Mutfak poetikası ya da toprağın tecrübesi
Toplum geçirdiği tarihsel süreçleri bilinç dışı bir alanda muhafaza eder. Öfkesini, isyanını, refahını, dirliğini ve dağılışını bir limit ile belirler. Toplumsal olanı izah etmek için toprağa bakmak gerekir bazen. Mühendisler toprağın tecrübesini hesaba katmaktan bahsederler. Bu şudur: Toprak, binlerce yıl içerisinde üzerine konulan yükleri aklında tutar. Misal beş yüz yıl önce üzerine bir ev ya da cami inşa edildiyse, üzerine yüklenen bu en yüksek gerilim artık onun limitidir.
Şiir, bir aciliyet ihtiva eden dünyanın en yavaş eylemidir. O kendi saatine sahiptir. Onun geometrisi, olgu ile sezgi arasındaki eşiktir. Aşınmış bir mermerin yassı ve pürüzlü yüzeyi şiirin mekânına dair bir hacmi gösterir bize. Hareket, artık mermerin hafızasıdır.
Zaman ve mekân şiirin tarihsel sürecini metnin yapıp edebildikleri tükendikten sonra devralır. Okurun şiire ortaklığı da bu aşamada başlar. İşte yıllarca sürecek olan budur.
Büyük bir kapının eşiğine konan o mermer kalıp, üzerinden içeri giren ya da dışarı çıkan milyonlarca insanın hareketini kaydetmiştir. Zaman, maddenin aşınmasında donarken şiirin kapısı açılır. İyi bir şiiri okumak yıllar alır. Okuma eyleminin bitebilmesi için yaşanması gereken ya da hatırlanması gerekenler vardır. Bu sebeple zaman ve mekân şiirin tarihsel sürecini metnin yapıp edebildikleri tükendikten sonra devralır. Okurun şiire ortaklığı da bu aşamada başlar. İşte yıllarca sürecek olan budur.
Toplum geçirdiği tarihsel süreçleri bilinç dışı bir alanda muhafaza eder. Öfkesini, isyanını, refahını, dirliğini ve dağılışını bir limit ile belirler. Toplumsal olanı izah etmek için toprağa bakmak gerekir bazen. Mühendisler toprağın tecrübesini hesaba katmaktan bahsederler. Bu şudur: Toprak, binlerce yıl içerisinde üzerine konulan yükleri aklında tutar. Misal beş yüz yıl önce üzerine bir ev ya da cami inşa edildiyse, üzerine yüklenen bu en yüksek gerilim artık onun limitidir. Daha sonra bu yapı yıkılıp ortadan kalktığı zaman toprak eski haline tam olarak dönemez ama limit durumundan da uzaklaşmıştır. Eğer tekrar üzerine bir yapı inşa edilecekse toprağın bu tecrübesinin hesaba katılması ve limit durumunun belirlenmesi gerekir. Şiirin toplum içindeki ederi de biraz böyledir.
Büyük şiirler o limit tecrübenin imkanlarını kullanırlar. İyi şiirler ise limitlere gidemeseler de toprağın ya da toplumun hafızasından beslenirler. Aksi mümkün değildir. Peki, meselenin eksenini biraz değiştirelim. Şair, şiire ait olanı nasıl görür, nerede görür ve tecrübe limitlerini nasıl sezebilir? Bu sorulara cevap aramadan önce şiir yazımının mekân içindeki tecrübesine bir göz atmak lazım. Üretimin mekânla ilişkisini konsantrasyon penceresinden değerlendirmek işimize yaramaz bu aşamada. Gürültülü bir kahvehanede ya da şakrak seslerin kapladığı bir çay bahçesinde yazmak ile sessiz ve steril bir çalışma odasında yazmak arasındaki farkı bir kenara bırakarak, şiirin görüldüğü mekânın mahiyetine odaklanalım.
Mutfakta ağlayan bir anne, herkesin bildiği bir sırdır. Pekâlâ, şiirin de herkesin bildiği bir sır olduğunu söyleyebiliriz.
Tam buraya bir banyonun içerisinde bir düzine kazla birlikte elindeki teksir kağıtlarına şiir yazmaya çalışan o çocuğun hikayesi gerekiyor. Hikâye şöyle: Adımları hızlanıyor çocuğun önce. Bir an önce eve varması gerekmekte. Ana yoldan sapıp, bitişik bahçelerin içerinden geçerek yolu kısaltıyor. Bu sırada boynunda çivili tasması olan bir kangal çok fena hırlıyor kendisine. Ondan kaçarken dizini kanatıyor. Pekmez dolu bir kazanı deviriyor.
- Neden eve varmak için bu kadar acele ediyor peki? Yaşadığı duygusal deneyimi şiir olarak somutlaştırması gerekiyor. Yalnız kalmaya ihtiyacı var. Paldır küldür eve varıyor.
Salonda komşular var. Müsait değil. Abisiyle paylaştığı odaya gidiyor, orası da abisi ve arkadaşları tarafında işgal edilmiş. Odaları dolaşıyor. Hepsi dolu. Boş bir köşe yok. Mutfakta komşular için çay ve yemek pişmekte. Ablaları kovalıyorlar. Aklına tek bir yer geliyor: Banyo. Bu matematikte bir tek orada yalnız kalabilir. Heyecanla kapısını açıyor ve ıslak fayansların üzerinde dolaşan kazlarla karşılaşıyor. Soğuk havada besledikleri kazları banyoda muhafaza eden annesine söyleniyor fakat buna da razı oluyor. Çantasını kucağına alıp, küvetin içine yerleşiyor. Etrafında kazlar dolaşırken, bir küvetin içinde “yalnızlıktan” bahsetmek için artık mekândan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Fakat son derece kişisel ve Kusturica filmlerini andıran bu sahneyi ortak hafızaya nasıl nakledecektir?
İşte burada da şiirin görülen ile gösterge arasındaki en mucit tavrına ihtiyaç duyacaktır. Kalabalık ailelerin ve küçük evlerin, yaşama uğraşının ve gençlik heyecanların o ortak alanına girmenin yolunu bulmak zorunda. Üstelik o ıslak fayanslar ve kazlarla birlikte. Limitleri unutmadan. O halde mekânı yazım eyleminden ayırıp, bakış tecrübesinden ibaret olarak da değerlendirelim. Buraya da Soner Karakuş’un “Akla Veda” şiiri gerekiyor.
- “Kaç milyar insan çalıştırıyor yalnızlık?
- Okumadan da öğrenebilirdin bu kadar felsefeyi:
- Annen mutfakta neden ağladı?”
Karakuş’un tecrübe limitlerinden bir yol bulduğu ortada. Mutfakta ağlayan bir anne, zamanın ve mekânın sonsuz kere birbirini tekrarladığı müthiş bir gerilimdir. Ağlamak için yalnız kalması gerekiyordur ve bunu ancak aileyi bir sofra başında toplayabileceği o hazırlıkları yaptığı, kendisine tanımlı tek alanda gerçekleştirebiliyor. Mutfakta ağlayan bir anne, herkesin bildiği bir sırdır.
Pekâlâ, şiirin de herkesin bildiği bir sır olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakış birliği, ortak hafızaya ya da toprağın tecrübesine dair bir gerçek barındırır içinde. Mermer aşınmış, toprak yeniden yüklenmiş ve biz içinde sadece bize ait sırların olduğuna inandığımız bir evin sakinleri olarak hayatımıza devam ederiz.
Elbette yalnızlığın milyarlarca çalışanından biri olarak…