Modern Sancıların Kıskacında Müslüman Aile

Modern Sancıların Kıskacında Müslüman Aile
Modern Sancıların Kıskacında Müslüman Aile

Hâlbuki aile, Müslüman birliğinin ilk ve aslî parçası, bu bakımdan da mukaddes müesseselerinden bir tanesidir. Aile birliğini ve yapısını muhafazanın, ferdi ve cemiyeti muhafaza ile ayrılmaz bir bağı vardır.

“Modern dünya” tabiri pek çok insan için müspet çağrışımlara sahip, güzel bir terkip olabilir. Zaten asrîliğin hiçbir güzel yanı olmadığı söylemek makul ve mümkün de değildir. Fakat modernizmin kadim olanı ve kadimle bağı bulunan hemen her şeyi zemmetmek, kemâli daima ânda ve istikbalde arayan mantalitesi, insanı tabiî bir şekilde maziden, değerlerinden, inançlarından kopararak seküler bir zihne ve hayata sürüklemektedir. İsmail Fennî Ertuğrul merhum Lûgatçe-i Felsefe isimli eserinde “sekülerizm” kelimesini “Her şeyi hayat-ı dünyeviyyeden ibaret addetmeye bir meyil.” olarak tanımlar. Ardından “Dünya hayatını ebedî olan uhrevî hayatın yerine ikâme edip, inâyet-i İlâhiye yerine ilmi kabul etmektir.” diye de bir tasrihatta bulunur.

İnsanları “modern ve seküler” düşüncenin ağına sürükleyen, onu mukaddes ve mübarek görmelerine sebep olan pek çok âmil bulunmaktadır. Mesela “bilimcilik” bir din hâline gelerek dine kafa tutuşun daha doğru bir ifadeyle; yeni bir dinin temsil alanı olmuştur. Öte yandan buna eşlik eden teknolojik icatlar, tıbbî keşifler ve bunlarla beraber yükselen refah, insanların bilime, teknolojiye, tıbba yani özünde bilime, daha ötesinde şimdinin değer yargılarına ve doğru kabullerine ihtimam göstermelerine sebebiyet vermiştir. Tüm bunlar, İsmail Fennî’nin de belirttiği gibi “Dünya hayatını uhrevî hayatın yerine ikâme etmek.” için nefslerin arayıp da bulamadığı bir gerekçe olmuştur.

İnsanın, bilhassa inançlı ve dahi Müslüman insanın modern, seküler temayül karşısında kendi inanç, değer ve doğrularını muhafaza etme, yaşama ve geleceğe taşıma düşüncesi ciddi bir buhran hâline gelmiştir. Söz konusu buhran günün meselesi, taze bir hâdise değildir. Osmanlı’nın son döneminden itibaren “cemiyette kadının yeri”, “miras taksimi”, “insan hakları”, “din-bilim çatışması”, İslâm mâni-i terakki midir?”, “Müslümanların geri kalış sebepleri” gibi başlıklar altında tartışılmaya ve çözüm aranmaya çalışılan şey aslında işbu buhrandır. Said Hâlim Paşa’nın Buhranlarımız isimli eserinin tesmiyesine de sirayet eden bu hâl, özünde neyi nereye koyacağımızı tespit düşüncesi ve arayışının bir tezahürüdür.

Modern dünyanın sancaktarlığını yapan Batı’da bu düşünce belli aşamalardan geçerek bu merhaleye geldi. Evvela din ile hesaplaşma adı altında zaten muharref olmuş ve tâbir caizse yıkılması kolay olan Hıristiyanlığı kenara ittiler. Oradaki beyanların zaaflarını ve günün hakikatlerine uygun olmadığını kabul ederek “demitolojizasyon” kabulü etrafında kümelenip inandıklarını iddia ettikleri kitabın mitolojik bir anlatı nesnesi olduğunu ikrar ettiler. Dolayısıyla Batılı nezdinde din ile bilimin tearuzu diye bir müşkül kalmıyor, bilim yani ânın ve istikbalin hakikat kabulü daima dinin beyanına galip gelecek bir mevkiye erişmiş oluyordu. Bilime yüklenen kudsiyetle birlikte önünün açılması pozitivizm ve ampirizm gibi felsefî ekollerin teşekkülüne ve büyümesine vesile oldu. Bilim dinden ayrılmaya başladığında ise Abdurrahman Taha’nın belirttiği gibi “bilgi de ahlâktan ayrılmaya” ve acımasız bir güç hâline gelmeye başladı. Sanayi İnkılabı’nın neticesinde büyüyen sömürgecilik ve sömürü düzenini tesis edebilmek için bilgi gücü ile yapılan vahşet, bilginin modern dünyada ahlâktan ayrıldığının en açık resmi olmuştur.

Kazanmak, müreffeh bir hayat sürmek, güce hâkim olmak için her yolu mübah kabul eden ahlâksız bilgi evvela “ben-merkezci devletler” peyda etti ve milliyetçiliği körükledi. İş burada kalmadı ve ardından “ben-merkezci” insan idealini kutsayarak Hümanizm ve özgürlük davasını insanlığa pazarladı. Artık evvela ve yalnızca kendini düşünen, kendi refahı, gücü, mutluluğu için bilgiyi ahlâksız bir enstrüman olarak kullanmaktan çekinmeyen, ahlâka dair her davet ve teklifin hasmı mankurtlaşmış bir zümre meydana geldi.

Batı merkezli olarak dünya böylesi bir savrulmadan geçerken, Batı tesirinde kalan çevreler başta olmak üzere pek çok vesileyle bu tavır maalesef İslâm dünyasına da intikal etti. Müslümanlar bu hercümerç içerisinde kendi değerlerini muhafaza etmenin gayretine düştüler. Fakat bu savrulma, ilk bakışta fark edilmese dahi, en çok aile müessesesini yıprattı. Kendi dünya görüşünün ürünü olan teknolojiyi her tarafa pazarlayan Batı; cemiyetten kopuk, kendi mutluluğunu merkeze alan, bunun için içinde bulunduğu cemiyetle ve o cemiyetin değerleriyle bağını koparmaktan tereddüt etmeyecek nesiller meydana getirdi. Yalnızca güçlü olmak, mutlu olmak, zengin olmak ideali etrafında kümelenen, ahlâktan kopuk bilgisini de işbu ideal için kullanan nesiller…

İslâm, Müslümandan ümmet olmayı, ümmet şuuruna mâlik olmayı, Müslümanlar arasında kardeşlik hukukunu hâkim kılmayı isterken; Müslümanlar arasına evvela kavmiyet fikri ile nifak girdi. Kendi toprak sınırları dışındaki Müslümanların ahvalinden bihaber, “ben-merkezci” devlet anlayışına ram olmuş bir düzen kuruldu.

İslâm, Müslümandan paylaşmayı, bilgiyi ahlâk ile tezhip edip, sahip olunan her nimeti başkaları için de sarf etmeyi, hemhâl olmayı, diğerkâmlığı isterken; Müslümanlar arasında “ben-merkezci” birey düşüncesi girdi. Bilgi ahlâktan koptu ve meselâ zevk doğrunun ölçütü hâline geldi. Var olan aileler birlik ve beraberliklerini, bir ekonomik dayanışma ve güç birliği derekesinde sürdürür oldular. Yeni aileler kurmak ise neredeyse imkânsızlaşmaya başladı. Çünkü hazcı dünya görüşünün cârî olduğu bir vasatta, kendisini başka insanlar (çoluk-çocuk, akraba) için herhangi bir yönden kısıtlamak kimseye doğru gelmez oldu. Hâlbuki aile, Müslüman birliğinin ilk ve aslî parçası, bu bakımdan da mukaddes müesseselerinden bir tanesidir. Aile birliğini ve yapısını muhafazanın, ferdi ve cemiyeti muhafaza ile ayrılmaz bir bağı vardır. Buna karşın her şeyi bir gün ile kutlamak âdetine sahip Batı’da ferdiyetçiliği besleyecek “kadınlar günü”, “doğum günü”, “babalar günü”, “insan hakları günü”, “özgürlük günü” gibi özel günler belirlendiğini, bu günlerin hakikaten kutlandığını görebilirsiniz. Ancak en küçük bir birliği vurgulayan- mesela “aile günü” gibi- bir özel günün belirlenip, hakikaten kutlandığını, ona ihtimam gösterildiğini göremezsiniz.

Meselenin bir başka önemli ayağı kadın meselesidir. Ailenin aslî parçası olan kadın üzerinden hem aile hem cemiyet hem de İslâm dönüşüme tâbi tutuldu. Kadının kadim zamanlardaki mevkii hor görüldü ve onun, ancak sosyal hayata karışıp çalışması, para kazanması hâlinde değerli olacağı, çünkü ben-merkezci bir özgüvenin “kendi ayakları üzerinde durmak” mottosu ile yürüyeceği fark edilmişti. Kadının evden çıkması, onun aileden uzaklaşması, evlatlarıyla mesaisinin minimize edilmesi demekti. Öte yandan Müslümanca yaşam için dizayn edilmemiş sosyal çevrenin içine dâhil olması, arzu ve heveslerinin değişmesi, zaafların büyümesi anlamına geliyordu. Fakat bu yola emeller açıktan ilan edilirse elbette kimse dâhil olmazdı. Feminizm cereyanı, kadını güçlü kılmak ülküsü etrafında aslında kadını maalesef ki modern ve seküler dünyanın bir parçası kılmanın vasıtası olarak kullanıldı.

Kadını erkekle, çocuğu ebeveynle eşitlemeye çalışan ve herkesi bu hülya ile aldatıp uyutan fakat eşitlik hülyasının yerine adalet hakikatini yerleştirmekten uzak Batı, ailenin tüm parçalarını da adaletle kendi mevkiine oturtamadı da her bireyi birbirine eşitleme davasını türetip eşleri ve çocukları âdeta birbirine rakip kıldı.

Batı merkezli bir eğitimden geçen çocuklar, hanenin en masum ve mustarip kadrosudur. Modern ve seküler dünyaya ait olmanın kodlarını daha okula adım attıkları ilk andan itibaren zihinlerine almakta ve İslâm’ın doğrularından adım adım uzaklaşan bir yolculuk izlenmektedir. Bilgiyi ahlâktan kopartmak ideali, “muasır medeniyetler seviyesine erişmek” düşüncesiyle zâhiren masum bir kılıf içinde tedavüle sokuluyor, İslâm’ı bir, Müslümanları birlik kılan her müessesenin köküne böylece dinamit yerleştirilmiş olunuyordu. Hümanizm bir yerden sonra şehvetperestliğe evrilmeye mahkûmdur. Çünkü bireyin bu kadar yüceltildiği ve onun özgürlüğünün, arzularının, beklentilerinin âdeta hiçbir frene tâbi tutulmadığı bir yerde netice ancak şehvetperestliktir. Bu ise cinsiyetsizlikten tutun çift yönelime değin her türlü sapkınlığın makul ve makbul bulunmasına, önünün açılmasına, toplumda yer bulmasına, hatta bunlara çanak ve alkış tutulmasına gitmek demektir.

Müslümanların, kendi kimliklerini ve benliklerini topyekûn değiştiren, aileyi, cemiyeti ve ümmeti günbegün zayıflatıp her türlü vahdet bilincini ortadan kaldıran tüm bu taarruzlara karşı tek silahı İslâm’ı anlamak ve yeniden ona sarılmaktır. İsmet Özel’in ifadesiyle söyleyecek olursak, Müslüman birey ve ailenin çıkış yolu “kalbine dön, eve dön” çağrısına kulak vermektir. Bilginin ahlâktan ayrıldığında bir afet, onun elinden geçenlerin bir enkaz olduğunu idrak etmektir.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım