Mustafa Ulusoy: Günahlarımızın bile bir hakikati var
Ölümün şöyle özgün yanı var. Ölüm sekeratı başlar başlamaz insanla hakikat arasındaki perdeler kalkıyor, insan direkt hakikatle muhatap oluyor. Melekleri inkâr edenlere bile Ölüm Meleği görünüyor. Sorgu melekleri insanın hesabını önüne getiriyor. Hayatı nasıl yaşadın, kimin için yaşadın, varoluşunun anlamına vasıl oldun mu?
Emekli Matematik Öğretmeni Mualla’nın öldüğü gece başlayan bir hikâye aslında Hayat Apartmanı…
Evet. Roman, Mualla Hanım’ın sekerâtı esnasında yaşananları anlatıyor. Yani başkahraman Mualla Hanım’ın, bilinci bu dünya ile ahiret arasında gidip gelişini ve bir şekilde hayatına girmiş insanların tam o esnada, Mualla Hanım son nefesini vermek üzere iken dünyayla, kendileriyle ölümden bihaber meşguliyetlerini anlatan bir roman Hayat Apartmanı.
Ölüm sekeratı ile ilgili bir roman yazmanızda psikiyatrist ve varoluşçu bir terapist olmanızın tesiri oldu mu?
Otuz yıllık meslek hayatımda her insanın zihninin ölüm, ölüm anı ve ölüm sonrasıyla bir şekilde meşgul olduğunu gördüm. Bir gün öleceğimizi bilen varlıklar olmamızın kişiliklerimiz, dünyada yapıp ettiklerimiz üzerinde belirleyici bir tesiri var.
Nasıl yani?
Mesela, ardımızda kalıcı bir eser bırakma çabamızı düşünelim. Kedilerde, köpeklerde böyle bir çaba görüyor muyuz? Göremeyiz çünkü öleceğini bilmez hayvanlar. Hemen her insanda kalıcı bir şeyler üretme isteği, dünyada sonsuza kadar kalsaydık olur muydu sizce? Belirsiz bir anda kesilecek hayatlarımızı her uzatma çabasının altından ölümlülük gerçeği çıkar. “Hayat kısa, kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendirmeliyim, hayatımı boşa harcamamalıyım.” der ve önemli kararlar alırız mesela. Hastalanır hastalanmaz doktora koşarak iyileşmek ister, ölümün keskin kılıcının altından başımızı kurtarmanın telaşına düşeriz.
Sekerata dönersek, bir insanın şu veya bu şekilde ölmesi insan psikolojisine ne tesir yapar?
Ölürken ne hissetti acaba? Denizde boğulurken neler düşündü, o yalnızlık içinde neler yaptı? Misal, Halep’teki bedeni parçalanmış masumları görünce sarsılırız ve bedenleri paramparça olurken neler hissettiklerini merak ederiz. Özellikle yakınları denizde, nehirde boğularak; depremde yıkıntıların altında kalarak; ya da yanarak ölen insanlar, onların son nefeslerini verirken yaşadıklarıyla ilgili ciddi ve sarsıcı bir sorgulamanın içinde buluverirler kendilerini.
Bu romanı yazmaya başladıktan bir müddet sonra otuz yaşlarında bir hanımefendi geldi danışmanlık için. Ciddi bir hastalığı olan altı aylık bebeğinin sadece birkaç aylık ömrü kaldığını anlattı bana. Ölünce, kabrin içinde yalnız kalacağı düşüncesine dayanamıyordu. Ölen bebeklerin “Vildanunmuhalledun” ayetinin işaretiyle ölür ölmez cennete alınacaklarını ve daha birçok şeyi konuştuk. Konuşma sırasında bebeğinin babasını çok sevdiğini söyledi. Zihnimde bir şimşek çaktı. Hanımefendiye şunu söyledim: “Allah’a, oğlumun ruhunu almaya gelecek Ölüm Meleğini yani Azrail’i babasının suretinde göster, diye dua edin.” Annenin bu çok hoşuna gitti, ağlamaya başladı ve “İşte şimdi çok rahatladım.” dedi. O bebeğin ölüp ölmediğini bilmiyorum ama öldüyse, Allah’ın Azrail’i babasının suretinde yollaması O’nun sonsuz rahmetinden uzak bir hadise değil. Hayat Apartmanı yazım sürecinde zihnimde bu anne ve anneye söylediklerim vardı.
Birçok felsefecinin, insanın ölüm sırasında yalnız olduğu tezine bir reddiye o zaman Hayat Apartmanı.
Rahatlıkla öyle denilebilir. Kâinatın Rabbi, ölüm anında bile insanı yalnız bırakmıyor, bu zor anda çok sevgili bir kulunu, Ölüm Meleği’ni sevdiği kullarına bir arkadaş, bir yoldaş olarak yolluyor.
Gerçekten ihtiyacımız olan asıl şeyin, ömrümüzün sonunda anlaşılabileceğini açıkça ortaya koyuyor aslında Hayat Apartmanı.
Ölümün şöyle özgün yanı var. Ölüm sekeratı başlar başlamaz insanla hakikat arasındaki perdeler kalkıyor, insan direkt hakikatle muhatap oluyor. Melekleri inkâr edenlere bile Ölüm Meleği görünüyor. Sorgu melekleri insanın hesabını önüne getiriyor. Hayatı nasıl yaşadın, kimin için yaşadın, varoluşunun anlamına vasıl oldun mu? Ebedi hayat yolculuğuna ne hazırlık yaptın? Ölünce hepimiz hakikatle karşı karşı karşıya geleceğiz. Tüm mesele, yaşarken hakikat ehli olmak… O zaman hakikat ehli olmak demek nedir denirse, sınırsız güzel tarif içinde sorunuz çerçevesinde benim tarifim şöyle olur: “Ölmeden önce, ölünce karşılaşacağımız şeylerin hakikatine vasıl insan, hakikat ehli insandır.”
Kitabın isminin oluşturacağı merak dalgasına karşılık vermek için sormak zorundayım. Eğer büyüyü bozmayacaksa Hayat Apartmanı ne? Neden 9 Numara?
Hayat Apartmanı, ruhumuzun misafir olduğu hanesi, yani beden. Hayat Apartmanı, yaşadığımız evlerimiz. Hayat Apartmanı yaşadığımız şehir, ülke ve dünyanın kendisi. Ve en nihayetinde Hayat Apartmanı kâinatın kendisi. Hakikat ehli bunların hepsi tek tek yıkılacağının bilinciyle yaşamış. Bu romanı yazarken başka bir romanın yarısındaydım. Şimdi yeniden bilgisayar başına geçtiğim roman, “Dokuzuncu Kelime” diye bir kavram etrafında dönüyor. Dokuzuncu Kelime’nin ihtiva ettiği anlam, ölmek üzere olan Mualla Hanım’ın şifası. Ona bir atıf var. Yine Hayat Apartmanı’nda adı geçen Van’ın Müküs ilçesi yeni romanda bolca adı geçecek ve Amerika’da doktora yapan Müküslü Sacit şimdi yazmakta olduğum roman kahramanları. Onlara bir selam vermek istedim bu romanda.
Hepimizin asıl zenginliği, her birimizin kendimizle bütün açıklığıyla hesaplaşabilmemiz sanırım.
“Kendimizle hesaplaşma” kavramına soğuk bakıyorum. İslami gelenekte insanın kendiyle değil nefs-i emmaresiyle ve şeytanla hesaplaşması var. Nefsi emmare ve şeytan kavramından mahrum psikolojik teoriler ve tüm felsefi metinler insanın kendisiyle hesaplaşmasını önerir ama bu çıkmaz bir sokaktır. İnsanın kendisiyle karşı karşıya gelmesi birçok maraz üretiyor. Çünkü insan ruh, kalp, beden, vicdan, kalp, şuur ve birçok hissiyattan müteşekkil ve bunlar insanın yanında, insanın dostu donanımlar. İnsanın düşmanı içimizdeki nefs-i emmaremiz ve dışımızdaki şeytan; hesaplaşılması gereken de onlar.
Kitap bittikten sonra şöyle bir şey beliriyor zihinde; hikâyenin sonunda herkes gerçektir.
Yaşantılarımızın, hatta kaygılarımızın, endişelerimizin hatta benliğimizin her türden oyununun, hatta günahlarımızın bile bu dünyada bir vazifesi bir hikmeti, ucunun dayandığı bir hakikati var.
Teknik anlamda yeni bir deneme var ve sanırım bu ilk kez yapılıyor. Farklı anlatıcıların yanı sıra Mualla’nın Cemile’yle yaptığı konuşmalar farklı yazı karakteriyle ifade edilmiş. Ayrıca Halep şehrinin ve Mualla Hanım’ın yaşadığı Hayat Apartmanı’nın romanın kahramanlarından biri olması da ilginç geldi.
Bu romanı yazarken zihnimde bir çember imgesi vardı. Merkezde ölmek üzere olan Mualla Hanım, onun hayatına bir şekilde girmiş diğer karakterler de bu çemberde dizili. Roman merkezden çembere gidip geliyor. Dediğiniz gibi, insan karakterleri yanında Halep şehri ile bir apartmanın da bir karakter olması ve anlatıcının değişerek bu iki karakterin kendi dilleriyle kendilerini anlatması bu romanın farklı teknik özelliklerinden biri.
Hayat Apartmanı, aslında adı üzerinde hepimizin içinde bulunduğu ve bir parçasını oluşturduğu hayatın geniş bir kesiti. Her karakterde dikkat çeken bir özellik, hepsinin bir kaygısı olması. Neden kaygı?
Kaygı, endişe insanın ne olduğunu anlamamda en vasıflı histir. Kaygının insandaki oluşum dinamiklerini anlamak bizi direkt insanın kendisine, insanın dertlerine, insanın varoluşsal sorunlarına götürür. Bu yüzden her karakterin kendine has bir kaygısı olsun istedim romanda.
Psikiyatrinin imkânlarını -haliyle- yoğun olarak kullandığınızı söyleyebiliriz sanırım. Yine de sormuş olayım, karakterleri nereden ve nasıl seçtiniz?
Bu roman bir anda doğdu. Bir akşam uzanmış tavana bakarak düşünüyordum. Bir insan ölürken onun hayatına temas etmiş insanlar tam o dakikalarda ne yaparlar? Mualla Hanım karakteri doğdu önce. Roman yazarken şu oluyor. Temel bir karakter var. Bu karakter, hayatın içine alınıyor, ilişkileri devreye giriyor ve ardından diğer karakterler beliriyor. Psikiyatri bilgi ve deneyimimden daha çok karakterlerin iç dünyasını şekillendirirken çok faydalandım diyebilirim.
İnsana yönelik sert bir eleştiri var burada değil mi?
İnsana demeyelim de insanın egosuna sert bir eleştiri diyelim. Sadece eleştiri de demeyelim. İnsan öyle bir varlık ki, sınırsız zulüm yapma kabiliyeti ile sınırsız iyilik yapma kabiliyeti arasında salınıp duruyoruz. İnsan olmanın zorluklarından biri de bu. Zalim de olabiliriz iyilik meleği de kesilebiliriz. Müthiş bir tercih. Ve tercih etmek insana mahsus. Omuzlarımızdaki sonsuz yük. Küçücük iyilikler an geliyor, terazinin dengesini değiştiriveriyor. Şunun gibi. Dev bir terazinin iki kefesine yüzer ton koysak, sonra da gidip kefelerden birine bir kuş tüyü koysak, denge anında değişir.
Ve son soru: Olması gereken oluyor, Hayat Apartmanı sonra yıkılıyor. Bütünü bu herhalde? Zeval ve yeniden inşa...
Kâinat bir kevn ve fesad halinde. Ölümler, doğumlar, hayırlar şerler, doğuşlar ve batışlar iç içe. İşin aslına bakılırsa, tasavvuf ehli ve kelam âlimlerinin kâinata bakışlarında “Kayyumiyet sırrı” hâkim. Yani Mutlak Yaratıcı’nın her an ama her an sonsuz kudretinin tecellisiyle kâinat var. Kayyumiyetin bir an kesilmesiyle her varlık yokluğa mahkûm. Bu sırra bazı fizikçiler ‘’Her an yaratılış-continius creation’’ demişler. Zerreler âlemi açısından bakarsak kâinat bir an var bir an yok. Yani kevn ve fesad her an tecelli ediyor. Ölüm daha makro düzeyde karşımıza çıkıyor. Adeta her anımız ölüme mahkûm, son bir kere daha ölüyoruz. Bu ölümün farkı, ruhumuz bedenimizden ayrılıyor.
Zeval ve yeniden inşa, ikisi birlikte kâinatın sırrı. Zevalle dünyadan umudumuzu kesiyoruz yeniden inşayla Mutlak Varlık’a bağlanıyoruz. Hayat Apartmanı da duvarları, kolonları, kirişleri ve pencereleriyle bu olup biteni anlamak için yazılmış bir hikâye.