Mekânda güç ve ahlak
“Tarihî” diyebileceğiniz hangi yerleşim yeri kaldı? Bu yıkım sadece mekânı değil insanı yok etmekte.
Yusuf İslam’ın, yani Müslüman olmadan önceki adıyla Cat Stevens’ın güzel bir şarkısı vardır. Sözleri çok anlamlıdır:
- Well you've cracked the sky
- Scrapers fill the air
- But will you keep on building higher
- 'til there's no more room up there?
- Will you make us laugh
- Will you make us cry?
- Will you tell us when to live
- Will you tell us when to die?
Türkçesi şöyle: “Tamam, gökyüzünü de deldin. Gökdelenler göğü doldurdu. Peki daha da yüksek binaları gökte yer kalmayana dek mi yapacaksın? Sen misin bizi güldüren? Sen misin bizi ağlatan? Sen misin ne zaman yaşayacağımızı, ne zaman öleceğimizi söyleyen?”
Cat Stevens’ın Batı’daki yalnız ve yaban yaşamı eleştirdiği şarkılardan birisi bu... “İlerleme” veya “gelişme” denen şeyin mekânı, aslında insanı nasıl tahrip ettiğini anlatıyor. Peki ya biz? Bizim mekân ile doğru ve güzel bir ilişkimiz var mı? Bir dünya şehri olan İstanbul’un perişan hâline bakalım. Son asırda bu güzel şehri dört dalga hâlinde tahrip ettik. 1920’lerde, 1950’lerde, 1970’lerde ve 2000’lerden sonra. Son 30 yılda güzel İstanbul onlarca gökdelenle doldu. İnsanlar iki ağaç görmek için bile şehirden uzak yerlere gitmek zorunda kalıyorlar.
Mekânın şekillenmesi bütün toplumun hayat tarzını, psikolojisini ve yaşama şartlarını doğrudan belirler. Yıllarca devlet lojmanlarında oturdum. Nedense bu lojmanlarda mutfaklar buzdolabı bile sığmayacak kadar küçük olur. Bizim aile yapımızla, hayat tarzımızla, mutfak alışkanlığımızla alakası olmayan bu plan ülkenin her yanındaki kamu lojmanlarında onlarca yıl insanlara empoze edilmiştir. Neden? Çünkü belli ki bu lojman planları mutfakta yemek pişirme adetinin sanayi toplumu formatı içinde zayıfladığı, ev hanımı diye bir kimliğin yok olduğu, o yüzden mutfağın da küçüldüğü hatta salon içine entegre edildiği Sovyet Rusya’dan veya Kuzey Avrupa’dan kopyalanmıştır. Mesken planı kopyalanırken hayat tarzının da kopyalandığından haberimiz yok tabii ki!
Bizde uzun zamanlar gecekondu olgusu bir “mekânsal anomali” olarak takdim edildi. “Sağlıksız yapılaşma” denildi. Oysa “sağlıklı” denilen şehir görüntülerinin ne kadar estetik veya ahlaki olduğu da belli. Kaldırımların bozukluğu, yollardaki çukurlar, imar ve inşaat bozukluğu hep güç-mekân ilişkisinin sonuçlarıdır. Vatandaşların vergileriyle iş yapan hükümetlerin vatandaşa ne kadar saygı duyduğunun ve ona karşı ne kadar sorumlu olduğunun göstergeleridir.
Bizde Osmanlı’nın son iki asrında başlayan mekândaki şaşkınlık Tanzimat döneminde Ayasofya’nın tam önüne dikilen Adliye Nezareti binası ile kendini gösterir. Cumhuriyet dönemi bu şaşkınlığın zirveye varmasıdır. Şehirlerin geleneksel görünümü kasti ve sistemli bir şekilde yok edilmiştir. Bugün bütün ülkeyi gezseniz tümden muhafaza edilmiş şehirler bir yana, korunabilmiş bir mahalle, bir cadde, hatta bir sokak bulmanız çok zordur. Koskoca ülkede Beypazarı, Cumalıkızık, Safranbolu gibi bir kaç örnek dışında “tarihî” diyebileceğiniz hangi yerleşim yeri kaldı? Bu yıkım sadece mekânı değil insanı yok etmekte.
Özellikle yeni devletler şehirleri, hele başkentleri planlamaya çok önem verirler. Bu eskiden beri var. Mesela Bağdat, Roma, Washington, DC, Ankara böyledir. Hepsi ilgili medeniyetin değerlerini ve ilkelerini mekâna yansıtan şehirlerdir. Bu şehirlerin merkezinde o ülkeyi veya medeniyeti simgeleyen yapılar bulunur. Müslüman şehirlerde bu cami-i kebir, yani ulu camidir. Batılı şehirlerde parlamento, saraylar, büyük anıtlar gibi güç yapıları bulunur.
Yani mekânın planlanması sadece estetik, bilimsel, mimari bir sorun değildir. Özünde politik bir sorundur. Yani güç ile ilgili bir sorundur. Çünkü mekânın, şehrin, meskenlerin planlanması ve inşa edilmesi rant üreten bir süreçtir. Rant olan her alan ise siyasete ve siyasi çıkar dağıtımına tabidir. Politikanın finansmanı müteahhitliği mekânın patronu hâline getirir. Çünkü mekân arazi demek, arazi rant demek, rant ise politik güç demektir. Mekânı kontrol eden gücü de kontrol eder. Gücü kontrol eden de mekânı şekillendirir.
İnsanın zaman ve mekân koordinatları üzerindeki tasarrufları belirli inanç, düşünme ve hareket ilke, değer ve geleneklerine dayanır. Bu unsurlar ayrı ayrı ve beraberce bir güç üretme ve tüketme sürecini oluştururlar. Gücün söz konusu olduğu her alanda bir ahlakilik sorunsalı ortaya çıkar. Çünkü güç, kendi doğru ve yanlış yargılarını hukuk ve uygulamalar üzerinden empoze eder. Güç ile ilgili en veciz ifadelerden birisi bir otomobil lastiği firmasının reklam mottosudur: “Kontrolsüz güç, güç değildir.”
Güç, kontrol edilmediği zaman zulüm ve haksızlık üretir. Kontrol ise üç türlüdür: Hukuki kontrol, halkın kontrolü, ahlaki kontrol. Bugün dünyada her üç kontrol de her yerde aynı düzeyde ve içerikte değildir. Etik, gücü meşrulaştırmada kullanılan bir kavram hâlindedir.
Aslında bir toplumda ahlakın ne kadar geçerli olduğunu bize gösteren şey gücün nasıl kullanıldığıdır. Genellikle güç sahipleri, söylemleri ne kadar haklı, adil ve ahlaklı olsa da kendi güçlerini maksimize eden her şeyi mubah görürler. Bizden bir örnek vereyim. Ankara’daki üç devlet binası, kamunun kamuyu gaspının eseridir. Bugünkü Dışişleri Bakanlığı binası, eski Hazine Müsteşarlığı binası ve şimdi kapatılmış olan Devlet Planlama Teşkilatı binası aslında başka devlet kurumlarının yaptırdığı ama bu kurumların gelip el koyduğu binalardır. Bu size ülkemizdeki güç ve ahlak ilişkisi hakkında herhalde bir şeyler söyler.
Yakın zamandaki depremlerde neler olduğunu görmedik mi? Bırakın evleri, sokakları, mahalleleri, şehirler yerle bir oldu. On binlerce insanımız vefat etti. Ekranlardaki deprem görüntüleri büyük bir afetin görüntüleridir. Ama aslında o görüntüler büyük bir ahlaksızlığın görüntüleridir. Çünkü insan kaybının bu kadar büyük olmasının temelinde bir ahlaksızlık zinciri vardır. Şehirlerin planlanmasında, imar planlarının yapılması ve uygulanmasında, binaların inşasında, inşaat kontrollerinin yapılmasında, mekânlarda yapılan tadilatlarda kısacası mekândaki tasarruflarda türlü türlü yolsuzluklar, liyakatsizlikler, usulsüzlükler olduğu açık.
O hâlde helal mekânlar için, helâl bir kavrayış, helâl bir niyet, sonucunda da helâl bir güç gerekir. Selim bir kalp, selim bir akıl ve selim bir zevk gerekir. Uyanmaktan, dirilmekten, ihyadan ve inşadan bahsediyorsak sürekli çoğu Batı’dan düşünmeden ilham aldığımız araçlardan bahsedip durmaktan vazgeçmeliyiz. Saf bir mümin duyarlılığı ve görev anlayışıyla iyi, doğru ve güzel bir kul olmalıyız. Bizim ismimiz de, işimiz de, farkımız da budur.