Modern medeniyet, şiirsel duyarlılığın kaybolmasından mustariptir
Avrupa merkezli gurur ve kibir, İslami kaynaklar gibi diğer kaynaklardan gelen katkıların kabul edilmesine engel oldu. Ancak, Thomas Aquinas gibi Avrupalı düşünürler hem eski Yunan mirasını koruyan hem de bu mirası daha da geliştiren İslami düşünürlerin görüşlerinden yararlanmamış olmasaydı "modern zihne" sahip olmayacaktık.
Batı Düşüncesi Tarihi kitabının yazarı filozof ve kültür tarihçisi Richard Theodore Tarnas ile Batı düşüncesinin asli kaynaklarını, bugünkü durumunu ve Batılı düşünürlerin İslam düşünce mirasından beslendiklerini neden itiraf edemediklerini konuştuk.
Öncelikle Batı düşüncesini bizim için biraz özetleyebilir misiniz? Sizin açınızdan, güncel Batı düşüncesinin kaynağı nedir? Tarihsel süreçte bu düşünceyi hangi akımların, hangi düşünürlerin, hangi toplulukların, hangi inançların etkilediğini düşünüyorsunuz?
İlk sorunuz Batı Düşüncesi Tarihi'ni yazmamdaki amacı da açıklıyor. Bu yüzden size kısaca cevap vermek zor olacak; çünkü burada sorduğunuza vereceğim tam bir cevap kitabımın bütün alanını kapsıyor. Çok basit bir özetle, Batı düşüncesinin beslendiği iki kaynak vardır: Antik Yunan ve eski İsrail'de ortaya çıkan kültürel geleneklerdir. Bunlar da eski Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının şekillendirdiği daha uzak bir tarihsel geçmişten ortaya çıkmıştır. Batı'nın eski Yunan kaynakları, kozmosu yöneten ve bilgiyi mümkün kılan aşkın bir ilahi zekâ imgesi üzerine modellenen özerk insan zekâsı algısının oluşmasına yardımcı olurken, eski Musevi kaynaklar, dünyayı yaratan ve tarih boyunca eylemde bulunan aşkın bir ahlâkî irade olarak ilahi olanın imgesi üzerine modellenen özerk ahlâkî bir irade algısı oluşturmaya yardımcı oldu.
Helenistik Dönem'in ve Roma İmparatorluğu'nun sonraki dönemlerinde, Orta Çağ Avrupa medeniyetini şekillendirmeye devam edecek olan Greko-Romen geleneği ile Yahudi-Hristiyan geleneği arasında karmaşık bir etkileşim, gerilim ve sentez gerçekleşti. Bu noktada Batı kültürünün geleceğini mümkün kılmada çok mühim bir rol, yüzyıllar boyunca klasik Yunan mirasını taşıyan ve bir yandan kültürlerarası çeviriyi beslerken diğer yandan matematiksel ve bilimsel bilgiyi ilerleterek tek tanrılı dini ve rasyonel felsefeyi bir araya getirmek gibi birkaç önemli yol ile bu mirası geliştiren İslam ve Bizans düşünürleri ve gelenekleri tarafından oynandı. Orta Çağ Avrupası ve yeni üniversiteler tarafından taşınan güçlü Skolastik eğitim geleneği, "Rönesans", "Reform" ve "bilimsel devrim" olarak adlandırılan muazzam kültürel sarsıntılarda nihayet 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkan gelişmeleri besledi. Bu karmaşık dönüşüm dizisinden modern çağ ortaya çıktı.
Modernitenin kendisi, Aydınlanma ve romantizm arasındaki dinamik bir gerilim aracılığıyla kendini ifade eden ilginç bir kutuplulukla karakterize edildi. Aydınlanma rasyonel özerkliğe, bilime ve sekülerizme daha fazla odaklanırken; 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan romantizm, şiirsel hayal gücüne daha fazla değer verdi ve doğal dünya ve insan deneyiminin derinlikleriyle daha ruhani bir bilgiyle ilişki kurdu. Modern zihin özellikle Aydınlanma'ya sadık olarak görülebilirken, modern ruhun romantizme sadık olduğu söylenebilir. Tüm modernler bir dereceye kadar bu bölünmeyi kendi içlerinde taşırlar.
Peki Aydınlanma ve romantizm arasındaki bu bahsettiğiniz gerilim neeye sebep oldu?
Aydınlanma ve romantizm arasındaki dinamik gerilimin ve arkasında beliren bilim ile din arasındaki gerilimin post-modernizmin ortaya çıkmasına yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Modern endüstriyel uygarlığın doğal dünya ve insan ruhu üzerindeki etkisinin yıkıcı sonuçlarının tanınması, Avrupa sömürgeciliğine karşı küresel isyanlar, ataerkil sosyal yapılara ve düşünsel varsayımlara karşı feminist uyanış, insan davranışını ve bilincini şekillendiren derin bilinçdışı faktörlerin açığa çıkışı, tüm bunlar ve diğer birçok faktör, insan evriminin öncüsü olarak hizmet eden Avrupa-Kuzey Amerika medeniyeti ile önceki iyimser modern insanlık anlayışının kaçınılmaz rasyonel ilerleyişinin hegemonyasını derinlemesine sorguladı. Bizimki, kültürel dünya görüşleri arasında birçok temelin sorgulandığı bir geçiş dönemidir. Bu, derin bir belirsizlik atmosferi yaratsa da aynı zamanda yeni olasılıklar da yaratır. Yine şunu söylemek isterim ki, böylesine son derece karmaşık bir tarihi tanımlamayı neredeyse saçma bir şekilde basitleştiriyorum.
PLATONİZM, MADDİ OLANA KARŞI MANEVİ OLANI SEÇTİ
Grek düşüncesini başlangıç kabul edersek; olağanüstü olandan olağana, ilahi olandan dünyevi olana, mitik olandan kavramsal olana, şiirden düz yazıya doğru bir tanımlama yaptığımız bu serüvende tümellerin tikele doğru yol aldığını görüyoruz. Bu sürecin geleceği hakkında ne söylersiniz?
Benim düşünceme göre, Batı düşünce tarihinde güçlü ve daha büyük bir farklılaşma ve ardından sentez süreci işliyor, onu harekete geçiriyor ve onu bin yıl boyunca ince şekillerde şekillendiriyor. Yunan felsefesinin ortaya çıkışı, Karl Jaspers'in "Eksen Çağı" dediği şeyin bir parçasıydı, MÖ 5. ve 6. yüzyıllarda birkaç büyük medeniyette (dünya çapında insan bilincini derinden etkilemeye devam eden Çin, Hindistan, İran, Yunanistan, İsrail) meydana gelen büyük felsefi ve dinî dönüşümler dalgasıydı. Batı bağlamında, Platonizm özellikle etkiliydi. Platon, Pisagor gibi öncüllerine dayanarak, evrensellerin daha yüksek, daha manevi bir alanı ile daha düşük, daha az gerçek bir maddi ayrıntılar alanı arasında ayrım yaptı. Platonik vizyonda, tüm ayrıntılar kendi biçimlerini ve gerçekliklerini kazandılar çünkü evrensellerin yüksek gerçekliğine, aşkın fikirlere, arketipsel formlara katıldılar.
Bu nedenle, bu dünyadaki tüm güzel şeyler, yalnızca aşkın güzel fikrine katıldıkları için güzeldir. Aynı şekilde iyilik veya adalet veya geometrik formlar ve benzerleri gibi. Bu görüş içkin olana karşın aşkın olana, maddi olana karşın manevi olana, geçici olana karşın evrensel olana değer veriyordu. Ancak gerçekte, geçen yirmi beş yüz yıl boyunca, maddi ve geçici dünyanın önemini yükseltme ve tikel olanı evrenselden, somut gerçekleri ahlâkî-manevi değerlerden daha gerçek olarak görme eğilimi devam etti. İnanıyorum ki bu evrim, insan bilincini geçici yaşamımızın, bireyselliğin ve tikelliğin derin bir takdirine doğru hareket ettiren önemli bir adımdır. Bu eğilim, aşkın evrenseller tarafından önceden belirlenmiş olarak görülmeyen bir dünyada insan failliği duygusunu büyütmede de rol oynadı. Ancak, şimdi en iyi ihtimalle "öznel bir rahatlık", en kötü ihtimalle "baskıcı bir yanılsama" olarak görülen, daha yüksek bir manevi boyuttan yabancılaşmanın bedeli büyük bir şekilde ödendi.
Modern medeniyet, yalnızca öznel çıkarlara indirgenmiş metafizik tahayyülün ve şiirsel duyarlılığın belirgin olarak yoksullaşmasından muzdariptir. Benim fikrim, geleceğin, tikel olanı evrensele, kavramsal olanı mitik olana, zamanı sonsuzluğa yeniden bağlamaya yönelik artan bir dürtü ile şekillenecek olmasıdır. Ancak bu, yalnızca karşıtların gerilimini tutarak olabilir, tek taraflı bir şekilde bir kutba yönelerek değil. Böylece bu gerilimden yeni ve daha derin veya daha yüksek bir sentez ortaya çıkabilir. Bunun birçok cephede, kısmen farklı kültürel bakış açıları arasındaki etkileşim yoluyla gerçekleştiğini düşünüyorum; Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney, eski ile modern, dini ile bilimsel, ezoterik ile ekzoterik arasındaki etkileşimler gibi. Ama kolay elde edilen bir bütünlük olmayacak. Büyük bir doğum emeği gereklidir ve şimdiden gerçekleşmektedir. Ve her doğum, eski bir kimliğin ölümünü, büyümüş bir yapının sona ermesini gerektirir.
BATI DÜŞÜNCE TARİHİ, DESTANSI DRAMAYI TEMSİL EDİYOR
Sizin Batı Düşüncesi Tarihi çalışmanızda batı düşüncesini klasik aydınlanmacı anlayışın derinliksiz ele alma biçimine rastlamıyoruz. Kitabınız çok okundu, çok tutuldu. Ancak sizin bu eski tip anlayışa karşı olarak yaptığınız çıkış Batı'daki entelektüel iktidar tarafından nasıl karşılandı? Olumsuz eleştiri aldınız mı?
Şaşırtıcı bir şekilde, kitap otuz yıl önce yayımlandığında, genel basında neredeyse hep olumlu eleştiriler aldı ve bir dizi üniversitede konuşmaya davet edildim. Genel olarak kitap, okuyan halk ve yüksek öğrenimdeki profesörler ve öğrenciler tarafından olumlu olarak karşılandı. Yıllar içinde yüzden fazla üniversite tarafından çeşitli bölümlerdeki dersler için kaynak metin olarak benimsendi. Yine de kitabın akademik felsefe dünyasında hâlâ bir aykırılık olduğuna inanıyorum. Bunun bir nedeni, kitabı akademik uzmanlar yerine entelektüel genel bir okuyucu kitlesi için yazmış olmamdır. Bu yüzden de akademik disiplinler arasında birbirini anlamayı zorlaştırabilecek jargondan kaçınmaya çalıştım. Ayrıca tarihi, Batı düşünce tarihini karakterize eden hem sürekliliği hem de dramatik gerilimleri ve kopuşları ortaya çıkarmaya çalıştığım bir anlatı biçiminde anlattım.
Bunların her ikisi de felsefe hakkında yazmanın eski moda yollarıdır, sadece genel okuyucu için değil aynı zamanda anlatı tarzında yazılır. Batı düşünce tarihinin bir tür destansı dramayı temsil ettiğini düşünüyorum ve izole edilmiş fikirleri soyut bir şekilde yazarak bunun hakkını veremezsiniz. Ayrıca birçok akademik felsefe bölümü, felsefi fikirleri ve hareketleri anlamak için önemli olduğunu düşündüğüm, entelektüel tarihimizin manevi boyutunun önemi veya felsefe tarihinin kültürel dünya görüşlerinin, dinlerin, kozmolojilerin, edebiyatın ve sanatın daha geniş evrimine yerleştirilmesi gibi bazı özelliklerden rahatsız olma eğilimindedir. Bu yüzden kişisel olarak akademik dünyadan çok fazla olumsuz geri bildirim görmemiş olsam da kitabın bazı düşünürler ve okuyucular tarafından diğerlerine nazaran daha kolay benimsendiğine eminim.
MODERN ZİHİN, KENDİSİNİ, İLERLEMENİN SONUCU OLARAK GÖRDÜ
17. yüzyıldan itibaren "Aydınlanma"diye adlandırdığımız bir süreç var. Bu süreçte Batı düşüncesinin kadim köklerine bir karartma yapıldığı fikrine karşı bir şeyler söylemek ister misiniz? Ben açıkçası bu şekilde görüyorum. Batı düşüncesinin teolojik kaynaklardan beslendiği gerçeği karartıldı. Buna İslamî kaynaklar da dahil. Batı'da sanki İslam/Doğu düşüncesinin Batı düşüncesine katkısı yokmuş gibi bir bencilce bir görüş yaygın.
Aydınlanma ile ortaya çıkan modern zihin, dünyayı kavrayışının ve rasyonelliği gerçekleştirmesinin önceki dönemlerden veya diğer kültürlerden üstün olduğuna dair güçlü bir inanca sahipti. Bu kısmen bilimsel devrimin atılımlarından ve kısmen de demokratik devrimlerden ve sosyal ilerleme duygusundan kaynaklanıyordu. Modern medeniyet kendisini, daha fazla bilgi, özgürlük ve insanlık durumunun iyileştirildiği daha parlak bir dünyaya doğru doğrusal bir ilerlemenin sonucu olarak tanımladı ve daha önceki çağların karanlık cehaletini ve baskıcı kısıtlamalarını geride bıraktı. Seküler modernite, parlak Ortaçağ skolastiklerini dar görüşlü ve klasik Platoncu düşünürleri aldatılmış mistikler olarak düşünerek kendi geçmişini ve kendi köklerini değersizleştirdi.
Bir anlamda Aydınlanma'nın güçlü yeni ışığı, ondan öncekileri gizledi. Daha fazla bütünlüğe ve derinliğe sahip olan kaynakların bir tür tutulması (karanlığa bürünmesi) gerçekleşti. Dolayısıyla modernite, çoğu son derece dindar ve metafizikçi olan atalarının olağanüstü entelektüel başarıları olmadan asla ortaya çıkamayacağı için kendisini bile anlayamadı. Ek olarak, sizin de söylediğiniz gibi, belli bir Avrupa merkezli gurur ve kibir, İslami kaynaklar gibi diğer kaynaklardan gelen katkıların kabul edilmesine engel oldu. Ancak, Thomas Aquinas gibi Avrupalı düşünürler, hem eski Yunan mirasını koruyan hem de bu mirası daha da geliştiren İslami düşünürlerin görüşlerinden yararlanmamış olmasaydı "modern zihne" sahip olmayacaktık.
KUZEY AMERİKA'DA EN ÇOK ÇEVRİLEN ŞAİR, SUFİ RUMİ'YDİ
Özellikle Orta Çağ İslam düşünürlerinin Grek düşüncesinden beslendiklerin açıkça ifade ettiklerini görüyoruz. Örneğin 10. yüzyıl Müslüman filozof Farabi, Aristo için "Benim ilk hocamdır."der. Ama bu beslendiği kaynakları belirtme hususunda Batı düşünürlerinden aynı tavrı göremiyorum. Örneğin, John Locke Arapça bilen bir düşünürdü. Bunu elbette kaynakları okumak için öğrenmiştir, ticaret için olmasa gerek. Ama atıf konusunda Doğu kaynaklarına pek değindiklerini göremiyorum? Sizce bunun sebebi nedir?
Verdiğiniz Farabi örneği gibi, Orta Çağda Albertus Magnus ve Thomas Aquinas gibi önde gelen Avrupalı düşünürler ve erken modern dönemdeki Copernicus ve Kepler gibi düşünürler, Platon ve Aristoteles gibi eski Yunan düşünürlerine olan derin hayranlıkları konusunda oldukça netti. Bununla birlikte, modern dönem geldikçe, hiç şüphe yok ki, Avrupalıların açık kültürel ve entelektüel üstünlüğü konusunda baskın bir varsayım hüküm sürdü. Dolayısıyla hem geçmişin hem de diğer kültürlerin katkılarını küçümseme/ göz ardı etme eğilimi gösterildi. Yine de duruşun oldukça kökten değişmeye başladığına inanıyorum ve bunu hayatım boyunca gördüm. Batılı düşünürlerin ve filozofların eserlerinde Doğu kaynaklarını referans göstermediklerini söylediğinizde, son birkaç on yılda etkili Batılı düşünür ve yazarların, Asya kültürlerinden çeşitli düşünürlere karşı olan muazzam saygılarını düşünmeden edemiyorum.
1960'larda üniversitelere giden benim neslim, Ramana Maharshi, Gandhi, Lao-Tse veya D. T. Suzuki gibi Hindistan, Çin ve Japonya'dan Asyalı filozofların eserlerini okuyordu. 1990'larda Kuzey Amerika'da en çok satan şair, çeviri olarak Sufi şair Rumi'ydi. Avrupa ve Kuzey Amerika'daki eğitimli sınıfın önemli kesimleri arasında, Asya ya da Doğu düşüncesinin ve kültürünün Batılılardan daha derin olduğuna ve en azından Batı'nın tek yanlılığını telafi etmesi gereken bir kaynak olduğuna dair düşünceler mevcuttu. Yani kısmen hangi Batılı düşünürlere baktığınızın bir meselesi. Ancak birçok Batılı düşünürde kesinlikle Avrupa merkezli bir sapma var. Etnosantrik olmak, birçok toplumda var olan bir durum, ancak Batı önyargısını daha sorunlu ve tehlikeli kılan şey, Batı'nın bu önyargıları dünyanın geri kalanına empoze etme gücüdür.
TEKNOLOJİ, ÇIKAR İLİŞKİSİNİ DESTEKLER
Bugünün posizitivist Batı düşüncesinin teknoloji ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir araç olarak pozitif düşünceden destek gören teknoloji amaç hâline mi geldi? Teknolojinin insan üzerine ciddi bir tahakkümü var.
Homo Sapiens'in doğuşundan beri şu ya da bu şekilde teknoloji insan deneyinin bir parçası olmuştur. Ama açıkça, modern çağda, doğayı nesneleştiren ve insani değerleri altüst eden son derece indirgemeci bir düşünce tarzıyla desteklenen bir teknoloji tanrılaştırılması gerçekleşti. Teknoloji, kâra ve daha yüksek mallar üzerindeki güce değer verme eğilimini artırır. Doğal dünyaya ve birbirimize, hatta kendimize yönelik araçsal bir ilişkiyi destekler. Araçlar, amaçlara göre değerlendirilir. Açıkça entelektüel, ekolojik ve ahlâkî boyutları olan bir kriz içindeyiz. Ayrıca bilgisayarın, internetin teknolojik gücü, dijital araçlar ve sosyal medya aracılığıyla sürekli bilgi alışverişi, insan bilincini öngörülemeyen şekillerde dönüştürmeye başladı. Yine de teknolojiler, küresel bir pandemi sırasında birbirimizden ayrı ve tecrit edilmiş hâldeyken birbirimizle iletişim kurma becerimiz de dâhil olmak üzere insanlığa pek çok fayda sağladı. Ancak, bir yandan teknolojinin egemenliğine direnirken bir yandan onun armağanlarından nasıl yararlanılacağını bilmek büyük bir anlayış gerektiriyor. Gerekli olan şey, insan ruhunun tekno-tüketimci bir zihniyet tarafından sömürgeleştirilmesine direnmek için sürekli dikkat ve güçtür. Neyse ki, insan ruhunun tamamen sömürgeleştirmeye boyun eğmediğine dair işaretler var.
MODERN AYDINLANMA, PLATON'UN ALEGORİSİNİ ALT ÜST ETTİ
Ek bir soru olarak, Platon'un mağara alegorisinde tanımladığı "aydınlanma" ile post-modern dönemdeki "aydınlanma"yı karşılaştırabilir misiniz?
Bu çok ilginç bir soru. Platon'un mağara alegorisi, çoğu insanın duvardaki gölgeleri gerçeklik sanarak yanılsama mağarasını terk edebilen ve gerçek arketipik ışığın parladığı öteki taraftaki dünyaya girebilen ender bir bireyin aydınlanmasını tanımladı. Platon'un aydınlanması, dar bir maddi görünümler dünyasından daha yüksek bir ruhani hakikat ve ışık dünyasına bir özgürleşmedir. Bir anlamda, 18. ve 19. yüzyıllarda tam anlamıyla ortaya çıkan modern Aydınlanma, Platon'un alegorisini alt üst etti. Gölgeler mağarası şimdi eski dinsel batıl inançların ve bunun ötesinde daha ileri bir dünyaya inanç dahil olmak üzere baskıcı geleneklerin mağarası olarak görülüyordu. Mağara dışındaki aydınlanmış modern durum ise tek gerçek gerçeklik olarak fiziksel dünyanın rasyonel-ampirik anlayışının serbest bırakılmasıyla elde edildi.
Post-modern dönemi, mağara alegorisinin daha karmaşık ve gelecek vaat eden bir versiyonunu ortaya çıkaran bir dönem olarak görüyorum. Postmodern, birden fazla gerçekliğin olasılığını taşır, öyle ki kaçmamız gereken gölgeler mağarası, bilmenin tek bir gerçek yolu olduğu ve yalnızca tek bir kültürün üstün dünya görüşüne sahip olduğu inancıdır. Ortaya çıktığına inandığım şey, çoklu bakış açıları, kültürler, bilme biçimleri ve gerçekliğin boyutları arasında zengin bir diyalog içeren etkileşim olasılığıdır. Pek çok kültürel gelenek ve bilme tarzından oluşan son derece karmaşık bir küresel medeniyet çağına girdik. Varlığın büyük gizemini birlikte keşfetmek için anlayış ve empatik bir hayal gücü gerekecektir.
Son olarak, beni bu önemli konulardaki görüşlerimi sizinle paylaşmaya davet ettiğiniz için teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz.