Mağlup samurayın dersi: Akira Kurosava
Japonya’da unutulmaz bir başarı elde etmiş kişilere verilen Tennō, İmparator ünvanı ile anılan Akira Kurosava 26 yıl önce Tokyo’da yaşama veda etti. Japon standartlarına göre, 1943’ten başlayarak çekilen otuz üç filmden oluşan ve judo ile jujitsu arasındaki felsefi karşıtlığın hikâyesi Sanshiro Sugata ile başlayan nispeten kısa bir kariyeri vardı. Altmış yıl sonra Johnnie To, o ilk filme saygı duruşu niteliğindeki, kendisinin en iyi filmlerinden biri olan, Throw Down’ı çekecekti. Bu, Kurosava’nın eserlerinden birinin bile coğrafi olarak çok uzaklardaki yönetmenlere nasıl ilham verdiğini gösteren birçok örnekten yalnızca biridir.
1910’da doğan Akira Kurosava, Batı’nın taşralılık duvarını yıkan; Avrupa ve Amerikan sinemasını doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen ilk Japon yönetmendi. Onu, Ozu ve Mizoguchi izledi. Yönetmen olarak, ilk çıkışı Japon sinemasının diğer iki devinden çok daha sonra olmasına rağmen, yolu açan Kurosava oldu. Rashomon 1950’de Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazandıktan dört yıl sonra görkemli Yedi Samuray geldi. Film, insan psikolojisi ve muhteşem savaş sahnesi koreografileriyle kendi tarzını ortaya koymuştur. Sergio Leone, Francis Ford Coppola veya George Lucas gibi gelecekte iz bırakacak yönetmenler, Kurosava sayesinde bilinmeyen bir evrene adım atar ve ondan ilham alarak ölümsüz eserler yaratırlar.
Lucas, Star Wars ile Gizli Kale’nin iskeleti üzerine bir bilim kurgu destanı inşa ederek samurayları ve dövüş tekniklerini, hepimizin bildiği Jedi Şövalyelerine dönüştürür. Sergio Leone, ilk spagetti Westerni yapmak için Clint Eastwood’a bir panço, Gian Maria Volonté’nin koluna bir tüfek takmaya karar verir.
Kurosava’nın önemini Batılı takipçilerine göre değerlendirmek, onun gerçek değerini azımsamak anlamına geleceği gibi; onu Japonya dışında ülkesine nazaran daha sevilen Japon yönetmen olarak gören stereotipi de ağırlaştırmak anlamına gelecektir.
Gerçek şu ki, Kurosava’nın sineması, tüm trendlerin tersine çevrilmesinin ötesinde, o zaman olduğu gibi bugün de izleyiciye ölümsüz etik mesajlar veriyor. İnsan doğasını merkezine alan Yedi Samuray ve Ikiru’nun yönetmeni, -iyi ya da kötü demedengerçeklere ve yalanlara, ezilenlere ve zalimlere odaklanarak ve her zaman ikincisinin yanında durarak neler yapılabileceğini asla unutmadı. Hem çiftçileri savunmak için kendilerini onurla feda eden samuraylar, hem de hayatının geçip gittiğini gören yaşlı bir memurun, onurunu kendi ihtiyaçların önüne koyma cesaretine sahip, trajik ama takdire şayan karakterler yarattı.
Ancak 50’li ve 60’lı yılların olağanüstü başyapıtları olan Throne of Blood veya Ran’da Shakespeare tragedyalarını baştan yarattıktan sonra onları Japonlaştırarak yeni ve cesur yollar izleyebilen Kurosava’nın mirası bununla kalmaz. Yönetmen, atom bombası sonrası farkındalıklar, açgözlülük, şiddet ve zorunlu sanayileşmenin rahatsız ettiği bir dünyanın acısından beslenmektedir. Sogni , tıpkı Ağustos’ta Rhapsody ve ustanın son ve dokunaklı eseri Madadayo –Doğum Günü- gibi, hem görüntülerin hikâye anlatma kapasitesine olağanüstü bir yolculuk hem de doğaya sahip çıkmak için yürekten bir çağrıdır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın; kariyerinin hangi dönemine odaklanırsa odaklansın, Akira Kurosava’dan alınacak ders bakidir: Bilgelik yaşlanmayı bilmez.