Mîsâk-i Mi̇llî, beka belgemizdir
Misak-i millî ve i̇stiklal marşi, mustafa budak’a göre türk toplumunun bekasinin iki teminati niteliğinde. ‘milli yemin’ anlamina gelen misak kavramindan yola çikarak yaşadiğimiz coğrafyadaki varoluş mücadelemizi, bariş şartlarimizi, ulus devlet ve ulus alti yapi dizayni arasinda gidip gelen bati güçlerinin sinirlarimizdaki faaliyetlerini, ve nihayetinde bütün bunlarin i̇stiklal marşi ile bağlantisinin mahiyetini, cins için konuştuk.
Misak-ı Milli ve İstiklal Marşı… Bizi biz yapan iki farklı değeri zikrediyoruz. Birini Osmanlı’nın son Meclisi, diğerini Türkiye’nin ilk Meclisi kabul ediyor. Misak-ı Millî ile başlayalım. Son Osmanlı Mebusan Meclisinin temsil gücü bakımından, Misak-ı Milli’nin kabul edilmesi Osmanlı açısından nelere sebep oldu? Misak-ı Milli, yani ‘milli yemin’ hangi şartlar altında edildi?
Misak-ı Millî’yi anlamak için, Misak-ı Millî’nin kabul ve ilan edildiği dönemi hakkıyla bilmek gerekiyor. Malum Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesini imzalamıştı. 1. Dünya Savaşı yeni kaybedilmişti.Bu mütarekenin ilk sonuçlarından biri de savaşın galibi olan İtilaf Devletleri’nin, yani İngiltere, Fransa ve İtalya’nın, Anadolu ve Doğu Trakya topraklarını işgal etmesi olmuştu. Mütarekenin ikinci sonucu, işgallere karşı Anadolu’da zaman zaman yerel nitelikli karşı direniş başladı. Biz bunlara ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ adını veriyoruz. Tabi bu gelişme yaşanırken uluslararası alanda da mücadele etmemiz gerekiyordu. 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı toplandı. Yani bu konferans, galip devletlerin, 1. Dünya Savaşı kazananlarının muhalif devletlere dikte ettirecekleri Barış Antlaşmaları esaslarını belirlemek ve anlaşmaları imzalamak üzere toplanmıştı. Bu toplantıya, sözünü ettiğimiz İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Japonya’nın yanı sıra; Osmanlı Devleti toprakları içerisinde yaşayan Kürtler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler propaganda amaçlı, kendi projeleriyle, kendi talepleriyle katıldılar. Gelgelelim burada sadece Türkler ve Osmanlı Devleti yoktu. Ancak altı ay sonra bu toplantıya katılabildiler. Lakin Osmanlı Devleti sadece dinlemek amaçlı davet edilmişti. Talepleri müzakere etmek gibi bir durum söz konusu değildi. 1920 başlarına geldiğimizde bu sürecin bir devamı olarak, artık İtilaf Devletleri olan üç devlet; İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin geleceği, İstanbul Boğazlarının statüsünün ne olacağı gibi hususlarda kendi aralarında görüşmelere de başlamışlardı. İşte Misak-ı Millî vesilesiyle, bir taraftan Anadolu’da işgallere karşı direniş hareketleri devam ederken; uluslararası alanda da Osmanlı Devleti’nin geleceği ile ilgili (Osmanlı’yı dışarıda bırakarak) birtakım planlar, hazırlıklar yapılmaktaydı.
Misak-ı Milli’yi o dönem şartları içerisinde ele aldığımızda bir çeşit ‘meydan okuma’ metni de diyebiliriz sanırım. İstiklal Harbi’nin manifestosu olarak görülüyor çünkü… Bir çeşit varoluş mücadelesinden bahsediyoruz aslında.
Tam olarak böyle. Bütün bunların bir hasılası olarak, son Osmanlı Mebusan Meclisi, çoğunluğu Müdafaa grubu, Anadolu hareketinin mensubu olan, Mustafa Kemal Paşa’nın desteklediği ‘Müdafaa-i Hukuk’ grubu üyeleri olan kişilerin de içinde bulunduğu bir komisyon marifetiyle, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde, 28 Ocak tarihinde, meclisin resmi olmayan -çünkü yaptığımız araştırmalarda gizli ya da açık hiçbir oturumun yapılmadığını biliyoruz- yüz yirmi bir milletvekilinin imzasıyla Misak-ı Millî beyannamesi kabul edilmiş.17 Şubat 1920’de de meclisin bir toplantısında gündem dışı olarak bu konu gündeme getirilmiş. Üçüncü seferde oy birliğiyle Misak-ı Millî beyannamesi bütün dünyaya ilan edilmiş.
Şimdi bunu nasıl anlamamız gerekir?
Misak-ı Millî’nin kelime anlamı ‘Millî yemin’ demektir. Ama, bunun dışında kavram olarak ne anlam ifade ediyor dediğimizde, sözlerimin başında söylediğim, Osmanlı Devleti’nin mağlup olduğu savaş sonunda, ülkenin geleceğinin tehlikede olduğu görünen bir vasatta, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, bu Osmanlı Devleti hakkında birtakım planlar yapanlara: yani İngiltere, Fransa, İtalya gibi devletlere, kendi barış şartlarını ortaya koymuş. Yani Misak-ı Millî’nin birinci anlamı, Osmanlı Devleti’nin barış şartları manasını taşımaktadır.
Misak-ı Millî Türklerin yemini dedik. Barış şartları muhtevasını biraz daha açabilir miyiz?
Misak-ı Millî her şeyden evvel bir beyannamedir, bunu böyle görmek lazım. Tabii bunu bağımsızlık bildirisi olarak da anlayanlar var, yorumlayanlar var. Ama kanaatimce, Misak-ı Millî’nin birinci anlamı, Osmanlı Devleti’nin bu bahsettiğim süreçteki durumunu göz önüne alırsak, barış şartları demektir. Metni incelediğimizde, başlangıç kısmındaki ifade, mealen söyleyecek olursam, “devlet ve milletin geleceği için, kalıcı barışı temin hususunda, bizim yapabileceğimiz fedakarlığın azami noktası, aşağıdaki şartlardır, bunun dışında gelişecek en ufak bir madde bizim için ölüm demektir” anlamına gelen bir söylem ve üslup içermektedir. Burayı yorumladığımız zaman görüyoruz ki, burada artık bir varoluş mücadelesi gündeme gelmiş demektir. Bunu belki günümüzde çok kullanılan ifadeyle, Misak-ı Millî’yi dönem itibariyle hem Osmanlı Devleti’nin hem de Osmanlı Devleti’nde yaşayan Osmanlı İslam nüfusunun bir beka meselesi olarak anlamak gerekir. Yani buna bizim için hayat memat meselesi denebilir, varoluş mücadelesi denilebilir, beka meselesi denebilir. Ben beka kavramını daha çok tercih ediyorum. Bir beka anlamı taşıdığını, bu niyetle bunun hazırlandığını görüyorum. 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi de bu Misak-ı Millî beyannamesini kendi mücadele döneminde bir rehber, bir hedef program olarak almış ve uygulamıştır. Nitekim Nutuk’ta Mustafa Kemal Paşa, Misak-ı Millî için Millî Mücadelenin hedef programı olarak tanımlama yapmıştır.
Şu ana kadar Misak-ı Millî için hem bir yemin hem bir manifesto hem de bir barış şartı dedik…
Tabii o dönemde gücümüz yok ama şunu söylüyoruz Batılılara; diyoruz ki evet zor durumdayız, işgal altındayız ama bizim devlet ve millet olarak var olabilmemiz için şu şartlar geçerlidir. Bizden bunun ötesinde bir şey talep etmeniz demek, bizim için ölüm demektir. Yani kırmızı çizgilerimiz var. İşte devlet ve millet olarak Osmanlı Mebusan Meclisi, devletin ve milletin kırmızı çizgilerini, beka çizgilerini belirlemiştir. Bu anlayış, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından da aynen kabul edilmiştir. Nitekim, TBMM’nin Birinci Hükûmetinin programında (2 Mayıs 1920 tarihli bir programdır) aynen şu ifade geçer: “Bizim maksadımız, hedefimiz, Misak-ı Millî çerçevesinde Türkiye’nin istiklalini sağlamaktır.” İstiklal için şart, Misak-ı Millî’nin temininden geçmektedir. Meclis de bu hassasiyetin duyarlığını bütün milletvekilleri, bütün dış politika süreçlerinde, gerek Türk- Sovyet görüşmelerinde gerek Türk - Fransız görüşmelerinde ve en sonunda Lozan müzakerelerinde ilk andan itibaren, Kasım 1922’den onay sürecine kadar (Ağustos 1923’e kadar), bütün o süreçlerde, milletvekillerinin çoğunluğunun hareket noktası Misak-ı Millî’ye bu süreçlerde uygun davranılıp davranılmadığı olmuştur. Milletvekilleri hükûmeti ciddi manada eleştirmiştir. Yani onların da hareket ve eleştiri noktası ve eleştirideki ana kriteri, Misak-ı Millî maddeleri olmuştur.
Az evvel dediniz ya, İstiklali kazanmanın şartı Misak-ı Millî diye… O zaman bu bağlamda İstiklal Marşı’na bir metin olarak baktığımızda, İstiklal Marşı’nın yazılması açısından Misak-ı Millî ile aralarında bir bağlantı var mı?
Şöyle bir bağlantı kurabiliriz; Misak-ı Millî de İstiklal Marşı da Anadolu’da işgale karşı mücadele eden, varlık mücadelesi veren milletin iki çeşit beka belgesidir. Misak-ı Millî siyasi anlamda bir beka belgesidir. İstiklal Marşı da sosyolojik anlamda bir beka belgesidir. Bakarsanız kavramlarda ve literatürde bunu görürüz. İstiklal Marşı’nda geçen vatan, din, istiklal, millet kavramları sosyolojik bir gerçekliği işaret eder. Bundan dolayı, kanaatim odur ki, Misak-ı Millî siyasi anlamda bir beka belgesidir. İstiklal Marşı da sosyolojik anlamda bir beka belgesidir. Dolayısıyla ikisi de beka özelliği taşımasından dolayı da ortak özelliklere sahiptir ve ikisi de aynı dönemin ürünüdür. İstiklal Harbi Millî Mücadele’nin iki önemli siyasi ve sosyolojik belgesidir. Ben öyle değerlendiriyorum.
Bir ‘millî yemin’den söz ediyoruz ya. Bugünün üzerinden konuşacak olsak, bu ‘millî yemin’i eden millet, hala yerinde duruyor mu? Ve bu yemin geçerliliğini hala sürdürüyor mu?
Millî Yemin dediğimizde, bu yemin Son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından kabul ve ilan edilmiştir. İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Millî’yi kendine bir hedef program olarak, bir hedefler manzumesi olarak kabul etmiştir ama bilinenin aksine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bunun üzerine bir yemin edilmemiştir. Bu sanki varmış gibi algılanıyor, edilen yemin Misak-ı Millî üzerine yemin değil, farklı zamanlarda Ankara’ya gelebilen seçilmiş Milletvekillerinin yeminleridir. Yani TBMM’de bir yemin olayı söz konusu değildir. Bunun bilinmesinde fayda vardır. Şimdi o hedefler, yani Misak-ı Millî’de var olan hedeflerin bugün de devam edip etmediğini düşündüğümüzde, soruyu şöyle sormak lazım, acaba aynı tehlikeler, yani varoluşumuza ilişkin tehlikeler günümüzde de devam ediyor mu?
Bunu soralım hocam evet. Varoluşumuza ilişkin tehlikeler bugün de devam ediyor mu?
Evet, tabii ki ediyor. Çünkü, Birinci Dünya Savaşı sonucunda şartlara bakıldığında, Lozan’a kadar devam eden savaş sonrası uluslararası düzen kurucularının çıkarlarına göre tasarlanmış bir yakın doğu coğrafyası görüyoruz. Orada da önemli olan petroldü. Petrolün dünya pazarlarına ulaşım kanallarının kontrolü amaçlanıyordu ve bunu yapabilmek için de büyük imparatorluk yapılarının İtilaf Devletlerine karşı olanların bertaraf edilmesi gerekiyordu. Nitekim bu sebepten Osmanlı Devleti ortadan kaldırıldı. Tarihe mal edildi. Günümüzde ise, soğuk savaşın sona ermesinden sonra uluslararası siyasette artık imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin kurulması amaçlanmıştı. Şu anda ise ulus devlet yapıları uluslararası sistemin egemen güçlerinin işlerine gelmiyor, çıkarlarına ters geliyor. Dolayısıyla ulus devlet yapılarının bertaraf edilmesi, ‘ulusaltı’ yapıların oluşturulması amaçlanıyordu. Çünkü kontrol edilmesi ancak o süreçte mümkündü. Dolayısıyla dikkat ederseniz 89’dan sonra, Soğuk Savaş sona erdikten iki yıl sonra körfez savaşı başladı. Balkanlar’da Yugoslavya dağıldı. Sovyetler Birliği dağıldı. Kafkaslar’da üç tane yeni devlet çıktı. Irak’ın işgali 2003’te gerçekleşti. 2011’den itibaren de Suriye bir iç savaşa sürüklendi.
Şimdi bu gelişmeler zaman içerisinde, 2023’ten geriye doğru bakıldığında, Türkiye’nin varlığını tehdit eden birtakım süreçleri de tetikledi sanki hocam…
Çok doğru. Uluslararası güçler eskiden klasik anlamda kendi askerlerini kullanmaya çalışırken, günümüzde eskisinden farklı olarak, aracı unsurları kullanmaya başladılar. Terör örgütlerini kullanmaya başladılar. Dolayısıyla, Türkiye’nin güney bölgelerinde; Irak’ta, Suriye’de, terör örgütlerinin varlığını Türkiye kendi siyasal varlığına, toprak bütünlüğüne bir tehdit olarak algıladı ve beka meselesi olarak algıladı. Dolayısıyla Türkiye’nin 2016’dan sonra gerçekleştirmiş olduğu Suriye’deki üç askeri harekât bununla alakalıdır. Yani Türkiye bunu varlığına, bekasına bir tehdit olarak algıladığı için birtakım harekatları gerçekleştirmiştir. Bundan dolayı Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2016 yılında bir üniversitenin açılış toplantısında şöyle bir konuşma yapmıştır: Eğer bizim Irak’ta ve Suriye’de niye var olduğumuzu anlamak istiyorsanız, bir beka belgesi olan Misak-ı Millî’yi okumalısınız…
Türkiye tam yüz yıl sonra, yine kendi bekası için mücadele ederken, tekrar Misak-ı Millî’yi gündeme getiriyor. Unutulmamış bir yemin, belge, manifesto… Artık ne dersek…
Ben bunu sürekli söylüyorum, Cumhurbaşkanımız da devletimiz gibi bunu bir beka meselesi olarak algıladı ve dolayısıyla içinde bulunulan bu beka problemini bir başka dönemin beka belgesi üzerinden anlaşılmasını topluma salık verdi, tavsiyede bulundu. Aslında doğru bir tavsiye. Çünkü benzerlikler söz konusu. Tarih tekerrür eder mi denir ya hani. Bir söz vardır ya, ders alınsaydı tarih tekerrür eder miydi diye… hakikaten içinde bulunulan zaman dilimi kendine mahsus özellikler taşımakla beraber, tarih yeniden tahakkuk ediyor. Yine petrol son derece önemli; Irak işgalinden sonra petrol bölgelerini yine Amerikalılar kontrol etti, Suriye’de de şu anda petrol bölgeleri yine Amerikalıların kontrolünde, ve yine dikkat edilirse yüz yıl önce mücadele edilen coğrafyada, bugün Türkiye bir kez daha varlık mücadelesi veriyor. Bakınız açın tarihi haritalara; Misak-ı Milli’den Lozan’a İdealden Gerçeğe Türk Dış Politikası adlı kitabımda da haritalar var. Haritada geçen yer isimlerini ben size söyleyeyim. Size hiç yabancı gelmeyecek.
Siz söylemeden ben söyleyeyim, Elbab, Cerablus, Afrin, İdlib, Kerkük, Musul, Telafer…
Bakın benden önce dediniz. Yüz yıl önce de biz burada varlık mücadelesi verdik çünkü. Üstelik farklı olarak o topraklar bizim topraklarımızdı. Osmanlı devletinin topraklarıydı. Osmanlı devleti kendi topraklarında varlık mücadelesi veriyordu. Çünkü toprakları işgal edilmişti. Yüz yıl sonra, bu topraklar Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları dışında, yine sosyolojik anlamda bize yakın olan unsurlar içeriyor. Kürtler, Araplar ve özellikle Türkmenler… bu coğrafyanın ana unsurlarını teşkil ediyorlar. Ama buralarda şu an Türkiye’nin varlığını tehdit eden yapılar varlık gösteriyorlar. Bütün bu unsurlar oradaki varlıklarını, Türkiye’nin varlığına bir tehlike; bir tehdit oluşturduğu için Türkiye o askerî harekatları gerçekleştirdi. Ondan dolayıdır ki yeniden Misak-ı Millî gündeme geldi. Ben, Misak-ı Milli’den Lozan’a İdealden Gerçeğe Türk Dış Politikası adlı kitap çalışmasına başladığımda yıl 1995’ti. Birinci Körfez Savaşı başlamıştı. Musul ve Kerkük Türkiye’nin gündemine yeniden girmişti. Misak-ı Millî’nin yeniden tartışıldığı bir dönemde, ben de çalışmamın temel problemini oluşturdum ve dedim ki, madem bu kadar yüz yıl sonra bu kavramlar dile geliyor, acaba Misak-ı Millî kavramı hangi şartlar içinde teşekkül etmiştir?
Özellikle iç ve dış siyasi hatlarda…
O soruyu kendime sordum ve cevabını da işte bu kitapta bulmaya çalıştım. Yani tarihin tekerrür ettiğini bize bir kere daha, olaylar göstermektedir ve Türkiye o varlığıyla aslında tarihi reflekslerini de göstermektedir. Ben hep konferanslarımda, konuşmalarımda bir şeye dikkat çekiyorum. Biz orada var olurken yok ederek, imha ederek var olmuyoruz. Amerika’nın, Avrupalıların yaptığı gibi girdiği yerleri yok eden, imha eden bir devlet görüntüsünde değiliz. Girdiğimiz yerlerde insanı merkeze alan, düzen kurucu özelliklerimiz yeniden tezahür ediyor. Ecdadın yaptığı gibi. Gittiği yeri yıkan değil, ihya eden. Oraya huzur getiren, düzen kuran bir özelliğimiz var. Bugün de aynısını yapıyoruz. Bugün Amerika Afganistan’a girdi, 20 yıl kaldı. Afganistan’a yıkımdan başka ne getirdi? Hiçbir şey getirmedi. Irak’ı 2003’te işgal etti, Irak bugün Saddam’ı arar hale geldi. Hakeza Suriye, biz 2016’da girdik. Bugün Fırat Kalkanı bölgesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti küçük bir devletçik oluşturdu. Yani kaymakam atadı, güvenliğini sağladı. Sonra bir toplumda, devlette, ülkede olması gereken bütün kurumları ihdas etti. Önce idari teşkilatını kurdu, daha sonra sağlık teşkilatı kurdu, posta teşkilatı kurdu, eğitim kurumları ihdas etti. Bildiğim kadarıyla Gaziantep Üniversitesi’ne bağlı yüksekokullar açtı. Yanılmıyorsam, ya açıldı ya açılacak, yakın gelecekte Fırat Kalkanı bölgesinde müstakil bir üniversite açılması fikri de var. Bakınız biz yedi yıldır oradayız, düzen kuruyoruz; Amerikalılar 2003’ten beri Irak’talar, oraya yıkımdan başka bir şey vermiyorlar. Dolayısıyla biz, düzen kurucu özelliğimizle, yine 2016 sonrasında yeniden tezahür eden bir niteliğimizdir bu… Batılılarla olan farkımızdır. O sebepten girdiğimiz coğrafyalarla beraber, Türkiye’nin aranan, iş bilen bir ülke olması da, zannediyorum ki bizim o düzen kurucu yaklaşımımızın, karşımıza gelen insanları insan olarak kabul eden tavrımızın bir sonucu olsa gerek. Bu deprem dolayısıyla, zannediyorum bir İspanyol uluslararası ilişkiler uzmanının yorumu vardı… Diyor ki, “gördük ki deprem dolayısıyla en fakir Afrika ülkeleri bile Türkiye’ye yardım etmek için büyük çaba gösterdiler. Bu da Türkiye’nin bu ana kadar Afrika’da izlediği insani diplomasinin sonucudur”… Tam bu şekilde yorum yapıyor. İşte bu, bizim Türkiye’nin düzen kurucu yaklaşımının bir neticesi. Birinci Dünya Savaşı sonucunda şartl ara bakıldığında, Lozan’a kadar de vam eden sa vaş sonrası ul uslararası düzen kuruc ularının çıkarlarına göre tasarl anmış bir yakın doğu coğrafyası görüyoruz.