Mahallemiz yanıyordu seyirci kalamazdık
Elbette açları doyurmak, çıplakları giydirmek çok hayırlı bir iştir; ancak asıl olan, bununla birlikte yüzyıldır tahrip edilmek istenen kardeşlik bağlarımızı da yeniden tesis etmektir. Bunun için de oradaki ihtiyaçları yerinde ve doğru tespit edip ona göre tedbirler almak gerekir. Yani oradaki insanların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek üretim yapabilmelerini sağlamak asıl mesele.
Suriye'de bir ülkücü: Mahir Damatlar
Suriye’de savaş başlayalı neredeyse dokuz yıl oldu. Yüz binlerce insanın hayatına mal olan, milyonlarca insanın da hayatta kalabilmek için ülkesini terk etmek mecburiyetinde bırakıldığı bu savaş üzerine yıllardır binlerce teori üretildi; analizler yapıldı. Aslında iki kutuplu diyebileceğimiz bir dünyada onlarca ülke, menfaatleri icabı meseleye dâhil oldu, “kartlar” her seferinde farklı dağıtıldı. Ve bunca yıldan sonra ufukta hâlâ bir çözüm gözükmüyor. İnsanlar hayatta kalabilmek için gittikleri ülkelerde aşağılanıyor, dışlanıyor, çıktıkları yolda; karada, denizde sessizce canlarını kaybediyorlar. Sahillerde kara gözlü mülteci çocukların cansız bedenleri yatıyor. Hayatını kaybeden herhangi biri için cenaze töreni yapıldı mı, ölenleri merak eden, özleyen, onlardan umutla haber bekleyen sevdikleri var mı, yurtlarında hangi aziz hatıraları bırakıp yola çıktılar bilmiyoruz.
Ama şunu biliyoruz, bir gün kendilerinin de aynı imtihana tâbi tutulacağı ihtimalini akıllarının ucundan bile geçirmeyen güruh, mültecileri yerlerde sürüklüyor, aç biilaç çocukların ayağına çelme takıyor, onlarla alay ediyor, yalanlarla bezeli aşağılayıcı sözlerini bütün mecralarda en aşağılık şekilde yayıyor, her Allah’ın günü yaptıkları bir başka zalimlikle bizi insanlığımızdan utandırıyorlar.
Ve silahla, bombayla, yalanlarla örülü bu savaş bütün acımasızlığı ile hâlâ devam ediyor.
Tüm bunlar olurken merhameti ve şefkati, yani insan olmanın en temel nüvesini kalplerinde taşıyan insanlar konuşmak yerine yola koyuluyor, güçleri yettiğince, genç, yaşlı demeden savaşın ortasında çaresiz kalan insanların hayata tutunmaları için harekete geçiyor onlara yoldaş oluyor, kardeş oluyor, dost oluyor ezcümle bir derde derman olabilmek için gecelerini gündüzlerine katarak insan olmanın nasıl asil bir şey olduğunu bize hatırlatıyorlar.
Ve silahla, bombayla, yalanlarla örülü bu savaş bütün acımasızlığı ile hâlâ devam ediyor.
Yapılan “analizler” ya da siyasi mülahazalar o insanları asla ilgilendirmedi; bugüne dek isimlerini kimse duymadı belki, belki de hiçbir zaman duymayacaklar ama onlar, sayısız ülkenin istihbarat elemanının ve teröristlerin cirit attığı, enkaza dönmüş bir ülkenin tehlikelerle dolu yollarında canla başla iyiliği taşımaya, binlerce yaralı kalbe merhem olmaya devam ediyor.
Bunlardan birisi de kendisini tanımaktan şeref duyduğum şahsiyet timsali insan Mahir Damatlar.
Bütün hayatı mücadele ile geçmiş, 12 Eylül döneminde dehşetli işkencelere maruz kalmış, Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun dava ve yol arkadaşı “Nizam-ı Âlem Ülkücülerinin Yusuf Yüzlüsü” diye bilinen Mahir Damatlar’ı uzun süredir Suriye’deki ihtiyaç sahipleri için tertip ettiği yardım faaliyetleri içinde görüyoruz.
Bundan birkaç ay önce Mahir Ağabey’le yolumuz Azez’de kesişti. İHH gönüllüsü olarak bulunduğumuz savaşın yetim çocukları ile buluşmamıza, bütün o görmüş geçirmişlik ve bilgeliği ile iştirak ettikten sonra ırk ve milliyet tanımayan şefkat ve merhamet yolculuğu Afrin’e doğru devam edecekti. Evet, “Vefalı Türk” yol arkadaşları ile birlikte Afrin’den sonra da Suriye’nin muhtelif bölgelerindeki yardımlarına devam etti, ediyor. En son Barış Pınarı Harekâtı esnasında onu yine Suriye cephesinde gördük. Şimdi, Suriye’yi, Suriyelileri cesaret ve vefa örneği bir ülkücünün şahitliği ile dinleyelim.
Suriye bizim neyimiz olur?
Suriye, bundan yüzyıl evvel Osmanlı’ya musallat olan ittifak devletlerinin bizden kopardığı topraklarımızın bir kısmıdır. Halep demek Gaziantep demektir. Şam demek Hatay demektir. Çobanbey’in Kilis’in ilçesi olan Elbeyli’den farkı yoktur. Maraş’ta bir Sütçü İmam çıkıp kahraman olmasaydı şimdi Suriye toprağı diyecektik. Antep’te Şahin Bey, Kara Yılan veya on üç yaşındaki Şehit Kâmil olmasaydı Gazi Antep’e Suriye toprağı diyecektik. Hatay, 1939’da Türkiye’ye katılmasaydı şimdi Suriye toprağı diyecektik. Fransızlar sömürmek için bu toprakları bizden kopardığında Urfa’daki Arap kardeşlerimizin akrabaları Resulayn’da Haseke’de kaldı. Mardin’deki Kürt’ün akrabaları Ayne’l Arap’ta Tel Abyad’da kaldı. Hatay’daki Türkmen’in hatta Süryani’nin akrabaları Afrin’de Cinderes’de kaldı. Kısacası Suriye, herkesten ziyade bizi ilgilendirmektedir. Hem tarihimiz hem coğrafyamız hem kültürümüz hem inançlarımız bizim oralarla ilgilenmemizi gerektirir. Amerika, binlerce kilometre öteden gelip petrol için orada bulunacak. Rusya, sıcak denizlere inme planını gerçekleştirmek için orada olacak. İsrail, Arz-ı Mevud hayaliyle Suriye’de fırsat kollayacak. İngiliz, Fransız, vs. elini kolunu oradan çekmeyecek ve onlar Türkiye’nin orada olmasını tartışacaklar!.. Orada olma hakkına sahip tek ülke Türkiye’dir.
Bir dernek veya vakıf çatısı altında mı faaliyet yapıyorsunuz?
Hâlihazırda Gönüllerde Birlik Vakfı’nın başkanlığını yapıyorum. Ancak Suriye ile ilgili yaptığımız çalışmaları Altın Küre Uluslararası Yardım Derneği vasıtasıyla yürütüyoruz.
Suriye’ye ilk ne zaman gittiniz? Hangi bölgelerde bulundunuz? Yardım faaliyetlerinizi bugüne kadar sürdürmenize sebep olan ilk ziyaretinizdeki şahitliğinizi dinlemek isterim.
Suriye’ye ilk olarak iç savaştan önce gittim. Yüzyıl içerisinde ciddi bir kültür farklılığı oluşmasına rağmen bazı bölgelerin Anadolu kasabalarından pek de bir farkı yoktu. Kısacası Suriye, bizim dünkü mahallemizdir. Mahallemiz yanıyordu. Biz de seyirci kalamazdık. Başarıyla geçen Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan sonra bölgedeki kardeşlerimize yardım etmek için bir ayağımız hep orada oldu. Eğer Türk’üz diyorsak, Osmanlı’nın torunuyuz diyorsak, Müslümanız diyorsak bu coğrafyanın insanıyız diyorsak, hatta insanız diyorsak, bir ayağımızın orada olması lazım. Bizler hiçbir zaman sınırlarımızı sadece Edirne ile Kars arasında görmedik. Mazlumun olduğu her yerde bizlerin de olması lazım...
Bunca tecrübeden sonra insan olarak şahitliğinizin sizi taşıdığı yer neresi, neler yapmalı, siz neler yapıyorsunuz?
Elbette açları doyurmak, çıplakları giydirmek çok hayırlı bir iştir; ancak asıl olan, bununla birlikte yüzyıldır tahrip edilmek istenen kardeşlik bağlarımızı da yeniden tesis etmektir. Bunun için de oradaki ihtiyaçları yerinde ve doğru tespit edip ona göre tedbirler almak gerekir. Yani oradaki insanların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek üretim yapabilmelerini sağlamak asıl mesele. Misal, Mare bölgesinde bir depoyu atölyeye çevirerek kırk adet dikiş makinası ve overlok makinası koyarak hanımların kimseye ihtiyaç duymadan kendi geçimlerini sağlayarak üretim yapmalarına vesile olduk. Ayrıca Türkmenlerin bile unuttuğu Türkçeyi yeniden öğretebilmek için Türkçe kursları açtık.
- Çocuklara Kur’an Tilavet yarışması yaptırarak yüzlerce çocuğu hediyelerle teşvik edip Kur’an’dan kopmamalarına vesile olduk. Bu ve benzeri faaliyetleri yaparken bölgedeki kurduğumuz dernekler vasıtası ile yapılan tüm faaliyetleri daha organize ve kalıcı hâle getirdik.
Özellikle aramıza düşmanlık sokulmak istenen Araplarla bir aradayken, ülke dışında Türk olmak nasıl bir şeydir, bir ülkücü olarak siz buna ne dersiniz?
Arap’ı da, Kürt’ü de, Türkmen’i de yüz sene evvelki Osmanlı tebaasıdır. Biz Türkler olarak Mehmet Akif Ersoy’a Arnavut demedik. Selahaddin Eyyubi’ye Kürt demedik. Şeyh Şamil’e Çeçen demedik. Mevlana’ya Farisi demedik. Onlar bizdendi biz de onlardandık. Bu duygularla Suriye’de çikolata uzattığımız çocuğun Arap, Kürt, Türkmen, Ezidi olması neyi değiştirir? Gönül coğrafyamızın mazlumlarına Türk’ün şefkat elini uzatmak sadece bir vazifedir.
Karşılaştığımız neredeyse bütün meselelerde gerçekler ve yalanların ayırt edilemez bir şekilde iç içe geçtiğini görüyoruz. “Suriyeliler” meselesinde de durum ne yazık ki böyle. Meselelerin kasıtlı olarak çarpıtıldığını düşünenlerden misiniz, bu durumla nasıl baş edilir sizce?
Meselelerin çarpıtıldığı, abartıldığı ve hatta bazen köpürtüldüğü kanaatindeyim. Türkiye’de dört-dört buçuk milyon Suriyeli göçmen olduğu söyleniyor. Elbette bu asil millete düşen Anadolu coğrafyasının mazlumlara ana kucağı olduğunun şuuruyla mazlumları bağrına basmasıdır. Zaten de öyle olmaktadır. Ancak ilk günden beri uygulanan iskân politikasının çok da doğru olduğu kanaatinde değilim. Yani Suriye’den gelen sığınmacıların sınıra yakın bölgelerde iskân ettirilerek kontrol altında tutulmaları doğru idi. Anadolu’nun ücra köşelerine kadar yayılan Suriyeli sığınmacıların aramızdaki kültür farkları da istismar edilerek yarınlarda çatışma ortamı oluşturulabilecek provokasyonlara açık zafiyete dönüştürülmesi çok mümkündür. Nihayetinde ne onlar gerçek manada bir muhacirdir ne de bizler kastedilen manada Ensar değiliz. Hele hele fırsat gözleyen hainler her zaman bu zafiyeti eyleme dönüştürerek bir iç kargaşaya sebep olmak isteyebilirler. Bu yüzdendir ki her toplumda olabilecek olumsuz fiiller Suriyeliler tarafından yapıldığında abartılarak kışkırtmalar yapıldığını da görmekteyiz. Bu hususta gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiştir. Devlet yöneticilerinin istismara açık bu iskân politikasını gözden geçirerek daha makul neler yapılabileceğinin çarelerini düşünmelidirler.
Barış Pınarı Harekatı’nda ve öncesinde yardım faaliyetleri ile saha da olan bir Türk olarak askeri harekat sonrası durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barış Pınarı Harekatı’nın bir zaruret olduğuna başından beri inananlardanım. Sahada Milli Ordu’nun ve de Özel Kuvvetlerin kahramanlığının, başarısının, becerisinin yanı sıra diplomatik ataklar ve kararlı duruş şunu göstermiştir ki “bağımsız bir Kürdistan” yutturmacası ile müstakbel bir İsrail devleti komşuluğuna Türkiye hiçbir zaman rıza göstermeyecektir. Velev ki adı güya “İslam ülkeleri” olan ülkeler de dâhil, tüm haçlı güçleri de karşımıza dikilse Türkiye bu kararlılığından vazgeçmeyecektir.
Suriyeli Türkmen, Arap ve Kürtlerin önde gelenleriyle tanışma imkânınız oldu mu? Olduysa onların Barış Pınarı’na bakış açıları nedir?
- Operasyon öncesinde ve sonrasında Suriyeli Türkmen, Arap ve Kürtlerin önde gelenleriyle görüşmelerimiz oldu. Operasyonun olmasında da operasyonun durdurulmasında da Türkiye’ye tam bir güven ve teslimiyetlerine şahit oldum. Milli Ordu’nun yararlı gençlerini hastanelerde ziyaret ettim. Şehit veren tugayların komutanlarıyla görüştüm. Hepsi de rejimin, DEAŞ’ın ve PYD’nin zulmünü ve işkencesini yaşamış insanlar olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kararlarına tam bir güven duygusu içerisinde olduklarını müşahede ettim.
Neredeyse dünyanın her yerinde üzerimize boca edilen alçakça bir kara propagandaya maruz kalıyoruz ve tüm bunların karşısında YPG’nin PKK bağlantılı bir terör örgütü olduğuna bile inandıramıyoruz muhataplarımızı. Türkiye’nin ne yapması gerekir?
Muhataplar YPG ve PKK’nın terör örgütleri olduğunu biliyorlar. Bütün Haçlı zihniyetinin bir anda karşımızda saf tutmasının sebebi uyuyan devin uyanmaya başlamasıyla ilgilidir. Bu, doğru şeyler yaptığımızın en büyük göstergesidir. Bu kararlılığımızı istikrarlı bir şekilde sürdürmemiz gerekir.
Bölgede sadece Türkiye’ye karalama amaçlı faaliyet yapan göstermelik yardım kuruluşları var mı?
Bölgede 72 milletin ajanları çeşitli kurum ve kuruluş adı altında cirit atmaktadır.
Türkiye’deki Suriyeliler hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Suriyeli gençlerin “ülkelerinde kalıp savaşmak yerine Türkiye sahillerinde nargile içmesi” gibi ithamları nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Sahilde nargile içen Suriyeli” fotoğrafındaki “Suriyeli” aslında bir Türk’tü ve fotoğraf basına provokasyon amacıyla servis edilmişti. Yine de bazı çirkin görüntüler istisna olmasına rağmen ne yazık ki istismarcılar için de malzeme oluyor. Suriye’de kahramanca mücadele eden kardeşlerimiz ve onların aileleri de bu tür lakayt görüntülerden rahatsız oluyor ve bu çirkin örnekler toptancı bir düşmanlığı körüklüyor. Kontrol altına alınmazsa yarınlarda büyük provokasyonlara malzeme olma ihtimali yüksek. Yalnız unutulmaması gereken bir şey var ki o da şu; Türk toplumunda “rahatsız edici” bulunan Suriyelilerin hemen hepsi savaş başlamadan önce Suriye’de de aynı şekilde tanımlanan kişilerdi. Savaşı bahane ederek ülkemize gelen ve Suriye’deki hayatlarını burada da devam ettiren bu kişiler gelen bütün Suriyeli mültecileri temsil ediyor olamaz.
Ortalıkta gördüğümüz dilenciler orada da dilenci olarak yaşayanlardı mesela. Bu durum devletin resmi kayıtlarında da bulunmaktadır. Ayrıca Suriyelilerin sürekli “suç işleyen” bir kesim olarak gösterilmesi de son derece haksız bir yaklaşım. Göç İdaresi’nin resmi verilerine göre, büyük bir kısmı kendi aralarında olmak üzere Suriyelilerin suça karışma oranı yüzde 1.2. Gerçek bu ve bu vesileyle kamuoyunda çok yaygın kimi algıların da yanlış olduğunu söylemeliyim. Öncelikle Türkiye’deki Suriyeliler devletten maaş almıyorlar. Avrupa Birliği’nin finansörlüğünde aylık 120 lira evet yalnızca 120 lira ödeme alıyorlar. Suriyelilerin üniversitelere sınavsız girmesi gibi bir durum da mevcut değil. Yabancı uyruklu öğrenci sınavına girmesi gereken bir Kazakistanlı ya da Amerikalı ile aynı kanunlara tâbiler, yani onlar için özel bir düzenleme bulunmuyor.
Suriyelilerin sürekli “suç işleyen” bir kesim olarak gösterilmesi de son derece haksız bir yaklaşım. Göç İdaresi’nin resmi verilerine göre, büyük bir kısmı kendi aralarında olmak üzere Suriyelilerin suça karışma oranı yüzde 1.2.
Suriyelilerin TOKİ’den bedava ev alacaklarına dair algı da tümüyle yanlış çünkü TOKİ’den ev almanın ilk şartı Türk vatandaşı olmaktır. Aynı durum “Suriyeliler devlet memuru olacak” yalanı için de geçerli; Yabancıların devlet memuru olmaları yasal olarak mümkün değil. Yine binlerce “beğeni” alan bir habere göre Türkiye’deki Suriyeli mülteciler “yasal öncelikli hasta” statüsünde sayılıyor ve hiç beklemeden muayene olabiliyorlar ve bu da büyük bir yalan. Yayımlanan fotoğrafta Suriyeli hastanın isminin altında “yasal öncelikli hasta” yazdığı doğruydu ama “yasal öncelik” acil servisten polikliniğe sevk edilen hastalar için kullanılan bir terimdi. Yani hasta Suriyeli olduğu için değil, acil servisten sevk edildiği için “yasal öncelik” hakkına sahip olmuştu. Yalanlar bitmek bilmiyor, Adıyaman’da bir Suriyeli Atatürk heykeline saldırıyordu bu sefer. Ve bunu bir CHP milletvekilini sosyal medyada paylaşmasıyla 300 binin üzerinde kişi tarafından görüntüleniyordu. Fakat gelin görün ki bu da yalandı.
Atatürk heykelinin üzerine çıkan madde bağımlısı bir Türk’tü ama haberin doğrusu kimin umurunda? 300 küsur bin kişi Suriyelilerle ilgili tam da aradıkları türden “bilgiyi” üstelik de bir siyasetçinin servis etmesiyle çoktan bulmuşlardı bile. Bu saydıklarımın hepsi özellikle sosyal medyada kasıtlı olarak yayılıyor. Resmi kaynaklar tarafından yayımlanan doğru bilgilerse ne yazık ki aynı konudaki yalanlar kadar makes bulmuyor. Doğruyu söylemek ve anlatmak insan olarak hepimizin boynunun borcudur. Evsiz barksız kalmış, yurdundan yuvasından edilmiş bunca insanın, bunca yalan karşısında kendilerini savunmaları nasıl mümkün olabilir ki, kendinizi bir an için onların yerine koyun lütfen; ülkenizden koparılmış ve komşu ülkenin topraklarına sığınmışsınız ve hakkınızda her gün binlerce yalan yayılıyor.
Yalnızca hayatta kalmaya çalışan insanlardan bahsediyoruz burada; asgari ücretin bile altında ücretlerle çalıştırılan, derme çatma barınaklarda kalmak için kazandıklarının neredeyse tümünü “ev kirasına” vermek zorunda bırakılan, kızları “ikinci eş” olarak alınmak istenen dramatik hayatlara sahip insanlardan bahsediyoruz. Biraz diğerkâmlıktan kimseye zarar gelmez.
Savaşın başladığı tarihten itibaren Suriye’de bir milyondan fazla çocuk yetim kaldı. Ve siz kayıtlara rakam olarak geçen o “bir milyon” sayısına dâhil olan yetimlerle yüz yüze görüşme imkânı buldunuz. İstatistiklere birer sayı olarak geçmiş o yetimlerin her birinin insanın kalbine dokunan bir hikâyesi var oysa. Siz de bunlara şahitlik ettiniz. Biz o hikâyenin neresindeyiz ağabey?
- Yüzbinlerce çocuk organ mafyasının, fuhuş mafyasının ve de terör örgütlerinin ağlarına düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Göğsümüzdeki ay yıldızlı bayraklarımızla biz onlara iyilik, güzellik, dostluk ve şefkatle yaklaşmaya çalışıyoruz. Çünkü o yavruların buna ihtiyacı var.
Göz göze geldiğimiz her yavrunun bu şefkate ihtiyacı olduğunu görüyoruz. İç savaş başlayalı sekiz yıl oldu. Yani dünkü çocuk dediklerimiz bugün vatan müdafaasında yerlerini almaya başladılar. Bizim vazifemiz bugünkü çocukları da yarınlara en güzel şekilde hazırlamaya gayret etmektir. Bunun işaretlerini görmekten müthiş bir haz duyuyoruz. Yüce Rabb’im emanetini hâlen bu yüce milletin üzerinde tutuyor. İnşallah necip Türk milleti yeniden şahlanarak tüm dünyadaki mazlumların hamisi olabilecek güce ulaşır. Yaptığımız her işte bunu gözetir, bunu özler ve bu uğurda değil fedakârlık yapmak feda olmak isteriz. Allah zalimler karşısında sayımızı artırsın, gücümüze güç katsın. Âmin…