izleyen bazı müellifler, onun şecaat ve feragatini öve öve bitiremediler.
Hıttin’den sonra, Nâsıra’yı fethetti. Antakya ve civarındaki sahil beldelerinde rüzgârın gövdesine sarılmış bir mızrak gibi aktı. Akkâ’da da Sultan’ın yanında o vardı. Selahaddin, Erbil’in yanı sıra Şehrizor’u ve Karabeli derbendini ona verdi. O da bütün hazinesini ve imkânlarını seferber ederek Frenklerin elindeki binlerce esirin hürriyetine kavuşmasını sağladı. Son altı yılını Selahaddin’in yanında geçiren Bahaeddin İbn Şeddad, bu konuyu sordu bir gün İmadeddin İsfehani’ye:
“Herkes onun cehdini, hamiyetini konuşuyor. Kaç kişiyi hürriyetine kavuşturmuş, biliyor musun sen İmad?”
“Saymak, kaydetmek zor. Altmış bine kadar çıkaranlar var.”
“Ne diyorsun? Altmış bin mi? Allah, onu cennetle rızıklandırsın. O kadar mazlumun duası yeter insana.”
“Vallahi doğru söylüyorsun. Kılıcının gölgesine cennetin bir parçasını koymuş şimdiden. Hakk, yüzünü iki cihanda da güldürsün.”
- Selahaddin vefat ettiğinde Gökbörü, kırk yaşında bile değildi. Allah ona kırk yıllık bir ömür daha nasip etti. Oğlu olmadı. Girdiği hiçbir savaşta yenilmedi. Aynı zamanda hayırsever biri olarak tanındı. Yetimliğini, yoksulluğunu, gençken yaşadığı sıkıntıları hiç unutmadı.
Bahadırlığını, dört bir yanı titreştiren iyilik ve fazilet inkılâbıyla süsledi. Karısı da onun bitip tükenmeyen bu salih amellerine omuz verdi, çabalarına yoldaşlık etti:
“Yer, iyilik ve güzellikle yeşersin. Gök, mazlumların sevincini çoğaltarak dönsün.”
Muzaffereddin Gökbörü; Hazret-i Peygamber’in doğum yıldönümlerinde, günlerce süren ve muhtaçlara el uzatılmasını sağlayan mevlid merasimleri düzenledi. Mazlumları, mahrumları bu vesileyle doyurdu. Çocukları sevindirdi. Müellifleri, sanatçıları gözetti. Hastaneler, çarşılar, hankâhlar ve medreseler inşa etti. Kimsesizler, yetimler, sakatlar ve dul kadınlar için bakımevleri kurdu. Hizmetlerini Hicaz’a da taşıdı. Yollar ve arklar yaptırarak Arafat’a suyu ilk kez o getirtti. Gençliğinde kendisine bütün kapıları kapatan Bağdat, ölümüne yakın onu ayakta karşıladı, baş üstünde taşıdı. 1233’te seksen yaşına merdiven dayamışken hastalandı. Şeref ve cesaretle taşıdığı kılıcı eline aldı. Ağladı:
“Umarım hakkını vermişimdir baba. Ahirette yanına bu kılıca dayanarak gelirim inşallah.”
Kızlarından helallik istedi. Dostlarına döndü:
“Beni Mekke’ye gömün kardaşlar! Kılıcımı da benden ayırmayın!”
Vasiyeti böyleydi fakat kafile, cenazesini ancak Kûfe’ye kadar götürebildi. Orada defnedildi. Kılıcını da yanına koydular. Adamlarından biri, mezarının başındakilere şunları söylemekten kendini alamadı:
- “İslâm düşmanları, savaşta onu görünce nereye kaçacaklarını bilemezlerdi. Kılıcını kaldırdığında, gürzünü eline aldığında yeryüzü ona dar gelirdi. Biz ise bir avuç askeri ikna edip vasiyetini yerine getiremiyoruz. Şehirlerin birinden diğerine koşan bir adama, küçücük bir mezar yerini zor buluyoruz. O, yaşarken binlerce garibi doyurdu. Yetimlerle birlikte ağladı. Yuh olsun bize! Biz, onun ölüsüne toprak atacak adam arıyoruz!”