Mekân kültürümüzün ölçüsü ‘i̇nsan’dır
Mehmed Safiyuddi̇n Erhan, yaklaşiık iki yüz yi̇rmi yıldır, Numani̇ye dergahı’nda yaşayan Ailesinin sekizinci̇ kuşaktan Torunu. Kendisi, çocukluğunda ıçine doğduğu kültür dünyasiını Yakınen takip etmesi sonucu ahşap yapiları, binalari tetkik etmiş ve bunlari restore etmeyi̇ vazife edinmi̇ş. Türki̇ye’de deprem sebebiyle yeniden gündeme gelen yapı sorunumuzu; tari̇hsel süreçteki̇ iskân bilgi̇mi̇zi̇ ve kaybolan mekân kültürümüzü cins için konuştuk.
Şubat ayında meydana gelen, Kahramanmaraş merkezli ve on ilimizi etkileyen depremden sonra, mekân kültürümüzle alakalı yeni düşünceler geliştirmemiz gereken bir sürece girdik sanki. Maraş’ta çok ilginç bir şey vardı. Sanki metropol şehri gibi büyük binaların, çok katlı yapıların yıkıldığına şahit olmuştuk. Küçük şehirler de nasibini almış herhalde bu ‘yüksek apartmanlardan’…
Dünyada mekân ahirette iman der büyüklerimiz. Zihin dünyamızı inşa eden bir hakikat olması dolayısıyla mühim. Dünyada mekân mevzuu bu sebeple önemli. Bununla birlikte imana baktığımızda, insanın dünyadaki en büyük mazhariyeti diyebiliriz. Onu dünyada insan gibi yaşatacak olan yegâne şey imanı. Ama büyükler de herhalde bunu şu kasıtla söylüyorlar: ‘dünyadaki imanla mücehhez olmak size ahirette daha büyük bir bahtiyarlık hazırlayacaktır’.
Yani mekân kavramını iman kavramıyla yan yana getirerek düşündüğümüz bir düşünce geleneğinden geliyoruz.
Tabii. Netice itibariyle mekân mevzuu mühim. Nasıl ki bizim manamıza, ruhumuza bedenimiz bir mekân olmuşsa; ruhumuz bedenimizde tecessüm etmişse, yani bedenimizi manamızın cismani bir tezahürü olarak düşünürsek… Haliyle bu bedenle beraber meczolan ruhumuzun sükûnet ve uyum bulması lazım. Ruhumuzun bedeni olması gibi, dünyevi mekânlarımızın olması da gayet normal bir şey. İnsanlar bu ihtiyacı anlamak için ömürlerini vermişler. Tetkikat var arkeolojiyle ilgili, yeryüzünde birçok memlekette eski milletlerin ve kavimlerin yaşadığı alanlarda arkeolojik hafriyat yapıyorlar. Arkeolojik kazı demiyorum bakın, kazı tabirini ruhu şad olsun Agah Bey kullandırtmazdı, hafriyat dedirtirdi. Hafriyat gayet dikkatli şekilde, elle yapılıyor. Geçmiş milletlerin medeni ahvaline ve medeni karakterlerine dair, tutum ve ihtiyaçlarına, tercihlerine göre bazı neticeler çıkarıyoruz. Bugün de yeryüzünde hayatiyeti devam eden milletler var ve hâlâ daha medeni ürünlerini insanlık alemine sunmaktalar. Bu ürünleri unutan var, terk eden var, beğenmeyen var, üzerine titreyen var. Her milletin kendi şahsiyeti ve kendi hassasiyeti var.
Biz de bu milletlerden biriyiz aslında, Anadolu toprakları ciddi bir kültürel birikime sahip…
Netice itibariyle biz çok bahtiyarız ki, bin küsur senedir bu Anadolu topraklarındayız. Tabi Türk kavmi Asya’dan çıkıp Anadolu’ya gelinceye kadar pek çok coğrafi yollarda gezmiş, pek çok milletin kültüründen istifade etmiş. Türkler karşılaştıkları kültürle kendi kültürünü mezcetmesini bilen bir millet olmuş. Ama son yüzyılda bu dediğimiz mezcetmenin tam tersi gerçekleşti. Senelerce içli dışlı olduğumuz, kültüründen istifade ettiğimiz milletlerin tesirinden kendi dilimizi arındırma iddiaları var. Bu sebeple ortaya tuhaf bir ifade fukaralığı çıktı. Tabii bu hiç iyi olmadı, senelerce birikmiş olan bütün o kültürün, kütüphanenin, arşivin yeni nesiller tarafından anlaşılmaz bir hale gelmesine sebep oldular. Bu ayrı bir facia tabii. Biz daha çok mekân kültürüyle alakalı kanaatlerimizi beyan edeceğiz burada.
Bu bahsettiğiniz ‘ifade fukaralığı’ mimari üsluba da yansıdı, demek istiyorsunuz sanırım.
Tam olarak böyle oldu. Asya’dan Anadolu’ya doğru geldikçe pek çok kültürle tanışan, Türk Milleti karşılaştığı kültür ve mekânla alakadar olmuş, onunla muhatap olmuş. Türkler için çadırlarla geldiler deniyor ama gezdiği coğrafyalarda insanların tamamı çadırda yaşamıyor ki. Dolayısıyla insanların beraber yaşadığı o milletlerin mekân kültürlerinden istifade etmiş olması lazım. Bununla beraber hala bugün bile Toroslar’da yörükler çadırla geziyor. Bir milletin bir kısmı çadırda gezer ama hepsi de bir ömür çadırda yaşayacak diye bir kaide yok. Türkler buraya geldiğinde bilhassa Osmanlı mimarisinin ilk devir eserlerine bakıyoruz, mimari teferruatla meşgul olanların çoğu Ermeni, Rum vs. Buraya gelen Türkler burada yaşayan halkı kapı dışarı etmemişler. Onlarla yaşamışlar. Onların biriktirdikleri sanat eserinden, üslubundan, farkından, malzemesinden istifade ederek eserleri onlara bina ettirmişler. Bırakın ilk devri yakın tarihlerdeki bazı faaliyetlerle alakalı belgeleri tetkik ettik. İnşaat çalışanlarının isimleri var evraklarda, bir kısım Rum, Ermeni ismi.
Bu topraklarda yaşayan insanlardan faydalanıldığını görüyoruz o zaman…
İlk devirden son zamanlara kadar böyle sürmüş. Sizin de dediğiniz gibi bizdeki yapı sanatının günümüze gelinceye kadar daha önce bu topraklarda yaşayan kavimlerin sanat erbapları tarafından vücuda getirildiğini görmekteyiz. Sonuçta dünya bir bütün, herkes birbirinin bir eksiğini tamamlasın diye yaratılmış. Kâinatın bütünündeki eksikliği tamamlayıcı olarak yaratılmışız.
İnsanlık ve milletler topluluğu olarak kendi birikimimizi vücuda getirirken birbirimizden yararlanmışız tarih boyunca… Bunu bizim topraklarımız üzerinde konuşursak, Anadolu mimarisiyle ilgili neler söylersiniz?
Bizde büyük bir arşiv zenginliği var.Bununla beraber dikkat edersek yaşadığımız coğrafyadaki her bölgede çeşit çeşit malzeme var. Mesela Kayseri’ye gittiğimde görmüştüm, evlerin çoğunluğu taş malzemeden vücuda getirilmiş. Başka bir misal; Mardin’e bakıyorsunuz, orada da taş malzeme var. Mardin’in manzarasına baktığınızda hiç ağaç göremezsiniz. Orada hangi malzeme varsa onun kullanımı kolaylık arz edeceği için, haliyle çalışanlar da o malzemeden faydalanmış. Bugünkü gibi dünyanın öbür tarafından ithal edilen Afrika ağaçları kullanılamıyor, o günün teknolojisi bulunduğu yerden faydalanmalarını gerektiriyor. O zamanki insanlar bulduklarıyla yaşamışlar. Mesela Altıntaş’ta bir kırlangıç yuvası gördüm, yıkılmış. Harap bir binanın içerisinde bir kırlangıç yuva yapmış. Dikkatle baktım, oraya her gün getirdiği, çıt diye koyduğu taşı başka bir çamurdan almış. O çamurun rengiyle desen desen olmuş kırlangıç yuvası. Niye? Çalıştığı yerin malzemesi, farkında olmadan rengini oraya taşımış. Mahlukat böyle, dolayısıyla adem oğlu da böyle. Niye uzaklardan getirsin ki? Niye masraflı olsun ki?
Yaşadığı yerin fıtratına da uygun, aynı zamanda karakterinden yararlanan bir mimari…
O zamanlarda tabii bir hayat tarzı var. Şimdi ben, yaşadığın yerin malzemesine, fıtratına uygun yerleşimi kırlangıç yuvasında izleyebildim. Mesela Kastamonu civarında meşe çok. Oradaki ahşap yapılar daha kuvvetli. Daha büyük bedenli ahşap malzeme kullanılmış. Bizim böyle bir zenginliğimiz var. “Burada bu malzeme yok” deyip binalarındaki o estetikten vazgeçmemişler. O, orada taşla onu yapmış. Bu, burada ahşapla başka bir eser vücuda getirmiş.
Kyklop büyük demekmiş...
O manaya geliyor. Bizde o genel olarak pek yok. İnşa ettiğimiz ahşap binalarda her şey daha mütevazı ve sınırlı. Bir insanı kendi bünyesinde barındıracak ölçüler içerisinde yapılıyor. Bizim bütün mekân kültürümüz insan ölçüsünden hareketle hayat bulmuş ve gelişmiş. Mesela bir kimse için yapılan bir katlı odanın yüksekliği bellidir. Ama şimdi bugün daha büyük, daha yüksek mevzuu var. O daha daha mevzuu yüz küsur katlı binaları ortaya çıkarıyor.
Neden bir ‘daha daha’ hırsına kapıldık sizce?
Aynı parselde üst üste kat koymak ciddi bir kâr vücuda getiriyor çünkü. Dolayısıyla bugün yapı sanayi denilen şey devam ediyor. Mekân kültürümüz değil. Çünkü mekân kültürü deyince az evvel bahsettiğim o kırlangıcın yuvasında gördüğümüz icrayı fark etmiş oluruz. Her kuşun yaptığı yuvanın kendine özgü bir inşa ve malzeme karakteri vardır. O kuşun yuvasına baktığımız zaman, eğer biraz tabiatla haşır neşirsek o yuvanın hangi kuşa ait olduğunu hemen tanırız. Zira bir kuş, yuvasını bir başka kuşun yuvasına bakarak yapmaz. Yaradılışı neyse o yaradılışta ve yaşayış tarzında inşa eder. Netice itibariyle kendi hayatını devam ettirebilecek kadar bir yuva inşa eder. Bizim kültürümüzde böyleydi. Köydeki köy hayatına göre, zeminden müteşekkil bir hayat tercihi vardı.
Kapıyı açtıkları gibi ayaklarının toprağa değdiği bir hayat…
Köydeki yapı köydekilerin hayat tarzına, şehirdeki yapı da şehirdekinin statüsüne göre şekilleniyordu. Ayrıca az evvel zikrettiğimiz gibi mahalli malzemeyi kullanarak iktisadi olarak ucuza mal etmek de menfaatlerineydi. Lüks diye bir şey yoktu. Örneğin 79 yılında, Göreme’deki bir arazinin yapısını inceleme fırsatım olmuştu. Duvarları, dağları, tepeleri oyarak yapmışlar. Ahşap malzemeyi buraya uyarlayabilecek bir tarzda mekânlarını düzenlemişler.
Gittiğiniz o mekanlardaki evlere baktığınızda, bugünkü halleriyle kıyas ettiğinizde neler söyleyebilirsiniz peki?
Şu an oralar turistik mekanlara dönüştü. Bu yanlış bir şey. Kültürümüzü turistler gelsin, onlara bir şeyler sergileyelim, ticaret yapalım mantığıyla yaşatmamız doğru değil. Kültürümüz bize, bizim şahsiyetimize lazım. Şahsiyetimizle ve üretilmiş değerlerimizle beraber yaşayabilmemiz ve bu kıymetleri yaşatabilmemiz için gerekli. Yalnızca ticari bir meta olarak Safranbolu’daki gibi turizme açıyoruz diye çığırından çıkartmamalıyız. Bizim zevkimize ve hayat tarzımıza, düşüncemize, ince fikrimize hitap etmesi sebebiyle evimizin hassasını değiştirmeden, bozmadan kullanmamızın kıymeti var. Anlayarak ve tanıyarak. Bu bugün benim işime gelmiyor diye sofanın, odanın yarısını bölersek, plastik tavan yaparsak, pimapen pencereler yaparsak o bina artık aslını kaybetmiş olur. Bu yanlış bir tercih.
Fıtrata, karaktere uygunluktan bahsederken, bir soru etrafında tekrar dolaşmak istiyorum müsaadenizle. Takdir edersiniz ki hareketli bir coğrafyada yaşıyoruz. Depremler, faylar…
Bilhassa coğrafyamıza en yakın yanardağ İtalya’da var. Hareketli bir coğrafyada yaşıyoruz dediğiniz gibi. Dolayısıyla hareket eden bir arazi olduğu için birtakım silkelenmeleri ve bu silkelenmelerin derecelerini göz önüne alarak bina inşa etmek durumunda insanlar. Bir insan, yapacağı binanın istikbalde de yaşamasını arzu ediyorsa bunu düşünerek ev yapmalı. Tabii biraz da ekonomik olmalı. Eskiden böyle değildi. Herkes kendi yapısına ve dünyasına göre bir ev yaptırıyordu. Belki ona benzer bir ev alıyordu. Bugünkü gibi ‘müteahhitler hazır ev yapıyor insanlar da onu alıyor’ gibi bir durum söz konusu değildi. Nasıl kuş kendine mahsus bir ev yapmışsa insanların da ev edinme ihtiyacı ve şekli aynı o kuş gibi, kendilerine özgüydü. Fabrikasyon ev üretmek diye bir şey yoktu.
Bu fabrikasyon ev üretimi, bugün buradaki bir kooperatif düğmeye basınca memleketin öbür ucunda evlerin inşa edilmeye başlaması ilginç…
Şehirdeki saçma biteviyelik köydeki alan bolluğuna rağmen oraya da taşındı. Şimdi köylerde de üç dört katlı evler yapılmaya başlandı. Eskiden köyde üç beş kat diye bir şey yoktu. Şehirdeki çok katlılık bir nebze makul. Köye ne oluyor? Köyde sadece kendi evini değil, camiyi bile yıkıp kubbeli yapabiliyor. Eskiden köy camileri hep çatılıydı. Şimdi kimi köylerde camilere sonradan garip kubbeler ekliyorlar. Uzaktan oldukça tuhaf görünüyor. Bu tam olarak şahsiyet zaafıdır. Ne yapacağını bilmemektir veya yanlış şeyi tekrar etmekte ısrardır. Bunlar olmamalıydı ama oluyor.
Silkelenme kavramından bahsettiniz. Peki bundan kültürümüze dönerek korunmamız mümkün mü?
Zaten en başından beri bunu konuşuyoruz. Evet silkelenmekten bahsettik. Bu silkelenmeyi karşılayacak şey ise ahşap payandalardır. Dolayısıyla ahşap bina demek, aynen bir arı peteğinde olduğu gibi; bir nesnenin hareketi anında o kütleyi birbirinden kopmayacak, toplu halde hareketini sağlayacak şekilde bir örgü sistemi halinde inşa etmek demektir. Nasıl bugün otobüs taşlık yoldan giderken hırpalanır, sallanır ama çökmez. İşte evi de öyle düşünmek lazım. Öyle bir çatkı sistemiyle kuruyorlar ki, daha tabanda başlıyor sağlamlık. Şimdi malzeme azalmış, direklerin çeşitleri, cinsleri, ebatları küçülmüş, ebatlar küçüldüğü için binalarda taşıyıcılık kuvveti düşmüş ve düştüğü için ağırlık olmasın diye ortaya koydukları çatkı sisteminde artık tuğla kullanmaktan vazgeçmişler. Zira o tuğla, silkelenme esnasında savrulmayı arttırıyor. Arttırmasın da topluca dursun diye bağdadi icat edilmiş.
Burada yapı sanayiyle uğraşan insanlara ciddi vazife düşüyor...
Netice itibariyle insanlık tarihi başladığı zamandan günümüze gelinceye kadar büyük bir tecrübe yaşamış. Bizim bu tecrübeden yararlanacak, işine, mesleğine, meslek ahlakına, onuruna, şerefine, haysiyetine düşkün sanatkâr ve çalışanlarımız varmış. Bazen bana soruyorlar“Şimdi var mı sanatkâr?” diye, “Mezarlıkta” diye cevap veriyorum. Biz büyük bir ananeye sahibiz; gelgelelim dilinden, musikisinden tut mekânına kadar, her türlü birikmiş değerlerimizi topluca terk ettiğimiz için büyük bir kayıp içerisindeyiz. Bir de insanlar, yani bütün yeni nesiller bu reddediliş ikliminin içerisinde dünyaya geldikleri için, iyisinin, güzelinin, doğrusunun bu olduğunu sanıyorlar. Geriye bakmak gibi bir hassaları yok. İstikbale ait fikirleri de yok.
Gelgelelim bugün bu kültürü terk edenler ileriye doğru mucizevi bir formül de ortaya koyamıyorlar…
Bu da doğru. Zaten eski evler de silkelenebilir, onlar da yıkılabilir, ama içinden çıkabilirsiniz en azından. Güneydoğu’da gördüğümüz hadisede kum yığını gibi çökmüş binalar. Bazıları yan yatmış vs. O kumdan yapılan, yığın gibi yıkılan binada diri diri mezara girmişler. Burada tabiat şunu söylüyor, “hareketli olan bir zeminde fazla yükselmeyeceksin”. Fazla yükselmenin şöyle bir sıkıntısı var: Kolonlar, kirişler ne kadar sağlam ve geniş, ne kadar kuvvetli olsalar da üç katlı bir binanın silkelenmesinde fazla zarar almaz insanlar.Topraktan sonraki ilk bir iki katı düşünün, bir de üzerindeki yüz katı düşünün. İki üç katlı binadaki ağırlığın kilosuyla, yüz katlı binanın ağırlığı aynı değil. Yüz katlı bina daha çok savrulacağı için, alttaki kolonlar kırıldığından, yukarılar sağlam da olsa devriliyor bina.
Alanında uzman insanların, ananeden yararlanmayı bilenlerin yönlendirmesiyle ayağa kalkabilecek ancak mekân kültürümüz…
Meslek deyince elle yapılan işler gelirdi aklımıza eskiden. Şimdi şaklabanlığa da meslek deniyor. Bir usta düşünün, yanında bir çırak yetiştiriyor. Zamanı gelince çırak da onun yanında yetişip sanatı ondan devralıyor. Dolayısıyla aynı yapılar ve işler devam ettiği müddetçe usta ve çırak zinciri de devam ediyordu. Maalesef bu Balkan Harbi, 1. Dünya Savaşı, Milli Mücadele vs. derken insanların sanat eseri vücuda getirebilecek hali de kalmadı. Kabiliyetli insanlar cephelerde şehid oldu. Doğrusu bir şey üretmek için talep de yok. Talep olmayınca usta çalışmıyor, bu sefer de yanında çırak yetişmiyor. Dolayısıyla bizde üslup ve sanatı devam ettirecek zincir kalmadı.
Öğrenenler de ancak işlerine yarayacak kadarını öğrenmişler…
Eskiye ait ne varsa “bizi geriletiyor” düşüncesiyle bakarsanız, kimse de mekân kültürünün inceliğini öğrenmeye heves kalmaz zaten. “Bizi geriletiyor, istikbali görmemizi engelliyor” cümleleri, bu çağda bizden ileride olduğunu kabul ettiğimiz milletleri taklit etmek, kendi malzeme ve mekân kültürümüzü terk etmek bir hüner oldu. Bu hüner olunca idareler ne yaptı; imar planı hazırladılar. Halbuki bu şehir bir günde kurulmadı ki... Senelerce içerisinde yaşanılan bir tarih müddeti zarfında vücuda geldi. Dolayısıyla sen oradaki varlığı kabul etmeyip, o zamana kadar gelen yapı kültürünü reddedip bambaşka bir mimari üslup uygulamaya çalışıyorsun. Zaten imarı tamamlanmış, üslubu ve tarzı oturmuş şehrin üzerine tekrar imar planı hazırlanamaz. Hazırlanırsa bu, o içinde yaşanılan şehrin varlığını, mimarisini görmezlikten gelmek olur. Bu da bir insanı evinden atıp oraya başka bir insan yerleştirmeye çalışmak gibi bir şeydir. Günümüzde insanlar ‘daha, daha’ heveslerinden dolayı ahşap evlerde oturmak istemiyorlar. Bu mezar gibi beton evlerde, ruhtan yoksun mekânların içinde tükenip gidiyorlar. Bizim yapı kültürümüzün macerası bu.