Mesuliyet bilinci ve emanet ahlakı

Mesuliyet bilinci ve emanet ahlakı
Mesuliyet bilinci ve emanet ahlakı

İnsan, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı yüce emaneti taşımayı kabul etmiş, Yaratıcı’nın halifeliği ile taltif edilmiş ve bu yüzden de mükerrem kılınmış bir fıtrat üzere yaratılmıştır.

İman etmekle, bildiğimiz temel şartların kabulünün yanında bir varlık tasavvuruna da sahip olduğumuzu ilan etmiş oluruz. Bu yüzden mümin, diğer anlamlarının yanında hatta üstünde, yaratılmış her şeyde bir hikmetin bulunduğuna, varlıkta boş, anlamsız, faydasız hiçbir şeyin bulunmadığına inanan kişi demektir. O, kainatın bir denge üzerine yaratıldığını ve varlığın bütün unsurları arasında bir rabıta bulunduğunu da iman etmenin bir sonucu olarak kabul eder. İnsanın da, varlığın diğer unsurlarıyla aynı kudretin eseri olduğuna, hatta yaratılmış olma bakımından onlardan farksız olduğuna inanır. Bir farkla ki insan bu devasa varlık içinde ilahi çağrıya muhatap olmak ve emaneti yüklenmek hasebiyle özel ve ayrıcalıklı bir değere sahiptir. Zira insan, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı yüce emaneti taşımayı kabul etmiş, Yaratıcı’nın halifeliği ile taltif edilmiş ve bu yüzden de mükerrem kılınmış bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Aslında tek başına Allah’ın vahyine muhatap olmak bile insanın yüce değerini ifade etmek için yeterli bir olaydır. İnsana, insanın bu yüce makamını haber veren ise dinden başkası değildir. Dinin bize söylediği tam olarak şudur: İnsan varlığın bir parçasıdır evet ama herhangi bir parça değil.

Mükellef olmak kendisine yöneltilen hitabı anlayabilecek ve gereğini yerine getirebilecek kudrette olmayı gerektirir. Yükümlülüğün birinci şartı bu kudrete sahip olmaktır. Dolayısıyla bir insan Müslümanlığını ilan ederek ilahi hitabı anladığını ve gereğini yapmaya talip olduğunu ifade etmektedir. Bu ilan ise insana peşi sıra birtakım mesuliyetler yükler. Yani her mensubiyet iddiası son tahlilde bir mesuliyet yükü altına girme demektir. Bu da, bir tefekkürü, teslimiyeti ve idraki gerektirdiği kadar bir eylemi ve pratiği de zorunlu kılmaktadır. Tam olarak şu: Dini mükellefiyet, inanmakla başlar ve amel taahhüdü ile yerine getirilmiş olur. Dolayısıyla mensubiyet de iman düzeyinde kaldığı ve amele -en azından bir amele dönüştürme gayretine- evrilmediği sürece bir iddiadan ibaret kalır.

Varlığı emanet bilmek derin mesuliyet duygusuna sahip olan insanların en ayırıcı vasfıdır. İnsanın varlıkla kuracağı ilişki bu emanet temeline dayanmaktadır. Hem gündelik kullanımındaki hem de ıstılahi anlamdaki emanet kavramı, zarar vermemeyi ve güvende tutmayı gerektirir. Varlık insana emanet edilmiştir. İnsan da kesintisiz bir şekilde onu anlamaya, kavramaya ve hikmetine vakıf olmaya çalışır. Onun sahibi değildir. Ondan faydalanır evet ama bu arada ona çeşitli katkılarda da bulunur. İmar eder, ihya eder ama ona yeni bir şey dayatamaz. Kendi yasaları içinde ve yaratılış amacına uygun bir biçimde onu koruyup güzelleştirir. Fıtratına müdahalede bulunamaz. Buna teşebbüs bile edemez. Her temasıyla ona zenginlik katmaya çalışır. İşte bu bilinç düzeyine de ancak mesuliyet ahlakıyla ulaşmak mümkündür.

Öyleyse bir davaya, fikre ya da inanca mensubiyet iddiasında bulunmak aynı zamanda bir sorumluluk yüklenmek anlamına gelir. Yani her mensubiyet iddiası bir mükellefiyeti de beraberinde getirir. Mükellefiyet ise bir yükü yüklenmek, bir yükümlülüğü üstlenmektir. Söz konusu din olunca bu yük daha da ağırlaşmaktadır. Din insana konuştuğu için dine mensubiyet iddiasında bulunanlar onun öncelikli muhatabı olurlar. Ona mensup olanlar onun koyduğu çerçeveye, hayat teklifine inanmakla yetinemez, dine bir hayat vermekle de yükümlü olduklarının bilincini diri tutmak ödevinde olurlar. Ona intisap iddia edildiği an o teklif dairesinin içine girilmiş olur. Dolayısıyla dinin müntesipleri onu sadece başkalarına anlatılacak bir fikir, ötekine dayatılacak bir kurallar manzumesi olarak görmekten önce onun yaşanması gereken bir mesele olduğunun idrakine ermek durumundadırlar. Sadece anlatıcısı ve propagandisti olmak gibi bir ilişki türü dine mensubiyet söz konusu olunca onun ruhuna dokunamamak demektir.

İnsan varlığa sürekli bir şeyler ekler. Yaşadığı süre boyunca yaratılmış olan bütünle bir alışveriş halindedir. Alır ve verir, etkiler ve etkilenir. Bundan dolayı mesuliyet duygusuna ve emanet bilincine sahip olanlar varlıkla temaslarında daima özen gösterirler. Hiçbir şeye alelade gözüyle bakmaz, dikkat, rikkat ve hayret duygusunu asla yitirmezler. Varlığın fıtratını bozmadan ona eklemlenmeye çalışır, yaratıcısından dolayı ona şefkat ve merhamet ile yaklaşırlar. Bu ilişkide bir tahakküm kurmaktan çok varlıkla bütünleşmek söz konusudur. Bir tasallut ve çökme değil, bir ünsiyet ve ülfet kurma çabası… Çünkü bilir ki, “insanın dünyadaki esas vazifesi onu güzelleştirmektir.”

Yeryüzünü ve gökyüzünü yaşanamaz hale getiren, varlıkla sürekli kavga eden modern zaman insanı, dinin mesuliyet, emanet ve merhamet ilkelerine muhtaçtır. Bu hasletlerden nasibini alamayan hiçbir bakış, yeryüzünün özlemini duyduğu huzuru ve güveni tesis edemez. Ne ki bu hasletler üzerine bina edilen dine mensubiyet iddiasını güdenler, uzunca bir zamandır ölüm-kalım savaşı vermektedir. Halbuki varlık ve zaman onları beklemektedir. Acaba onlar neyi beklemektedir?

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım