Mata Hari şiir ve birtakım esrarengizlikler

Fotoğraf çekememeye bahane aradığım sanılmasın. Bu donmuş zamanı akan giden hayatıma uyguladığım anda da ortaya çıkan sonuç aynı.
Fotoğraf çekememeye bahane aradığım sanılmasın. Bu donmuş zamanı akan giden hayatıma uyguladığım anda da ortaya çıkan sonuç aynı.

İşte, benim bu görmeyişlerim, fark etmeyişlerim hep dalgınlık denilerek bana iade edildi. Kendi izimi sürdüğüm zaman ulaştığım ilk ipucuysa şu oldu; dalgın değilim, yolcuyum. Görüntülerin, imajların, kelimelerin, insanların arasından geçerek, hızın nesneleri görünmez kılması gibi, beni durduracak olana doğru giderken körlük yaşıyorum.

Şairin bir kişilik özelliği olarak “dalgınlık” gibi bir vasıf taşımasına, insanların dalgınlığı şairlere yakıştırmasına oldum olası karşı çıkmışımdır. Bütün karşı çıkışlarım bilhassa yakınlarım tarafından çeşitli “dalgınlıklarım” örnek gösterilerek boşa düşürülünce meseleyi izah etmek için kendime birtakım dostlar aradım. Tam bu noktada karşıma çıkan Marcel Proust’un “Şiir ya da Esrarengiz Yasalar” adlı yazısı bir argüman olması ötesinde, şairin ruh hâli ile ilgili hurafeleri de dağıtacak bir kapsama sahip. Fakat oradan bahsi açmadan evvel bazı örnekler vermek yerinde olacaktır. Misal pek az olan fotoğraf çekme alışkanlığım, görmeye değer yerlerde gittikçe tuhaflaşıyor.

Fotoğrafların ana öznesi olmaya alışık olan objeler, binalar, sanat eserleri ve şehir manzaralarını kadrajıma almak hemen hiç aklıma gelmez. Bu öyle bilinçli bir tercih ya da fotoğraf sanatına karşı bakışımı belirleyen bir durum değil. Zaten fotoğraf okumayı sevsem de bunun izleyici/okuyucu tarafında kalmayı yeğlerim. Ezcümle, çektiğim fotoğraflara sonradan bakınca esas odağın hep kompozisyonun dışında kaldığını, daha fenası bir miktar göründüğünü, gözümüm takıldığı hep daha küçük bir ayrıntının sahneye çıktığını fark ettim.

Fotoğraf çekememeye bahane aradığım sanılmasın. Bu donmuş zamanı akan giden hayatıma uyguladığım anda da ortaya çıkan sonuç aynı. Yıllar evvel Şişli’de otururken bir dostuma evimi tarif edişimi kendisi hâlen anlatır; “‘Güler Yüzlü Temiz Şişli’ yazısının önünde bekle, gelip alacağım seni.” Bunu tuhaf kılan, o zamanlar neredeyse bütün Şişli’nin bu yazılarla kaplı olmasıydı. Binlerce kez duvarları süsleyen bu yazıların önünden geçmeme rağmen benim zihnimde sadece bir tanesi kayıtlıydı. Zira bana ait olan “Güler Yüzlü Temiz Şişli” yazısının olduğu duvarın önünde yağmurlu yağmursuz günlerde giydiği muşambadan kafasını uzatıp elindeki tarak ve yara bandını satmaya çalışan asık suratlı ve kirli bir adam vardı. Bu tezat olmasa boydan boya bütün ilçede yazan bu sloganı asla fark etmeyecektim. İşte, benim bu görmeyişlerim, fark etmeyişlerim hep dalgınlık denilerek bana iade edildi. Kendi izimi sürdüğüm zaman ulaştığım ilk ipucuysa şu oldu; dalgın değilim, yolcuyum. Görüntülerin, imajların, kelimelerin, insanların arasından geçerek, hızın nesneleri görünmez kılması gibi, beni durduracak olana doğru giderken körlük yaşıyorum.

  • “Kerli ferli adamlar bir inşaatın ya da önemli bir yıkımın gelişmelerini izlemek için durup bakar. Oysa şair, kerli ferli adamın dikkatine layık olmayan her şeyin karşısında durup bakar; öyle ki sevdalı mı, casus mu diye merak ederiz; uzun süredir şu ağaca bakar gibidir, aslında neye bakmakta olduğunu merak ederiz.” diyor Marcel Proust.

Mata Harileri casus, Al Caponeları gangester yapan şeyden bahsediyor. Yani “papatyaları şımartmamaktan”. Ve şair devam ediyor; “İnmem gerek gözbebeklerimin altına”. İsmet Özel’in şaire ait bakış ve dönüşümü, modern şiirin doğasına değerek hepimize sezdirdiği “Jazz” şiiriyle Marcel Proust’un metnini birlikte okumak müthiş bir anlam bütünü. Şairin göz bebeklerinin altına inmesi demek, ne bitimsiz bir yolculuktur. Biz onu dalgınlık zannederiz. İşte o anda hangi şair ne kadar görürse şiirinin gücü de o kadar olur. Şair bakışına sahip olmak ya da bunu sezmek de yetmez. Şairin doğasının gereğini refleks hâline getirmesi ve “şiirin esrarengiz yasalarını” keşfetmesi beklenir.