Memleket hikayeleri
Kalabalığın artık kendini yormadığı, onların ruhundan yarattığın bir sesin vardı. Şimdi korktuğun şey başına gelmedi. Çünkü korktuğun şeyleri, oluşun seyri, kalabalığın rengi, toplamın sesi sana unutturdu. Bulunduğun yerden vazgeçişin de tam burada başladı aslında.
“Ben bu pasajda doğdum/Bazen yere yattım yüzüstü/Parmaklarım kırıldı/Parmaklarım kırılınca girdiler rüyalarıma/ Rüyamda başımın üstünden geçen kelebekler gördüm/Belki başımın üstünden geçen ölümlerin rüyalarını/Sonra neden ‘bir’ çıktı dünyamdan/Her şey parça parça kaldı.”
Yusuf Uğur Uğurel, Rüyalar ve Parmaklar, Yağmuru Bekleme Odası.
KÜÇÜK BAHÇELERDE
O senin adın olsun dilimi titretirken. kiremitler rüzgara dalıp giderken ve “ölümü nasıl alırdınız?” sorusunda titiz bir Azrail oralarda dolaşırken. “musluğu açık bırak ses gelsin kirazlara” dedim ya sana. güneş ışıl ışıl aktı suda. kısacık duvarlardan atladı bakışlarım. güzel tozlar,güzel yeşiller,cinnet rengi gözlerim uyudu.ve bahçende mola vermiş tık nefes hayatım unuttu kendini.
Bu sokağa bakıp ağlamak istedim ben. unuttuğum bir hayatı hatırlamışım gibi, seni sevmeyi ihmal ettiğimi fark etmişim gibi. gençliğim geçmedi ya o dar sokaktan, buna yanıyorum ben. hayat boğazımdan aşağıya yılanlı kelimelerle akmış hep.sakin adımları ağırlayan küçük sokaklar ve kıyıda aniden parlayan hayattan büyük küçük bahçelere düşmedi ya yolum. kötü boyalarla daha bir eskimiş ve eskidikçe yaşanmayan ne varsa ona benzeyen masum evler, şehrin orta yerinde tahta bahçe kapılarının ardına sığmış bir köy var sanki;şehir girmemiş oraya.orada annelerin hepsi seni büyütmüşler.diyememişim aynı suskunluğun iki ayrı ucundayız biz.diyememişim tahta bir sandalyeye oturayım da bana sessizliklerinizi söyleyin.aşkla değil, sizi merhamete benzeyen gözleri yaşlı bir hisle seveyim.o bahçeler gençliğinizi büyütürken sokağa düşen hüzün benim nasibim olsun.
Anneden alınan asıl kızlar sizsiniz. anneden, bahçeden ve o dar sokaklardan alınan. ipe asılan çamaşırlarda buram buram kokan masum bir şey var.ben onu anlatmışım oralara dolan gözlerimle.birden karşıma çıkan o sokaklarda, o bahçelerde, ruhumun bulduğu sükunet nasıl susamış size.öyle kelimesiz susmuşum ki gözlerim dolmuş.en güzel siz büyütürsünüz isimsiz sevgileri. anneleriniz babalarınız ve genç kızlığınızın taşınmaz gölgesini görürüm narin omuzlarınızda.bilmiyorum yüzünüz kızarır mı yabancı gözler size dokunduğunda.kahveler yaparsınız,kahve fincanında ince kaderinizdir sunulan gelin peşindeki kadınlara.onlar kim ki sizi tartmaya biçmeye beğenmeye geliyorlar? köhne namus anlayışlarını sizin üzerinizde sınarlarken sessiz isyanlarınızı anne kokan yastıklarınız mı saklar? ben sizin tertemiz gözyaşlarınızın yazıcısıyım. odalarınıza, çekmecelerinize, türkülerinize, sessizliğinize, güzelliğinize, iç çekişlerinize,soğukta pembeleşiveren ellerinize aşık oldum hep.sokağınızdan geçerken bunu duydum içten içe,dıştan içe. uzun yolculuklarımın gecelerinde kasabalarda köylerde o uzak evlerde yanan sarı ışıklarda gördüm de kaderinizi sustum kaldım.beni bilmezsiniz. hiç biriniz dokunmadı gölgeme bile. ama sizi kim sevdiyse benim yerime de sevsin deyişim kaldı bana.
O hikâyeleri yazamadım bir türlü. dilimin ucundan titrek bir hasret akıverdi kağıda. o senin de adın olsun dilimi titretirken dedim. annesini çok seven bir kızı daha çok sever oldum. annesine açılan sevgisiyle onun dizinde ağlayan bir kız. kalp atışlarını duydum her zaman.kalp atışları bahçeyi sularla,çiçeklerle,ağaçlarla doldururken geçtim oradan.oraları sevdim.o sokaklara, o bahçelere, o eski evlere, ev içlerine, tahta merdivenlere, teneke saksılarda büyüyen her şeye, aceleyle eve dönüşlerinize, babalarınızın korkusuyla büyümüş kırılgan umutlarınıza, uzun eteklerinize, tuttuğu eli bırakmamak üzere tutuşunuza, kolay sevinçlerinizdeki çocukluğunuza vuruldum ben. hayat kapı altlarından giren soğuk gibi bahçenize, evinize, odanıza, girdiğinde ve üstünüze üstünüze geldiğinde üşümüş bir çocuk olup nereye baktınız diye sormak istedim size. tuttuğunuz el sizi ısıtsın istedim.
Sokağınız sıcak sessizliklerle doluyken yaz gecelerinde ve yol huzur dolu anlara bırakmışken kendini, küçük evleriniz bana ben onlara sokulurken, ağaçlar da güzelce salınırken iki yanda, sizin türkülerinizi dinledim hep. mahiyetini bilmesem de beni yakan hasretin bir tarafı aydınlanırdı o saatlerde.o zaman rüzgarlar ruhumu dinlendirir, özlemenin kendisi nasıl vururdu kalbimin kıyılarına, anlatamam! ben dışarıdaydım. ve o bahçeler, o evler, geçekliğinden kurtulup kurduğum hayale dönüşürlerdi. bütün evler benim kurduğum bir hayaldi ve geçmişleri beni sarardı.ben yorulurdum.yine de bu davetsiz rüzgara bırakırdım kendimi ve oralarda kötü olan, mutsuzluk veren ne varsa hayaller kurdukça güzelleştirirdim.eksik hayatımın birazını size sunardım,yarım kalmış hayatlarınızdan hayatlar katardım kendime. benim size her bakışım yaşanmamış bir geçmişle doluydu ki anlatamam.fakir odaların yürek sızlatan temizliği sadeliği ne güzeldi! asıl hikaye benim o evlere bakışımdan taşan neyse oydu.
O senin de adın olsun kalbimi titretirken. bu aşk hep oralarda büyüdü. ama aklımda kırık dökük bir bahçe. gariban bir ev. küçük bir sokak. ne vakit yolum oralara düşse içimde konuşan odur.ben oralarda hiç yabancılık çekmem. bakışlarım sımsıcak o hayatlara… Ve bende saflığını kaybetmeyen neyse, o avlularda taşlıklarda, odalarda, divanlarda, minderlerde, tahta merdivenlerde, o kokularda, annelerde, pencerelerde, gecelere solgun ışıklar döken uzak evlerde durmadan kurulan bir hayal gibi yaşıyor hala… ben hala o bomboş merdivenlere, içinde olduğum ve olmadığım bir hatıraya bakar gibi bakıyorum.
ARAFTA YAŞAMAK
Konak’taki o bol merdivenli yeşilli sokak oldukça yüksektedir. yürüyerek oraya çıkmak yorucuydu. merdivenlerden sonra ahşap hayatlar başlardı. evler birbirine omuz verirdi. karanlıkta bile kendinin belli eden turuncular sarılar ve yeşiller olurdu gecelerde. dualar gökten yere iner gibi sokaklara serilirdi gece. denizin serinliği yayılırdı aramızda. masal, hayatın renklere bölündüğü gecelerde kalbime okunurdu. karanlığın ortasında sürgünün ebedi hazzı kalbime siyah ipliklerle bağlanırdı. gecenin kör bakışı üzerimizde kem gözlerle gezinirdi. sonsuzluk bir damlaydı. başucumda yolculukların, yolların ve gecenin gürültüleri olurdu. hafızanın kuyusuna kötürüm kelebekler düşerdi. biz yürürken taşlar adımlarımıza eşlik ederdi. ölmeden evvel telaşla ellerimiz birleşirdi. gündüzleri denizin kuru rüzgarı dilimizi kalbimizi kuruturdu. insanlar bir leke gibi damlardı ruhuma. onun boynundan yükselen kokular olurdu ve dar vakitlerde ruhumu dinlendirirdi. yine de herkes gibi olmanın sıkışmışlığında boğulurdum. merdivenlerden sonra hayat biterdi. son basamak aşağılarda kalmış şehri sırtımızı dayadığımız eski bir hatıra gibi dondururdu.
Zihnimde yaptığım virüs taramaları geriye sadece soyutlamalar bırakırdı. simsiyah örümceklerin elinden kurtarabildiğim sadece beyaz bir kalp olurdu ki o da kansız bir kalpti. yenilmiş merhabalar bol makyajlı tebessümler kırık sesler kararsız ayaklar kısık bakışlar başımın arka taraflarındaki unutulmuş uğultular… Vücudu demir bir kafesi andırana dek ellerim beni yönetirdi. sonra ellerimden dökülen kanlarda boğulurdum. artık insanların yüzleri açılmaya başlardı. boşlukta çınlayan kahkahalarımın çarptığı aynalar olurdunuz. sert gömlekleriniz omzumu çizerdi. saatlerle bir olup ölünürdü. sabah oldu mu aşağı sokaklar sisten görünmez olurdu ve ne güzel bir manzaraydı. sanki yol bulutların üstündeydi. köpürmüş yumuşak dumanlar sarmıştı ufkunuzu. bunu hiç birimiz hayal edemezdik. kendimizi sis yüklü boşluğa bıraksak sanki ölünmezdi. yumuşaktı sis bulutları. nereye düşeceğimizi bilmemenin heyecanını duyardık belki.
***
dilimde birikmiş sessizliklerle sana geldim. kış gibi kokan omuzlarımı sana verdim. kullanmadığım kelimelerden bir dua yaptım. sokaklar nefesimi bana çevirmeden nefes nefese baktım sana. terzilerin biçtiği gövdeler içinde en son sen parladın. kan kırmızısı alfabeni ezberledim senin. adının anlamına ölümümüzü sığdırdım. bir ömürlük uykumun ucunda sesin ne kadar berrak. incelmiş gövdenin arkasında öbür dünya.
***
başımı koyduğum yastık 40 yaşında. her sabah beni boşluğa fırlatan yatağımda iyi alınmamış uykular. ve sırtıma yüklüyorum Büyük Harfleri. ucuz lokantalarda akşam oluyor. garsonların kirli yüzlerinden bana bakıyor kahverengi kaderim. yazının bir ucu ölüm. ama hangi ucu ölüm?
***
küllükler boşaltılır. boşaltılır. hırkalar başlar. başlar. dostoyevski kıştır. kıştır. bana doğru bir kız büyür.büyür. onu burnumla mı tanırım. tanırım. annemin sesi hastalığımı sorar sesime. sesime. sesim bana şiir okur mu? okur. öyleyse 40 yaşındaki bakışlarım yüzünü nakışlar mı? nakışlar. sokaklar mistik mağlubiyetler için. kendi ölümün için başka ayrıntılar ara.
AKDENİZ
Orada, yarım kalmış bir uykunun ıslak yapraklardan günlerin içine düşüşü gibi yaşanan serin ikindiler kasabasında, çocuğun gözlerine övgüler dizen sessizliğimizden, zamanın küçük bir kasaba halinde önümüzde git gide açılmasında, parkta kulak misafiri olunan bir takım adamların küfürlü konuşmalarında, küçük dükkânlara sıkışmış taşra hayatının minyatürlerinde, bahçesi geçmişe bakan iki katlı bol yeşilli bir evin insanı bir öyküye çağıran sükûnetinde, yüzüme çevrilen her cümlenin açık ettiği yabancısı olunan gündelik hayat telaşında, dakikaların içine pay ettiğim bende başlayıp bende susan kesik cümleler mezarlığında, buraların yerlisi bir gökyüzünün gri bulutlarla bir şeyin öncesi gibi asılı kalmasında başımızın üstünde, sokağa çarpıp en fazla yaşlı kadınların kırışık bakışlarında dağılan Kur’an seslerinde, gazetelerin pis kokulu masalarında manzaraya boş vermiş bezginliğimin satır aralarında günlük güneşlik cümleler aramasında, tozlu yollara bakan sıkıntıyı hatırlatan karanlık çaylar refakatinde bir öykü taslağı için harfler arayan bir yolcu gibi kendimi dert edindiğimde, market çıkışı cips poşetlerini çöp kutusuna atarken küçük adamla “ben onunlayım, o da benim yanımda ve böylece coğrafyanın bize ait adımlarında masumiyetimize poz verir gibiyiz” demenin güzelliğinde, küçük ellerini benim büyük boşluğumun ufkunda bir oyun gibi tutarken ve ona her defasında en uzaktan ve en yakından bakışlarımda, öykünün kendisi yok ama mahiyeti hep bulanık bir yankı, öyküsüzlüğün kök saldığı akşamın topraklarında, gene kendine yaptığın yolculukların öteki ucunda…
Akdeniz şimdi kemiğimizde bir kamaşma bile değil, olsa olsa yazının güneyine doğru ısınan hayal kurma provası ve yazı, içe çekilmiş derin bir nefes gibi soğuyor ruhunun bodrumlarında… Akdeniz gerçekleşmemiş bir yaz mevsimi bize bir hatıra borcu olan ve Akdeniz, hayatın sonsuz kere yok oluşuna yakılmış bir ağıt buralarda, insanların cümlelere uzak yüzlerinde… Kahvelerde, o solgun kırmızı ve yeşil masalara inen dağınık hayatlarda, demli çayların kararttığı kış akşamlarında, terli çay ustalarının memleket dedirten gözlerinde, kahvelerde, kahvelerin sonsuz öğle vakitlerinin boğuculuğunda beklemenin ve artık beklememenin bozuk anlamlarında, bahçelere konmuş serin masalarda “okey” sıkıntılarında, kasabalarda kahvelerin buruşuk gömlekli adamlarının kirli sakallı bakışlarında, kahvelerde, yaz toprağı kavururken o uzak türkülerde küçük ve cızırtılı radyoların seslerinde, sunulmuş yaşlı merhabaların yanında,gitmek için kısa molalarda,- kahvelerde, düğün seslerinde elektro bağlamanın yırtıcılığından sarkarken gece,sevdiğini düğüne bırakmış bir delikanlının beyaz gömleğinden taşan mutluluğunda,kahvelerde,kağıtların kirli ellerde pay edilmesinde,camları buğulanmış kahvelerin büyük sobalarından yayılan sıcaklıklarda,sabahleyin simitlerin ve peynirlerin çaya katık edildiği bir şey beklemenin aydınlığında,gazetelerde,kağıtların ilk kokularında,rengi taptaze çaylara yaklaşan dudaklarda, “herkes rahat ve sen de öylesin,- burada masa örtülerinin rengini fark edene kadar öylesin”,istasyonda, beyaz masada, sabahın yedisi bile olmamışken,heyecanın ılık rüzgarından yayılan mis gibi çay kokularında ve çay kaşığının sesi mutlulukla dolu,daha da aydınlanacak hayalinde ve dünyada sabah,günün ilk sesleri bile senin için,mutluluğun ıssız kalmasın diye koşturan insanlar,otobüsler,trenler, cam kenarından akıp duran tabiat,güneş en sarı ışığıyla yolunda,yapraklarda,otlarda, masaya düşen ilk damlaları senin gündüz düşlerin olmuş,çay ocağının temiz telaşına iliştirdiğin “kolay gelsin”lerin, “hayırlı işler”- lerin, başka kimse yokken kahvenin sessizliğine katılan kalp atışların,kahvelerde, kaçışlarda, mevsim dışarıda dört nala koştururken bu sıkışmış hayat parçalarında daralan ruhumda, içi boş hüzünlerin doldurduğu konuşmalarda, insanları seyrederken herkes kendiyle dolu ve herkes uyduruk neşelerine ram olmuşken, kirliaynalarda,posterlerde,takvimlerde, küllüklerde,birden yükselen kahkahaların kıyısında,kapıda bırakılan gerçeklerde…
Nasıl bir üslupla tutuşturmalı ki Akdeniz’i kan aksın kâğıtlarımdan. Gittiğim yerlerde bıraktığım bakışlarım toplansın uzak bir yolculuğun gövdemde boy veren akşamıyla. Camiye gidiyorsun, camide ne var? Denize bakıyorsun, denizde ne var? Yol bütün akşamı yüklenmiş, yolda ne var? Yazıların malı bir zaman diliminde dünyayı yeniden anlamaya çabalıyorsun, dünyada ne var? Alnından öpülmüş en çocuk uykularına sığınıyorsun ikindiyi es geçip, uykunda ne var? Buraya çağırıyorsun hüzünden arta kalan öfkeyi, bunda ne var? Hüzün değil, kıymeti bilinmemiş bir güneş coğrafyasıdır tek dileğin. Denizdir, ama suyuna güneş çağırmaz. Yürüyüştür, ama toprağa yük olur. Parmaklarındır, ama içinde öldüresiye intihar tohumları, göç hazırlıkları…
Ve çocuk bir kez daha sınar senin kaygılarını. İnsanlar toplanırlar maneviyatın kıyılarında. Allah bilir bütün bunların anlamını. Sen bir ırmak kıyısından başlarsın kendine. Uzaklaşan otomobil camlarına yapışır gözyaşları. Git bunları koridorda duvara anlat derim. Git bunları bir Akdeniz hayali yap. Ben artık kendimden ayrılamam. Sana kelimelerden başka ne verebilirim diyen bir ses seni boğar da boğar. Bizim insan olmaktan anladığımız boğulurken ses etmeden kalabilmemizdir. Kalbimle dilimin arasındaki mesafede tek yapabildiğim bu. Geceleri Rilke okur ve dalgınlaşırım. Sevişmesi tamamlanmamış bir aşktan diğerine yılgınım. Soyulmayı bekliyorum derimin altına dek… Ruh nedir? Şimdi o mu yazdı bunları? Ve öylece kalıyoruz hayaletler gibi…