Muhammedü'l- Emîn -Emanet, ticaret ve risâlet-
Evet, dünyaya gelen insan yavrusu pazara gelmiştir. Hayatın hangi yerinde olursa olsun her insan, hem tüccar hem de ticaretin mevzusudur. Bu ticaret ahireti de içine alacak şekilde insan hayatının tamamını kuşatan bir etkinliktir. Alışveriş dengesini tutturamayan insan kendi elleriyle kendisini cehenneme satmış olur.
"Nizâm-ı âlem alışveriş (kesb)tedir." Ünlü Hanefi fakihi Şemsüleimme es-Serahsî, İmam Muhammed'in Hanefî mezhebinin kurucu metinlerinden biri olan Kitâbu'l-Kesb'ine yazdığı şerhe bu sözle başlar. Hayat ticaretten ibarettir. Bütün kâinat alışveriş dengesi üzerinde döner. Toprak tohum alır, başak verir. Çayır yağmur alır, ot verir. İnek ot yer, süt verir. İnsan oksijen alır, karbondioksit verir. Hayatın yarısı almak, diğer yarısı vermekle geçer. Ticaret insanın varlıkla kurduğu ilişkinin adıdır. Kendi sınırlarının dışına her çıkışta ticaret yapar insan. Ahlâk dediğimiz şey, insanın bu alışveriş dengesini istenilen ölçüde tutmasından başka bir şey değildir. Bundan dolayı Hz. Ömer, huzurunda birini metheden kişiye onunla alışveriş yapıp yapmadığını, para ilişkisine girip girmediğini sorar. Adam o kişiyle herhangi bir alışverişi olmadığını söyleyince, adaletin timsali "sen daha onu tanımıyorsun" der. (Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ) Buna komşuluk ve yolcuğu da ekler ki bu iki durum alışverişin yoğun olarak tecrübe edildiği yerlerdir.
AHLÂK VE ADALET KISTASI OLARAK TİCARET
Alışveriş dengesi, ferdin ahlâk ölçüsü olduğu gibi toplumda da adaletin kıstasıdır. Ahlâk ve adalet aynı şeyin farklı tezahürleridir. Fertteki ahlâk toplumda adalet olarak tecelli eder. Alışveriş dengesi bozulmuş insan ile alanı ve vereni arasındaki farkın uçuruma dönüştüğü toplum aynıdır. Adil düzen, alınan ile verilen ya da alan ile veren arasındaki dengenin bozulmadığı toplumsal yapıyı ifade eder. Alışveriş nizamının bozulması insanın felaketi anlamına gelir. Eğer bu düzen alan lehine bozulursa mülkiyet felaketi doğar. Daha doğrusu bu mülkiyet, felaket doğurur. Alan lehine bozulması ise acziyet felaketini intaç eder. Mülkiyetin felaket olması insanoğlunun en büyük trajedisi olan, bir şeye sahip olma ve sahip olduğu şeyi elinde tutması için hırs göstermesine sebep olur. Hâlbuki hayatın devamı devinime bağlıdır. Çünkü zayıf bir insan noksan bir evrende varlık bulur. Bu noksanlık doğal bir iş bölüşümünü icbar eder. Bulut yağmur verir, toprağın işini görür. Ormanlar buluta hizmet eder. Çiçek arıya polen verir. Arı poleni alır, bal yapıp geri verir.
Kâinattaki her şey, ihtiyacını gidermeye ve bir ihtiyacı görmeye programlıdır. Söz konusu devinim hayatın içinde de câridir. Herkes hayatın içinde hissesine düşen mevkide bir diğerinin işini görerek devinime hizmet eder. Bir insanın kıymeti toplumsal iş bölümünde üzerine düşen yeri ne ölçüde doldurduğuna bağlıdır. Çünkü her varlık, üzerine düşeni yerine getirdiği nisbette noksanlığı gidermiş olur. Noksanlık bu dünyayı öteden ayıran en önemli taraftır. Bu yüzden ticaret bu âlemin varoluşsal etkinliğidir. Kuran birkaç yerde ahirette ticaretin olmadığını söyler: "İman eden kullarıma söyle: Alım satımın bulunmadığı, dostluğun fayda vermediği o gün gelmeden önce namazlarını dosdoğru kılsınlar. Onlara verdiğimiz rızıklardan Allah rızâsı için gizli ve açık harcasınlar." (İbrahim, 31) Ahirette alım satım yok, çünkü noksanlık yok. Cennet, nimetlerin mükemmel olduğu; cehennem ise azabın noksansız olduğu yerdir. Bir eksiklik olmayınca bir alışverişe ihtiyaç da olmaz.
Eğer bu devinim sekteye uğrar ve mülkiyet tek bir elde birikerek alışveriş arasındaki denge bozulursa, noksanlık bir başka taraf için kalıcı olur ki bu da insanın diğer felaketi olan acziyeti doğurur. Acziyet felakettir; çünkü alışı olmayan her türlü verme eylemi tükeniş demektir. Hâlbuki hayatın ilk yasası yaşamın devamıdır. Yok olmaya terk edilmiş olan iradeli canlı, en güçlü iç güdüsü olan var olma dürtüsüyle yok etmeye yönelir. Bu da kâinatın nizamının bozulması anlamına gelir. Sadece bu âlemin değil, ahiret âleminin nizamı da ticarete bağlıdır. Dünya ahiret muvazenesinde bile bir alışveriş söz konusu: "Allah müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır." (Tevbe, 111) "Ey iman edenler, sizi elem verici azaptan kurtaracak ticareti göstereyim mi?" (Saf, 10) Nizâm-ı âlem için gönderilmiş en güzel tüccar şunu söyler: "Her insan (her gün) sabah kalkıp (pazara çıkar), nefsini satışa arz eder. Kimi onu âzâd, kimi de helâk eder." (Müslim; Tirmizî)
Bu anlamda evet, dünyaya gelen insan yavrusu pazara gelmiştir. Hayatın hangi yerinde olursa olsun her insan, hem tüccar hem de ticaretin mevzusudur. Bu ticaret ahireti de içine alacak şekilde insan hayatının tamamını kuşatan bir etkinliktir. Alışveriş dengesini tutturamayan insan kendi elleriyle kendisini cehenneme satmış olur. Bir başka batık tüccardan daha bahseder kelam-ı kadîm. O, dünyayı alıp ahireti veren kişidir: "İşte onlar, ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir." (Bakara, 86)
TİCARETİN TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMLERE ETKİSİ
Nizâm-ı âlem ticarette oluyorsa, demek ki tüccar âleme nizam veren kişidir. Tarih boyu bu gerçek hiç değişmemiştir. Toplumsal dönüşümlerin birçoğu tüccarlar eliyle gerçekleşmiştir. Bürokratlar mevcut durumun muhafazasından yanayken tüccar hep değişimden yana olmuştur. Başta söylediğimiz gibi, ticaret hayatın akışkanlığını ifade eder. Tüccar yaşamdaki devinimi sağlamak zorundadır. En büyük gelişmelere, en köklü devrimlere tüccarlar öncülük etmiştir. İnsanlık şehir yaşamına tüccarlar vasıtasıyla geçmiştir. Tarihin en kritik dönemeçlerinde tüccarların rolü büyüktür. İlk Müslümanların şehrin önde gelen tüccarları olması bunun en önemli göstergesidir. Yeni dünyanın kurulmasında da önemli yeri olan kıtaların keşfi, yine tüccarlar sayesinde gerçekleşmiştir.
Siyaseti uzak tutmayalım. Ona da ticaret yön verir. Çünkü gerçek siyasî dahiler tüccarlardır. Siyaset yapmak için ticarî bilgi ve tecrübe gerekmez, fakat ticaret için siyaset bilgisi şarttır. Her tüccar siyaset bilir, fakat her siyasetçi ticareti bilmez. İnsan kazanmak için mal ve para kazanmanın bilgisine ihtiyaç olmaz, lakin mal ve para kazanmak için insanı tanımak zorunludur. İnsanı ikna etmek her şeyden önce onun yönelimlerini, zaaflarını ve ihtiyaçlarını bilmeyi gerektirir. Tüccar hep ileriye bakar. Henry Luce'e kulak verelim: "Ticaret diğer bütün işlerden daha fazla gelecekle ilgilidir. Bitmeyen bir hesaplama süreci ve ileri görüşlülüğün pratiğidir."
O hâlde tüccar feraseti yüksek adamdır. Bin bir olasılığı hesap etmek ve ona göre pozisyon almak zorundadır. Önemli bir noktaya daha temas ederek bu kısmı geçelim. Ticaret salt iktisadî bir etkinlik değil, aynı zamanda toplumların her türlü iletişiminin vasıtasıdır. Tarih boyu mal ve düşünce akışı paralel olarak seyretmiştir. Uzak Doğuyu Batı'ya bağlayan en eski ticaret yolları olan Baharat ve İpek Yolu aynı zamanda Doğu-Batı arasındaki fikir geçişlerine zemin olmuştur. Dolayısıyla tüccarlar aynı zamanda yaşadıkları dönemin bilgili ve görgülü insanlarını temsil etmişlerdir. Montesquieu Kanunların Ruhu kitabında şunu söyler: "Nerede yumuşak huylu insanlar varsa, orada ticaret vardır. Nerede ticaret varsa, orada insanlar yumuşak huylu olurlar." Tüccar sınıfının hoşgörü sahibi olması, birbirlerinden farklı toplumlarla muhatap olmasından kaynaklanır. Farklılıklara açık, değişik düşüncelere mülayim olmaları bundandır.
Ahirette alım satım yok, çünkü noksanlık yok. Cennet, nimetlerin mükemmel olduğu; cehennem ise azabın noksansız olduğu yerdir. Bir eksiklik olmayınca bir alışverişe ihtiyaç da olmaz.
EFENDİMİZİN RİSALET ÖNCESİ TİCARET HAYATI
Nizâm-ı âlem ticarete bağlıysa, nizâm-ı âlem için gönderilmiş insanın tüccar olması tesadüf olmasa gerektir. En güzel insanın peygamberlik öncesi mesleği ticaretti. Küçük yaşlarda ticarete başlamıştı. Bir mesleğe küçük yaşlarda başlamanın kazandırdığı mümareset kısa zamanda başarılı olmasına vesile oldu. Zaten ticaret aile mesleğiydi. Babası da bir ticaret yolculuğunda vefat etmişti. Kureyş'in Arabistan sınırlarını aşan ticaret imkânını bu aile sağlamıştı (ilaf). Yirmili yaşlara kadar amcalarıyla beraber çalıştı. Sermayesi tek başına bir kervan oluşturmaya yetmediği için ortaklıklar kurdu. O günün şartlarında ticari seyahat yağma, kervana saldırı gibi tehlikeler taşıdığından kervan büyüklüğüne uygun olarak silahlı bir koruma ekibi kurmak gerekiyordu. Ayrıca kılavuz, belli yerlerde ödenen geçiş vergisi gibi masraflar vardı. Bütün bunlar ortaklığı mecbur kılıyordu. Kimi zaman ortakları adına kendisi seyahate çıkıyor, bazen de sermaye koyup ortakları seyahate çıkıyor, o Mekke'de kalıyordu.
Ortaklarından biri Kays b. Saib idi. Efendimizden şöyle bahseder: "Ben ondan daha hayırlı bir ortak görmedim. Eğer şirket adına seyahate o çıkarsa, dönüşte evine girmeden bana gelir, ayrıntısıyla hesap verir ve beni memnun edip sonra evine giderdi. Yok, eğer ben çıkarsam, döndüğümde diğer ortaklarım mal ve kârla ilgili şeyler sorarken, o benim hâlimi hatırımı sorardı." Hz. Peygamber de bir defasında yanında Kays b. Saib'den övgüyle bahsedilince şöyle buyurur: "Ben onunla ortaklık yaptım. Ne kadar dürüst bir adam olduğunu bilirim." (Ahmed b. Hanbel) Bir başka ortağı Abdullah b. Ebu Hamsa, Efendimizle ilgili hatırasından bahseder: "Biz onunla ortaklık yapmıştık. Benim bir miktar alacağım kalmıştı. Alacağı tahsil etmek üzere bir yerde buluşmaya sözleştik, fakat ben gidemedim. Ertesi gün de gidemedim. Nihayet üçüncü gün gittiğimde kendisi oradaydı. Üç gün üst üste gelmiş, aynı yerde beni beklemişti. Buna rağmen bana sadece "Beklettin beni ey genç." dedi. (Ebu Davud)
EMANETTEN SİYÂDETE TİCARETİN KAZANDIRDIKLARI
Efendimizin kurduğu ortaklıklar onu hem önemli bir tüccar kılmış hem de güvenilir biri haline getirmişti. Ona "el-Emîn (güvenilir)" lakabı verilmişti. Zaten bu vasıf sadece bir tüccara verilebilirdi ki o gün bir anlamda güvence belgesi özelliği taşıyordu. Ayrıca herkes tarafından güvenilir olduğu tescillenmişti. Bir tüccarın güvenilir oluşu başka sınıftan birininkine benzemez. Çünkü güven, güvensizlik potansiyeli ile orantılıdır. Herhangi bir iş yapmayan birinin yanlış yapması zaten mümkün değildir, fakat sürekli güven gerektiren bir işle iştigal edip "güvenilir" vasfını hak etmesi onda üstün bir ahlâkın varlığını gösterir. Alfred Adler'in tespiti önemlidir: "Karakter, toplumsal bir kavramdır. Bir karakter özelliğinden söz açılabilmesi için insanın çevreyle ilişkisinin göz önünde tutulması gerekir."
Ticaret aynı zamanda Efendimizin Mekke dışındaki Araplarla ilişki kurmasına vesile oldu. O günün dünyasında kabile sınırlarını aşmanın tek yolu bu meslekti. Efendimiz ticaret sayesinde bütün Arap yarımadasına yayılmış olan kabilelerle birebir temas kurma, onları tanıma fırsatı bulmuştu. Suriye, Irak, İran, Yemen, Mısır, Habeşistan ve Yemame gibi Arabistan'ı çevreleyen önemli bölgelere seyahat etme imkânı oldu. Hatta İslam'ın ilk yıllarında müşrikler Kuran'ı Yemame'deki Rahman denilen bilge birinden öğrendiğini iddia etmişlerdi. Bu iddiaya verilen cevaplarda Yemame'ye hiç gitmediği şeklinde bir itiraz göremiyoruz. Hatta bir defasında Abdulkays kabilesi heyeti Medine'ye gelmişti. Peygamber Efendimiz yaşadıkları yerle ve bazı kişilerle ilgili ayrıntılı şeyler sorunca, kabile reisi Abdullah b. Avf el-Eşec kendileri ile ilgili nasıl bu kadar şey bildiğini sorunca "Sizin memleketinize çok gidip gelmişliğim vardır.
O yörenin halkının cömertliğini iyi bilirim" buyurdu. Panayır faktörünü de ilave edelim. Ticaret vesilesiyle Efendimizin panayırlarda bulunma fırsatı olmuştu. Buralar sadece ticaret mekânları değildi. Orada şairler şiirlerini serd eder, hatipler hitabelerini irad ederdi. Ticaret kadar kültürel ve sanatsal aktivitelerin de canlı olduğu mekânlardı panayırlar. Efendimiz gençlik döneminde mal alım satımı için geldiği panayırlara peygamber olduktan sonra İslam'ı anlatıyordu. Kabileleri çok iyi tanıması, panayırların iç işleyişini çok iyi bilmesi, İslam'a davete ön hazırlık olmuştu onun için. Hayatının en önemli dönemlerini ticaret yaparak geçiren bu insan güzeli, kırk yaşından sonra yine insanlara bir şeyler vermek ve onlardan bir şeyler almak için yaşamaya devam edecekti.
NİZÂM-I ÂLEMİN GEREKLERİ
Mekke'deki panayır günlerinden birinde Efendimiz Medine'den gelen heyete İslam'ı anlatınca, karşısındaki tüccarlar "Peki bunun karşılığında bize ne var?" diye sordular. Yani "Evet, bizden istediğin şeyi anladık. Peki, bize bunun karşılığında ne vaat ediyorsun?" diye soruyorlardı. "Emin tüccar" hiç tereddüt etmeden bu ticaretten cenneti kazanacaklarını müjdeledi. Onlar da ellerini uzattılar ve Akabe Biatı gerçekleşti. Biat, malum "bey" kökünden gelir. "Bey" alışveriş demektir. Yesribliler kıyamete kadar kimseye nasip olmayacak bir kazançla memleketlerine döndüler. Hermann Hesse'nin ifadesiyle "Herkes kendisinde olan şeyi verir. Savaşçı güç verir, tüccar mal, öğretmen ders, köylü pirinç, balıkçı da balık." Vermek ve almak insan olmanın, hatta var olmanın bir mecburiyetidir. Çünkü nizâm-ı âlem ticarettedir. Nizâm-ı âlem görevlendirilmiş kişinin feraset ve kiyaset sahibi bir tüccar olması ne kadar manidar değil mi?