Metropolde Simurg mu gezermiş?

Metropolde Simurg mu gezermiş?
Metropolde Simurg mu gezermiş?

Şimdi desem ki şu şehrin üstünde kartallar kanat çırpıyor, olmaz dersiniz. Her minik kuşa serçe, biraz iri gördüğüne güvercin, siyaha karga, beyaza martı, deyip geçmek kolay.

Karga karga baksana

Kargayla ilk iletişimi kimin kurduğunu aslında hepimiz biliyoruz. Karga, sivri siyah gagası, bet sesi, metalik ses çıkaran pençeleri, tepemizden attığı cevizleri, zerzevata düştükleri bostanlarda korkuluklarla kavgalarına kadar bir kuştan çok bulunduğu mıntıkaya racon kesen kabadayı tavrıyla hepimizin zihninde bir yere oturuyorsa da ilk kimin muhatap olduğunu hatırlayalım. Kuştan haber almayı öğrenmeden henüz, henüz kuşun kanadına takılmadan önce, gözünden vurmadan, gözünü oydurmadan önceydi ilk. Bir kardeş bir kardeşi kıskanmış, bir kardeş bir kardeşin canına kastetmişti hani. Kabil, ellerinden çok dünya durdukça adını kirletmişti. Kabil, karganın kargayı gömdüğünü görmeseydi suçunu örtmek diye bir tabir belki de hiç olmayacaktı.

Sonra mutmain olmak isteyen bir baba çıktı. Bir oğlunu kurban etmeye ahdettiği gibi Rabbine yakararak yeniden dirilişin nasıl olacağını öğrenmek istedi. İman etmişti de kalbi mutmain olmak istiyordu. Yedi kuş, isimleriyle beslenmiş, kesilmiş, yedi parça edilen etleri karıştırılıp yedi tepeye gömülmüştü de isimleriyle çağırılınca yedi kuş medeniyetin babası İbrahim Nebi'nin üstünde kanat çırpmıştı.

Sonra Davud Nebi'nin elinde demir yumuşamıştı, sonra kuştan haber almanın vakti gelmişti. Süleyman Nebi'nin omzuna konan hüdhüd olup biteni haber vermiş, rüzgarlar emrinde tatlı tatlı esen sultan peygamber yedi iklime hükmetmişti.

Sonra bir kibirli ve emrinde onlarca fil yürüyüşe geçecekti. Önüne geleni diz çöktürecek, yakıp yıkacak, gasp edecekti. Dede olmakla şereflenecek bir adam huzuruna çıkarak develerini isteyecekti. O develerinden mesuldü, Ka'be'yi de sahibi korurdu elbet. Abdülmuttalip Mekke'ye dönerken develeriyle, kırlangıçgillerden ebabiller ağızlarında, pençelerinde pişirilmiş taşlarla göğü kaplayacaktı. Hacer valide, çocuk İsmail ve Baba İbrahim şeytanı taşlamıştı, ebabillerse şeytanlaşmış insanları taşlayacaktı.

Sonra onlar çıktı. Uyarıcı ve muştucu olarak davetini iletmeden önce Emin dedikleri Pak Biri'ne mecnun dediler, şair dediler, deli dediler de zulümleri arşı titretince Âlemler Serveri hicrete koyulduğu zaman Sevr'deki mağaranın ağzına kadar yaklaştılar. "La tahzen," diyecekti en Sevgili mağara arkadaşına, "üzülme, Allah bizimle beraberdir." Allah vesilesini yolladı o an, bir örümcek ile bir dişi kuş. Evet yuvayı dişi kuş yapardı. Allah'a ortak koşacak kadar perdeli gözler, örümcekle güvercinin perdelediği hakikati de göremedi.

Atalar sözün haktır

Oğuz'dur atamız, Korkut'tur dedemiz. Oğuz'un iki eşinden üçer oğlu var; ilk eşinden olanlar Üçoklar, ikinci eşinden olanlar Bozoklar. 6 oğuldan 4er torun, 24 koldan yürüdü soyu sopu asırlar boyu. Ebu'l Gazi'nin Şecere-i Türkî'sinde yahut Tevârih-i Âli Selçuk'ta biraz sayfa karıştırınca görülür ki her bir oğlun ve neslinden gelen 4 torunun birer kuş simgesi mevcut. Gün (Şahin), Ay (Kartal), Yıldız (Tavşancıl), Gök (Sunkur), Dağ (Uç), Deniz (Çakır). Üstte mavi gök çökmedikçe, o kuşlar alttaki yağız yerin muhafızı olacaktı asırlarca.

Karahan oğlu Oğuz oğlu Gün oğlu Kayı'nın soyundan gelen Osmanoğulları'ndan bir şehzade taht kurup sikke basmış, hüküm ilan etse de saltanat sürememiş, kader ömür yaprağını oradan oraya sürüklemiş durmuş da namına sultan dense de esarette, gurbette ömrünü nihayete erdirmişti. Cem'in rivayet odur ki papağanı esaret yıllarında her gün Allah-u yensuru sultan Cem (Allah'ım Sultan Cem'e yardım et) niye dua ederken, emaneti sahibine teslim ettiği gün Allah-u yerhamu Sultan Cem (Allah'ım Sultan Cem'e rahmet eyle) diyecekti.

Gök ile yer arasında hüküm süren kutlu bir millet dört yön, altı cephede her ne varsa kendini mesul kabul eder. Değer verir, hikmet arar, ibret alır, sözün bilir, hak tanır da öyle hükümferma olur. Mektubunu güvercinle gönderir, kuşların fısıldadığı haberler alır, çifte kumrular gibi sever, yeri geldiğinde turnayı gözünden vurur, altın kafese konulan bülbülün vatan hasretini en derinden hisseder, akbabalar mazlumun başına üşüştüğünde kartal kanat üzerine yürür, tuti dili taltif ederken suçunun farkında olduğu için dut yemiş bülbüle dönenin de halinden mahcubiyetini anlar, kimi damdaki saksağanın beline kazmayı indirirken kim de ibadetgah inşa ederken köşesine de kuş sarayı kondurur, mezar taşının dibine kuşlar da nasiplensin diye oyuklar bırakıp Rahman ismiyle dünyada Rahim ismiyle ahirette muamele edeceğine iman ettikleri Rablerinin yarattıklarını da severler, telgrafın üstüne konanı da, bizim ile gideceğini düşündükleri allı turnayı da hicranlarına şahit tutarlar. Kurşunlar sıkılırken göklere doğru, yuvada serçe yavruları şairin kalbini de titretir. Kartal diye kabul edilir börklü nazarı olan Celaleddin-i Rumî, kartal bu her asırda başka biri yüklenir manasını, gökleri çeken kartaldır Ahmed Necip Bey.

Kuş dili bilirem Süleyman söyler bana

Önce pirimiz Attar'ı anmalıyım. Mademki hal sarîdir, ruh kanatlı; elest bezminde ruh yaratılmış, beden ardınca halk edilmiş, ölüm anınca ceset kalır ruh yol alacak, beden çürürken ruh bedenin dirilişini bekleyecek. Mademki Yunusumuz uçmağa varmaktan bahsedip cenneti öğretti, önce pirimiz Attar'ı anmalıyım. Çünkü bir kuş konduysa pervaza, Attar'ı anmadan olmaz.

Kuşların Dili'nde (Mantıku't Tayr) evvela kuşlar bir şeyin farkına varır. "Şimdi hiçbir ülke padişahsız değil!" Kuşlar durum tespitinden sonra Hazret-i Süleyman'ın otağında bulunup sırlarına mahrem olmuş hüthütün kapısına çalarlar. Hüthütün başında taç ve sırtında tarikat hırkası vardır. Bir yüce padişaha vasıl olmak için daha önce bu vadilerden geçmiş olan hüthüte başvururlar. Hüthüt onlara efsanevi Kaf Dağı'na doğru bir yolculuktan ve padişahları olan Simurg'dan bahseder. Süleyman'la yoldaş olarak bu sayede padişahını tanımıştır. Yine de padişahın huzuruna yapayalnız gidemez. Yol, kendinden geçip hayran bir halde yola düşmek ve ağlaya güle yürümektir. Ve ekler: "Sizden kim yol eriyse haydi, yola girin, yola ayak basın."

Heyecanla hüthütün kapısına gelen kuşlar duralarlar ve ardı sıra her birinde bir fıtratın, bir yaşayışın remz edildiği kuşlar sırasıyla gelip özür getirmeye başlarlar. Evvela sarhoş bir halde Bülbül gelir. "Bir bülbülün Simurg'a takati olmaz ki, bülbüle bir gül sevdası yeter." Ardı sıra abıhayat, sonsuzluk arzusuna kapılmış tatlı dilli, hatip Dudu bahaneler sunar, "Ev padişahtan iyidir" diyerek kalıba takılan ve kendince cennet arzusundaki Tavuskuşu, dağlarda mücevher arayan ziynet düşkünü Keklik, padişahlara gölgesiyle padişahlık ettiği iddiasındaki mağrur Hüma, münzevi Alaüveyik, padişaha gitmeden ona layık olsam yeter diyesi Doğan ve daha birçok kuş bilgisizlikten bir özür serdeder fakat kimse başköşeden bahsetmez de hep dehlizden söyler.

"Padişaha her gönülden bir yol vardı ama yol azıtmış adamın ondan haberi yoktu." Bu yolda ilerlemenin şartı aşk'tı. Âşıklık iddiasında bulunmak içinse "ister zahit ister kötü bir kişi fark etmez, canını terk etmek, canını kayırmamak" gerekti. "Yüzlerce tehlike baş gösterse, değil mi ki bu yolda baş gösteriyor, korku yok" diyecekti hüthüt.

Kuşlar kah kusurlarını ortaya döküp çare talep ettiler, kah vaziyetlerini aşikar edip tasdik beklediler, kah kuru iddiada bulunarak kibre kapıldılar da hadlerini bildiren cevaplar aldılar. En nihayet tehlikelerle, ölüm muhataralarıyla dolu görünen bu yolda kuşların gözleri karardı ve sordular: "Bu yol kaç fersah?" Kaç fersah olduğunu bilen yoktu lakin bu yol yedi vadiden oluşuyordu:

"İstek, Aşk, Marifet, İstiğna, Tevhid, Hayret, Fakr-u Fena."

Çok badireler atlatıp ibretlik sergüzeştler yaşadıktan sonra geride kalan otuz kuşun yolu güneşe benzeyen bir tapıya çıkar ki bir ayna vardır karşılarında; gördükleri aynadaki otuz kuştur. İster Simurg (otuz kuş) ister çin murg (kırk kuş) gelsinler, aynada görecekleri ancak kendileridir. Artık onlar hem yoktur hem de vardır. Adem'e üflenen ruh, Ruh'un Sahibi'ne kavuşunca, damlanın deryaya vuslatında kaybolması gibi, yokluk makamına erişmiştir.

Misal söyledim sana, metropolde Simurg mu gezermiş?

Şimdi desem ki şu şehrin üstünde kartallar kanat çırpıyor, olmaz dersiniz. Her minik kuşa serçe, biraz iri gördüğüne güvercin, siyaha karga, beyaza martı, deyip geçmek kolay. Ya serçe zannettiğin saka, güvercin bildiğin kumru, uzun yolda asfaltı bekleyen saksağan ise. Cinslerin ve türlerin adını gündelik hayatımızdan sildikçe, her kuşun binlerce yıllık medeniyet ve kültür bakiyesinin dibini deliyoruz. Kaybettiğimiz kendi anlam dünyamız, medeniyetimiz, tabirlerimiz, Yaratan'a tâbilerin âlemi olan tabiatla kopan ilişkimiz. Delik bir cepten yürüdükçe düşen bozukluklar gibi eksiliyor bakiyemiz. Gün gelecek eve girmek için elimizi cebimize attığımızda anahtar da olmayacak bu gidişle. Her kuş cinsiyle uçarken biz cinsimizi de unuttuk.

"Defterime dertle bak" diye seslenir okuruna Attar. Zira dert lazımdır. Attar, can kulağıyla anlattıklarını dinlemeyecek olanları ise şöyle ikaz eder:

"Gönlün aşinalıktan biganeyse, ne söylersem söyleyeyim sana masal gelir! Attar sana güzel masallar söyledi de senin de güzelce uykun geldi, uyu. Allah rahatlık versin!"

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım