Mümkün kötüler arasında: "Yavrucuğum"

Arşiv
Arşiv

Hz. Nuh’un gemiye binmeyen oğlu Kenan; İslamiyet, Yahudilik ve daha birçok din ile mitolojiye göre elbette günahkârdı. Ama ben bu yazıda Kenan’ı, teolojik değil daha ziyade ahlaki (burada “felsefi”) bir bakış açısıyla ele almak istiyorum. Ahlaki/felsefi bir bakışla Kenan hadisesini düşününceyse ortaya çıkan tablo en kaba haliyle şu: Kenan kötü değil, sadece yalnızdı. Etrafındaki herkes çift, bir o yalnız. Bu yalnızlıkla kalbini Kabil soyundan bir güzele kaptırmıştı. Yalnızlık ve çirkinlik bizi kötülüğe götürebilir mi ya da Hz. Nuh’un oğlu çirkin miydi, bilmiyorum. Güzel yahut güzellik günahlarımızı örtebilir mi, onu da...

Yalnız bildiğim şu: Kötülük, bilinçli olarak insan ve çevreye zarar vermekse, Hz. Nuh’un oğlu kötü değildi. “Keskin sirke küpüne zarar...” türünden donuk ve aptal atasözleriyse kişinin o anki, o dönemki ve o süreçteki psikolojisine dair hiçbir şey söyleyemeyecek tabii. Kenan ne kendine ne de başkalarına zarar vermişti. Onu genel geçer kalıplarla anlayamayız. Hele gelenekle hiç. Kenan’ı anlayamayanlara bugün elalem diyoruz zaten.

***

Hayatın hemen her alanında olduğu gibi, kötülük de sınırları keskin ve hep aynı şartlarda aynı sonuçları veren bir şey değil. Çünkü en nihayet soyut bir şeyden bahsediyoruz. Bugün elalem dediğimiz kurum/ kütle, kötülük bahsinde, Tanzimat romanları veya ilk dönem Yeşilçam filmleri gibi bir hayat teklif ediyor bizlere. Yani ya siyah ya beyaz. Hâlbuki bugün artık kötünün tek boyutlu olmadığı konusunda hemfikiriz. Romantik Tanzimat romanları gibi bir hayat yaşamıyoruz. Akçaburgazlı Yekta’yı anlamaya çalışıyoruz, hatta anlıyoruz. Çünkü sonuçta iyilik ve kötülük yaşam ve ölüm gibidir. İyilik ve kötülüğü de tarihin hiçbir döneminde kesin bir şekilde ayırabilmiş değil insanoğlu. Sadece belli dönemler ayrı olduklarını sanmışız ya da sanmak istemişiz, o kadar. Evet, “her kişinin ölçüsü kendisidir.” Ama şu da rahatlıkla denebilir: İyilik, yaşama ve hayata kapı açar. Kötülük ise en net haliyle ölüme. Hiç olmazsa hayatsız bırakır bizi kötülük. Belki büyüyünce bile geçmez. Kabil’in eylemi dünyanın o son gününe kadar sürecek bir kötülüğe yol açtı. Ölüme hizmet etti. Belki Kenan bir iyilik figürü olarak hayatı güzelleştiren, kolaylaştıran ve gelişmemizi sağlayan bir şeylere yol açmadı. Fakat bunun karşıtı bir şey de yapmış değil. Bir insanın kötülüğüne neden olacak hiçbir şeyi görmüyoruz onda. Ne “Yavrucuğum...” yaşamımızı kısıtlıyor ne boğuyor ne de parçalıyor. Yani topluma dönük menfi hiçbir şey yok Kenan’da. Bunu anlayabildiğimiz an hem yaşadığımız hayata hem de örneğin modern şiire, modern edebiyata veya modern sinemaya girmiş oluyoruz.

Üstelik Kenan’ın gemiye binmeme nedeni herhangi bir çıkar çatışması da değil. Hatta babasının söylemiyle elinde hiçbir şey kalmayacak, hiç olacak. Bu yüzden ortada kendi çıkarını diğer her şeyin üzerinde gördüğüne dair bir emare de yok. Dediğim gibi ortada bir insanın, bir adamın, bir erkeğin yalnızlıktan ve aşksızlıktan kaynaklanan çıkarsızlığı var. Belki de bu yüzden ona tarihin ilk “yabancılaşmış” kişisi/ figürü bile diyebiliriz. (50 Kuşağı öykücüleri onu ele aldılar mı hiç? Ya da İkinci Yeni. Hatırlamıyorum...) Çünkü örneğin Kabil açıkça kötü bir insandı. Habil’i öldürmesinin nedeni ne yalnızlık ne aşk ne de maddi karşılığı olmayan herhangi bir şeydi. Kabil açıkça çıkar kovalamış, kendini bu uğurda üstün görmüş ve Allah katında da üstün olmak, daha doğrusu, gözde olmak istemişti. Böylece bilinçli bir şekilde birini öldürdü. Kötülük tam anlamıyla budur.

Tam anlamıyla budur diyorum, çünkü her ne kadar yukarda soyut bir kavram desem de, diğer birçok kavrama göre epey somut bir şey kötülük. Çünkü kötülüğün çıktıları yani doğurduğu zararlar çok rahat bir şekilde gözlemlenebiliyor. Dışa, topluma dönük. Bu anlamıyla da diğer soyut kavramlara nazaran daha nesnel diyebiliriz. Kenan ile Kabil arasındaki fark da burada başlıyor işte. Kenan’ın kötülüğü -eğer kötü diyeceksek tabii- yalnız kendisiyle başlatıp biten bir şeydi. Ama Kabil’inki, o ilk günden beri, insanlığı ve toplumu şekillendiren en önemli eylemlerden biri oldu. Öyle ki hemen her anlatı ve metin bugünkü kötülüklerin hep Kabil soyundan gelen insanlarla gelişip yayıldığını söyler. Yezit de bu soydandı Bush da. Bu açıdan bakınca Kenan’a üzülürüz bile. Son bir şarkı deriz, böyle bitmemeliydi bu maç deriz. Ama Kabil, Yezit ya da Bush’tan bahsedince etimizle kemiğimizle tiksiniriz. Midemiz kalkar ve nefret ederiz. Hatta aynı duyguları, onları sevenlere ya da hürmet edenlere de besleriz. Çünkü en nihayet kötülük, Hobbes’un dediği gibi insanda nefret ve tiksinti uyandırır. Siz Kenan’dan tiksinen ve nefret eden bir topluluk gördünüz mü? En fazla hafife alırız onu, peygamberin/babasının gemisine binmedi diye. En kötü ihtimal, aşağılarız falan.

***

Kenan ve Kabil’i kıyasladığımızda şu gerçekle karşılaşıyoruz: Kötülük hemen her zaman kurumsaldır. Bugün Yezit’e ve Bush’a Kabil soyundan geliyor dememiz bu kurumsallığın ifadesidir. Yani bugün tek tek Nazi askerlerinden bahsetmiyoruz da Nazi zihniyetinden bahsediyoruz. Bu anlamıyla Kenan’ın yaptığı, herhangi bir kurumsal harekete, olaya, yapıya neden olmuş değil tarihin hiçbir döneminde. Kabil de Yezit de Bush da kendilerini hep kusursuz görüyorlardı, görüyorlar. Bu da bizi kötülükle ilgili bir başka gerçeğe götürüyor: Kötü, kendini her zaman kusursuz görür. Evet, kötüler kendilerini kusursuz görür; kendilerine doğru’yu, iyi’yi gösterene öfke duyar ve saldırırlar. Ama Kenan’da bunu göremeyiz. Aksine Kenan kendisinin kusurlu olduğunun farkındadır. Herkes çift ise sorun bendedir der. Sorunu kendi başına halletmeye, başka kimseye tebelleş olmadan çözmeye çalışır. Kimseye saldırmaz ve yaptığı şey en fazla kavminden uzaklaşıp/ kaçıp başka bir kavminden/topluluktan bir kadına gönlünü açmak olur. Kabil örneğinde ise tam tersi. Kusuru kendinde değil kardeşinde arar Kabil. Hatta babasında. Sonuçsa malum.

***

Bugünün mekanik akılcı, bireyci ve kayıtsız insanı ya kurt olmak istiyor ya kuzu. Eskiden hem kurt hem de kuzular öyle ya da böyle kendilerine bir önder ararlardı. Öyle bir önder ki tek bir sesle ve sözle her istediğini yaptıracak... Kurt zaten saldırıyor. Kuzu da kolayca söze gelen, etkilenen yapısıyla tehlikelidir esasen. O yüzden bir ara nokta, gri bir alan, üçüncü bir yolu görmelerinin imkânı yok. Ama bugün geldiğimiz noktada ne kurt ne kuzu bir önder arıyor. Herkes önder. Parçalandıkça daha tehlikeli, keskin, hâl bilmez bir çirkinliğe evirilen insanın; yalnızlık, çıkarsızlık ve aşksızlıkla peygamberin/babasının gemisine binmeyi reddeden birini anlamasına imkân yok. “Manevi terapi”ye inanan bugünün kurt ve kuzularını bir dinleyin. Hepsi ya aforizma patlatırlar size ya atasözü. Fakat şunu biliyoruz ki atasözleri ve aforizmalar -bilhassa atasözleri- donmuş, hazırlop, insan ruhunu herhangi bir şekilde dikkate almayan genel geçer aptallıklardan öte hiçbir anlama gelmezler.

***

Yine de Kenan’a kötü diyeceksek ben o zaman İbn-i Sina’ya sığınırım. Ne diyordu İbn-i Sina, “dünyada hâkim ve yaygın olan iyiliktir. Kötülük ise iyiliğin karşında epey az. Ama az da olsa kötülük yararlı ve gereklidir. Çünkü insanlar Allah’ın hikmetlerini hiçbir zaman tam olarak kavrayamazlar.” İyi ve kötünün insanlığın daha ilk zamanlarından beri birbirlerini besleyen şeyler olduğunu unutmadan; hayatı, kötüleri ve kötülükleri buğzetmekle ya da “kötülüklerin büsbütün egemen olduğu/Namussuz bir çağ bu biliyorsun” demekle geçen biz Türkler için, Kenan’ın yalnızlığı, çıkarsızlığı ve aşksızlığında da bizim göremediğimiz belki birçok hikmet vardır. Belki... Nuh Nebi’nin umuduyla: “Yavrucuğum... “