Muhammed Ali’ye veda ederken aklımda kalanlar: Bir yumruğun anatomisi
Hayatının en önemli kararı olan İslam’ıseçmesini, 22 yaşındayken MalcolmX’in de izlediği bir maçta SonyListon’u devirdiğinde açıkladı, bütünspor kamuoyu tarafından kariyerininbittiği düşünülecekti. Kariyer hiç birzaman umrunda olmadı. Siyahi birMüslümandı ve hep öyle kaldı.
“Boks yapmak hiçbir şey demek değil, kana susamış insanları tatmin etmekten başka. Ben artık o Kentuckyli Zenci Cassius Clay değilim. Ben artık dünyaya aidim. Siyah ve Müslüman dünyaya. Pakistan, Cezayir, Etiyopya bundan böyle her zaman benim yurdum olacak. Bu paradan çok daha önemli bir şey.”
Muhammed ALİ
Yönetmen Takashi MİİKE ‘’Neyi vardı bu adamın, Çok mu yakışıklı, çok mu iyi bir oyuncu? Neden bu kadar çok sevildi?’’ sorusunu Bruce Lee için sorduğunda, dünya ara duraklarda bekleme yapmadan çok bildik bir hızla ilerliyordu.
Bu sebeple verilen cevabın içeriği ister istemez 3. Dünya’yı da kapsayacaktı. Evet, Brece Lee bir Asyalıydı ve başka biriymiş, başka bir şeymiş gibi davranmadı. Ne ise o oldu. Miike’ye göre; Bruce Lee’nin sırrı buydu yani kim olduğunu biliyordu. Bu sır üzerine yaşadı ve öldü. Aynı soruyu Muhammed Ali için de sorabiliriz. Neyi vardı bu adamın, çok mu yakışıklı, çok mu iyi bir sporcu, çok mu iyi bir boksördü? Neden bu kadar çok sevildi? Nasıl bütün bir dünyayı arkasından ağlatmayı başardı? Neyi vardı bu adamın? Tam yerinde bir soru.
Başlığım şöyleydi; Ali; Allah’a Adanan Yumruk. Efsaneleşmiş bir hayatı bundan daha iyi anlatacak bir ifade bulunamazdı herhalde.
6-7 yıl önceydi galiba, İhtiyar dergisinde Muhammed Ali’yle ilgili bir şeyler yazmıştım. Başlığım şöyleydi; Ali; Allah’a Adanan Yumruk. Efsaneleşmiş bir hayatı bundan daha iyi anlatacak bir ifade bulunamazdı herhalde. Elbette sahibi ben değildim. Başlık Mustafa Kutlu’ya ait. 1973 yılında Hareket yayınlarından Bekir Toprak mahlasıyla çıkmış, isim açısından da muazzam bir biyografik kitabın adı. 1973. Ali’nin hepimizin adına attığı yumruklarının yankısının Türkiye’yi sarıp sarmaladığı ve büyük bir akis bulduğu yıllar. Adanmış sporcu, boksör Muhammed Ali, hayal kurabilen son Türk’ün hemen yanı başında İstanbul seferinde. Gözümün önünde Erbakan ve Muhammed Ali’nin camideki hallerini ‘anlatan’ o fotoğraf karesi. Elleri dizlerinde, gözleri dalmış, kahverengi takım elbiseli, mütebessim bir siyahi adam. Etrafı beyaz adamlarla çevrilmiş ve gayet mutlu. Kardeşleriyle omuz omuza olmanın asaleti –nerden baksan- duruşuna da yansımış.
Muhammed Ali’nin Ayasofya meydanında toplanan büyük kalabalığı gördüğünde gözlerinin dolmasını, Alex Haley’in Roots / Kökler kitabında insanın kanını donduracak ayrıntılarıyla anlattığı büyük kölelik trajedisiyle açıklayabiliriz. Bu tek başına yeterli olmayacaktır ama, trajik yılların devamında gelen 1960’ların ırkçı Amerikan politikasının doğurduğu sistematik ‘büyük öteki’liğe, siyah ve Müslüman olmaya çoktan adım atmıştır çünkü Ali.
Amerikalı bir gladyatör: Muhammed Ali
Boks, güçlü olanın değil ‘iyi’ olanın kazandığı kanlı bir müsabaka. Nam-ı diğer yumruk dövüşü. İnsanlık tarihinin hafızasında yaklaşık 3 bin yıllık bir yeri var. Roma olimpiyatlarındaki adı Pygme or Pygmachia. Gladyatörlerin hatta imparatorların bile büyük ilgi gösterdikleri boks sporu, kendi tarihselliği içerisinde -müsabaka sırasında insan yüzünün şekli değişime uğradığı için- Tanrıya hakaret edildiği iddiasıyla tamamen yasaklandığı bir döneme bile sahip.
Böylesi bir altyapıya sahip, böylesi bir kültürel aktarımla mündemiç boks sporu, özgün tarihi ve ortaya çıkış gerekçeleriyle, geçmişte olduğu gibi, modern dönemde de Müslüman dünyanın yakınlık duyduğu, teşvik ettiği, icra ettiği bir spor dalı olmaktan uzaktır. Hayvanların, kıstırıldığı arenalarda birbirlerine saldırmaları gibi, vahşi ve anti-estetik bir düzlemin içinden okunabilecek 7 metrekarelik ring alanında yaşananlar, sporun ruhunu yaralayan ve insani olandan ayrılan bir yeri de işaret eder. Kaba şiddetten zevk alma duygusunun, ilkel dürtülerin tatmin edilmesi ve taze kan kokusunun cezbediciliği gibi insanın doğasıyla ilgili bazı arka bahçeleri dolaştığı elbette bir sır değil.
Boksun seyir zevki aynı zamanda bir kahraman kült’ünün de altını çizer. Batı uygarlığının zihin yapısına ‘uygun’ bir kült, yani ‘kuvvetlinin zayıfı insafsızca ezmesi’ finaline dayanan vahşice bir yücelik. Kahramanın acımasızlığından zevk duymak, zayıf olanı lanetleyip, güçlü olanı övmek. Gladyatör kültürü, modern boks tarihini ve boks sporuna duyulan ilgiyi besleyen kadim bir altyapıdır. Arenaların tek hakimi olduğunu söyleyen ve dövüşmeyi çok seven Muhammed Ali’yi böylesi bir denklemde hangi tarafa koymamız gerekiyor o halde?
- O Amerikalı bir gladyatör falan değil, popüler endüstrinin içinde onun kurallarına tabi olarak kendi kimliğini inşa etmeyi başarmış oldukça zeki bir boksördü. Zayıf olana yaşama hakkı tanımayan kapitalizmin ringlerdeki temsilcisi ya da neferi olmadı. İmajını hiçbir zaman piyasalara satmadı.
Muhammed Ali kendi zorlu hayatının kahramanıydı ve bir çıkış yolu olarak tercih ederek çıktığı vahşi arenaları, ruh, dans ve estetik kavramlarıyla tanıştırdı. En azılı rakipleri bile onu çok sevdi. Ring dışında rakipleriyle her daim dost oldu. Hayatının -devrim niteliğindeki- en önemli kararı olan İslam’ı seçmesini, 22 yaşındayken Malcolm X’in de izlediği bir maçta Sony Liston’u devirdiğinde açıkladı, bütün spor kamuoyu tarafından kariyerinin bittiği düşünülecekti. Kariyer hiçbir zaman Muhammed Ali’nin umursadığı bir şey olmadı. Siyahi bir Müslümandı ve hep öyle kaldı. Sam ve Tom isimli iki büyük Amca’nın tahtını tekmelemekten hiç çekinmemişti bu yüzden. Harriet Beecher Stowe’un 1852 yılında yayımlanan çoksatar romanı Uncle Tom’s Cabin / Tom Amca’nın Kulübesi bu minvalde çok şey söylüyordu. Bu kulübede ikamet eden -Malkım X’in House Nigger diyerek nokta atışı bir tabirle kavramsallaştırdığı- beyazlara sadakat öneren işleyişi, aciz köle Tom Amca karakteri özelinde yıllar sonra ‘benim adım ne, söyle Tom Amca’ diyerek yumrukladığında, ‘tavrı’nın ne olduğu konusunda herkesi ikna etmeyi başaracaktı Muhammed Ali.
O Amerikalı bir gladyatör falan değil, popüler endüstrinin içinde onun kurallarına tabi olarak kendi kimliğini inşa etmeyi başarmış oldukça zeki bir boksördü.
Zayıf olana yaşama hakkı tanımayan kapitalizmin ringlerdeki temsilcisi ya da neferi olmadı. İmajını hiçbir zaman piyasalara satmadı. Nike ya da Adidas’ın yüzü değildi, açık pazar olmayı reddetti ve sponsorların kuklası olmaya hiç heves etmedi. Herşeyini kaybetmeye hazırdı ve kaybetti de. Her zaman yeniden başladı ve hayatı boyunca mucizelerin peşinden koştu. Modern gladyatör modeli’nin de ayarlarını bozdu. Ve nihayet mucizenin bizzat kendisi oldu.
Yeşil berelilerin baladı değil, Ali'nin şarkısı!
Muhammed Ali’nin yumrukları kadar meşhur olan politik çıkışları, bir poz ya da PR ürünü işler değil, hiç kimsenin cesaret edemeyeceği kadar yürek işi meselelerdi. İnanmadığı hiçbir şeyi yapmayan/ söylemeyen bir adamın sonsuz özgüveniyle ‘geveze’ ve öfkeliydi, mermi gibi konuşuyordu. Öfkesi kışkırtılmış bir öfkeydi. 1966 yılında Amerika’da en çok çalınan plak “Yeşil Berelilerin Baladı”ydı mesela. Ama Muhammed Ali bu şarkıyı söylemeyi reddederek, Vietnam katliamcılarının sesi olmayı reddetti. Lanetli bir Amerikalı olmayı göze alarak kendi şarkısını söyledi. Malcolm X onun hakkında şöyle şeyler söylüyordu; “Gücü elinde tutanlar, başarılı bir şekilde, özgüveni olmayan ve pasif bir Amerikalı siyahî imajı oluşturdular. Ancak Cassius bu siyah imajının tam zıddı olarak ortaya çıktı. En muhteşem olduğunu söyledi. Her şey onun aleyhineydi ama o kazandı ve kendisini favori görmeyenleri daima üzdü. Şampiyon oldu. İnsanlar kendilerini Cassius’la ve onun ortaya koyduğu siyah imajıyla bağdaştırmaya başlayınca bunun kendileri için sorun olacağını düşündüler. Çünkü sokaklarda ‘En büyük benim!’ diyen siyahlar olacaktı.”
Miike’nin sorusuna tekrar dönecek olursak. Neyi vardı bu adamın, çok mu yakışıklı, çok mu iyi bir sporcu, çok mu iyi bir boksördü? Neden bu kadar çok sevildi? Muhammed Ali’yi asıl önemli yapan şey, ringlerdeki başarısından ziyade; cesareti, kimliği, korkusuzluğu, pes etmeyişi ve zulmün çarkına tükürüşüydü zaten. Müslümandı ve hiçbir zaman başka biriymiş, başka bir şeymiş gibi davranmadı. Ne ise o oldu. En önemli sırrı buydu yani kim olduğunu biliyordu. Yoksa ne dünya, ne de Amerikan spor tarihinde Muhammed Ali ilk siyahi boksör falan değildi. Ali’den önce ringlerde nam salan, efsane olmaya aday birçok boksör vardı, onlardan birinin, yani büyük siyahi boksör Henry Amstrong’un trajik hikâyesinden de bahsetmek gerekir.
- Çıktığı her maçı kazanan, hiçbir rakibine yenilmeyen, üç kez dünya şampiyonu olarak yenilmez armada sayılan şampiyon Henry’in nakavt ettiği her beyaz, siyahların ördüğü özgürlük duvarına okkalı bir tuğla oluyordu.
Siyahların insan olarak görülmediği bir dönem için müthiş bir psikolojik moral. Beşinci sınıf vatandaşlar olarak yaşamaktan bıkan siyahlar, ‘Şampiyon Henry’ gibi beyazları devirebileceklerine ve kölelikten kurtularak özgürleşebileceklerine inanmaya başladıklarında FBI durumu fark edip çoktan devreye girmişti bile. ‘Yenilmezsen aileni öldürürüz’ tehditlerine pabuç bırakan Henry, ringlerden çekilerek heyecanlı bir uyanışı bitirecekti. Yıllar sonra kendisini; “unvanımı kaybettim ama ailemi kurtardım.” diyerek savunmasının hiçbir anlamı olmadığını o da biliyordu. Gördüğü ilk baskıda, aldığı ilk tehditte pes etmişti çünkü. ‘Şampiyon Henry’ bir figürdü, Sam Amca’yı kararlı görünce çomağını saklayan niceleri gibi bir figür. 400 yıllık esir hayatına devam etmeyi tercih etti Şampiyon Henry. Oysa Muhammed Ali tek tabanca olsa da, yalnızca kendi olarak kaldı ve öyle yaşadı. “The Rock / Kaya” lakaplı Haşim Rahmani örneği bu anlamda oldukça dikkate değer bir güzelliktedir. Amerikalı, siyah, Müslüman, boksör ve 2 kez dünya ağır sıklet şampiyonluğunu elde etmiş, üstelik Baltimore’lu öteki. Ve Lennox Lewis’i gibi bir efsaneyi beşinci rauntta bir sağ yumrukla nakavt ederek adını boks tarihine yazdırmış biri. Kâğıt üzerinde Muhammed Ali’den hiçbir farkı yok gibi görünüyor. Oysa bırakın gündemimize girmeyi, tanıyan hatta yaşadığını fark eden bile çıkmadı bugüne kadar. Haşim Rahmani başarılı bir Müslüman boksördü, ama o kadar işte. Hepsi o.
Muhammed Ali, herhangi bir kültürel ya da geleneksel aidiyetimizin olmadığı boks sporuna kattığı olağanüstü şiirsellikle, ücra bir kasabadaki ahalinin televizyondaki Amerikalı kahramanından mahrum kalmasına gönlü elvermeyerek, kahvehanesini sabahın dördünde açan adamların kalplerini kazanmayı başarmıştı, onları kavgasına ortak etmeyi başarmıştı. Batılı Rock gruplarının şarkılarından, alevi ozanlarının sazlarına kadar uzanan geniş bir aralıkta söylenmişti Ali’nin şarkısı. Kendi özgün yorumu ve kişiliğiyle bezenmiş yumruklarını Anadolu’nun dağ köylerine kadar ulaştıran, 7 metrekarelik evine hepimizi misafir eden ve kariyeri boyunca kafasına yediği 29 bin yumruğu tüm sevenleri adına kabul eden siyah ve şair bir Amerikalı. “Ben Allah ve halkım için dövüşüyorum, şöhret ya da para için değil. Kendim için değil, sosyal yardımlarla yaşayan, gelecekleri olmayan, ayyaş ve uyuşturucu müptelası haline gelmiş siyahlar için dövüşüyorum. Ben Allah’ın siyasetçisiyim’’ diyen bir Amerikalı.
Ali, Bomaye!
Muhammed Ali kusurluydu, mükemmel değildi, insani zaafları vardı, hataları oldu, bedelini ödedi. Çok çile çekti, 29 bin yumruk yedi. Kariyeri üç kere bitti. Hiç pes etmedi. Afrika ve Doğu’yu gezdi. Müslüman dünyayla eldivenleri arasında oldukça işlevsel bir köprü kurdu. 12 yaşındayken çalınan ve boksa başlamasına sebep olan o güzel bisikletini bir ömür arasa da, hiçbir zaman bulamadı ama kendisini buldu. Muhammed Ali oldu. Geriye okunmaya değer bir alt metin bıraktı. Yumruklarının taşıdığı mesaj ve anlam tüm dünyayı kapladı. Devasa karizmasına karşılık olarak Rocky Balboa isminde karton bir kahraman bile üretildi. Rocky plastik bir imaj kahramanı, Ali samimi ve gerçek bir idoldü. Sinema perdesindeki Apollo Creed elbette Ali’ydi. Ama herkes bilir ki, Muhammed Ali, Rocky’iyi tek yumrukta yere sererdi.
Muhammed Ali kökleriyle olan bağını hiç koparmadı. Öngörülü ve bilinçli bir siyasi akla sahipti. Gana’nın efsanevi anti-emperyalist lideri ve Afrika’nın Birliği kurucusu Kwame Nkrumah ile tanıştı. Belçikalılara direnen meşhur Kongolu bağımsızlıkçı Patrice Lumumba’yı hatırlattı. Bu hamleleri Malkım sayesinde öğrenmişti. Hep sağlam durdu. Tarkovski nasıl kamerasıyla 20. yüzyılın şiirini yazmışsa, aynı yüzyılda Muhammed Ali de eldivenleriyle daha büyük bir şiiri inşa etmeye koyulmuştu. Ali, gladyatör ahlakını, kapitalizmi ve Amerikan aklını temsil etmedi, bunları reddetti, onun temsil ettiği değerler 22 yaşında kalbinde gerçekleştirdiği devrimin ayak seslerinden ibaret oldu her zaman.
Zaire / Kinşasa’da George Foreman ile yaptığı maçta stadyumu dolduran on binlerce siyah adamın hep bir ağızdan “Ali, Bomaye! /Ali, gebert onu!” diye bağırarak tempo tutturmalarındaki ‘öfke ve temsil’ geriye bıraktığı o büyük alt metne dâhildir. Muhammed Ali 3 Haziran 2016’da şimşek kıvamındaki gözlerini -ebedi âlemde açmak üzere- bir süreliğine kapattı. Şurası kalp yorucu bir gerçek ki, onun gibisi bi daha gelmez. Hikâyesi de elbette bizim büyük hikâyemizdir. Ne hazin, galiba yaşayan son büyük kahramanımızı da kaybettik. Menzilin mübarek olsun ya Ali!