Maddedeki bilinç
Beynin nasıl çalıştığını anlamaya dair daha kat edeceğimiz çok yol var gibi görünüyor. Her gün öğrendiklerimiz, dün bildiklerimizin yanlış olduğunu bize gösteriyor. Şurası açık ki beyin hücrelerinin bağlantısallığına bakarak veya bir beyin MR’ı çekerek bir insanın hislerini, düşüncelerini, deneyimlerini tespit etmek mümkün değildir. Tam burada ne olduğunu hâlâ bilmediğimiz kocaman bir boşluk, varlığını sürdürüyor…
Kişinin kendisinin ve çevresinin farkında olması şeklinde tanımlansa da “bilinç” denen şeyin ne olduğunu tam olarak bildiğimiz söylenemez. Bir farkındalık durumu mu? Bir deneyimler bütünü mü? Uyanıklık hâli mi? Yoksa bunların ve başka tanımların tamamı mı, hiçbiri mi?
Nöro-bilimciler beynin bağlantısal haritasını tüme yakın çıkarmış olsalar da bilinçli veya iradi deneyimleri buraya nasıl oturtacağımız hâlâ belirsiz.
Tüm bu sorular/sorunlar, bilinci bir problem olarak karşımıza getiriyor. Anlatılmaz-yaşanır bir durumu ifade etmek için kullandığımız bir tabir, bilinç. Bilinçle ilişkilendirilebilecek fizyolojik mekanizmalar içerisinde en umut vaat eden organımız şüphesiz beyindir. Beynin fizyolojik mekanizmaları geçtiğimiz iki yüzyılda büyük bir gayretle incelendi. Nöro-bilimciler beynin işleyişine dair hatırı sayılır bilgiler elde ettiler. Beyin, milyarlarca nörondan (sinir hücresinden) oluşuyor, sinir hücreleri, hücre boyunca girip çıkan sodyum, potasyum, kalsiyum gibi iyonlar sayesinde elektriksel aktiviteye sahip ve salgıladıkları glutamat, dopamin, serotonin, nor-adrenalin, glisin gibi nöro-transmitter dediğimiz hormonlar ile de birbirleriyle sinaps denen bağlantılar kuruyor.
Fonksiyonel MR, PET ligand işaretleme, difüzyon traktografi gibi görüntüleme yöntemleri ile beynin hangi bölgesinin hangi işlevlerden sorumlu olduğu, beynin içinde neler olup bittiği gibi soruların yanıtlarını büyük oranda bulduk. Ama “bilinç” problemi hâlâ olduğu yerde duruyor. Çünkü bu mekanizmaların hiçbiri bize dört başı mamur bir “bilinç” teoremi sunmuyor. Bu mekanizmalar fizyolojik veya fiziksel planda karaciğer veya dalak veya prostat hücrelerinin işleyişinden daha ayırt edici, daha aydınlatıcı bir yönelim sağlamıyor. Söz gelimi bilinç diye bir şeyin varlığından haberdar olunmasa, salt nöro-bilim verileriyle bilincin varlığına ulaşabilir miydik? Şüphesiz hayır. Bu nedenle, beyinde mevcut keşfedilmiş mekanizmaların bilinci var etmek için yeterli olmayacağını söylemek kaçınılmazdır. Yapbozun tek bir parçası uymayıp tüm yapbozu baştan yapmak icap ettiği zaman ise yapılacak şey Thomas Kuhn’un dediği gibi paradigmayı değiştirmektir.
Beynin işleyişine ne kadar hakimiz?
Nöro-bilimciler beynin bağlantısal haritasını tüme yakın çıkarmış olsalar da bilinçli veya iradi deneyimleri buraya nasıl oturtacağımız hâlâ belirsiz. Maddeden düşüncenin ve bilincin nasıl çıktığı veya nasıl olup da -örneğin- renklerin farkında olabildiğimize dair elimize bir veri sunulmadı. Bilinçli bir deneyim esnasında beyindeki bazı nöronlarda elektriksel bir aktivite oluyor. Bunları biliyoruz.
Bir rengin deneyimlenmesinde kullandığımız beyinsel mekanizmalar üç aşağı beş yukarı bilgimiz dahilinde. Şöyle ki elektromanyetik spektrumda belirli bir dalga boyuna sahip olan ışınlar-fotonlar gözümüzün retinasındaki çomak ve koni adlı foto-reseptörlere ulaşır. Bu reseptörlerdeki rodopsin denen maddenin içerdiği retinal adlı karbon zincirleri, çift bağlarından burkulmuş halde iken cis-trans dönüşümü ile düzleşir.
Bu durum da optik sinirde elektriksel aktiviteye sebep olur. Optik sinir beynimizin ense kısmında bulunan vizüel kortekse ulaşarak anlamlandırılır. Dikkat edilirse hiç “renk” kelimesi kullanmadan “renk deneyimi” anlatıldı. Beyinde rengin algılanma mekanizmasını ne kadar ayrıntılı biliyor olsak da bu tablo renk deneyiminin bizzat kendisine dair bize bir fikir vermiyor.
Doğuştan gözleri görmeyen bir nöro-bilimci düşünelim. Rengin algılanması ile ilgili tüm fizyolojiyi, gözde ve beyinde neler olup bittiğini teorik olarak çok iyi biliyor. Fakat kendisi hiçbir zaman rengi deneyimlememiştir. Bu nöro-bilimcinin bir ameliyatla gözlerinin açıldığını varsayalım. Kırmızıyı gördüğünde heyecanla “demek böyle bir şeymiş” diyecektir. Elektromanyetik ve nörofizyolojik süreçlerin bilgisi, onun kırmızıyı “deneyimleyebilmesi” için yeterli olmadı. Ta ki kırmızıyı bilinçli olarak bizzat deneyimleyene dek…
Klasik bilim bize doğada renk diye bir şeyin olmadığını, dalgaboylarının olduğunu ve rengi var edenin beyin olduğunu dayatıyor. Bu düşüncenin ilk temsilcisi de bilindiği üzere Newton’dur. Christof Koch, David Eagleman gibi nöro-bilimciler bu görüşte. Bu düşüncenin eksikliği şuradan belli ki; rengi nasıl olup da deneyimlediğimiz konusundaki soruyu asla cevaplamaz. Bu durumda salt materyalizm ve içselcilik (deneyimler, duyular, renkler vs. doğada değil beynin içindedir, şeklindeki görüş) karşısında Descartes’ın kartezyen düalizmi bile daha çok önem kazanıyor, hem de bilimsel olarak… Bertrand Russell bu konuya dair alaycı bir ifade kullanıyordu: “Bir çikolatanın tadını beynimle deneyimlerim, ama o an beynimdeki hiçbir madde çikolata tadında değildir.” Özetle bilinçli deneyimin sırrı, görme engelli bir kişiye rengi anlatmakla veya tat duyusu olmayan bir kişiye çikolatanın tadını anlatmakla aynı şey.
Salt bağlantısallık - bilgisayarsal karmaşıklık üzerinden bilince ulaşmak olacak şey değildir. Bu zekâdır, ama zekâdan bilince gitmek imkânsız görünüyor. Sinir sistemimizin fizyolojisine belli ölçüde hâkim olsak da mesele bilinç konusuna geldiğinde yapbozun en büyük parçası uymuyor. O hâlde beyni veya beynin fizyolojisini veya beynin fizik mekaniğini anlamak konusunda yeni yaklaşımlara ihtiyacımız olduğu açıktır.
- Sinir sistemimizin fizyolojisine belli ölçüde hâkim olsak da mesele bilinç konusuna geldiğinde yapbozun en büyük parçası uymuyor.
Kuantum fizikçlerinin kehaneti
Beynin bilgisayarsal bağlantısallıktan ibaret fizyolojisinin tümden Newton mekaniği ile işlediğini varsaymak, bilincin, bilinçli deneyimin ve özgür iradenin açıklanmasına hiçbir türlü izin vermemekte. Burada da kuantum mekaniği bir umut ışığı olarak doğuyor. Kuantum mekaniğinin alameti ise Planck ölçeğinde parçacıkların inanılmaz tuhaf davranışlar sergiliyor olması. Niels Bohr’un dediği gibi “Kuantum mekaniğinin tuhaflıkları karşısında şaşırmayan, kuantum mekaniğini anlamamıştır.” Bu tuhaflıkların anlaşılması açısından çift yarık deneyi geliştirilmiştir. Bu deneyde elektron aynı anda birden fazla yerde bulunarak bir dalga fonksiyonu oluşturmakta. Lakin ortama konan bir gözlemci, elektronun bu enteresan davranışını tamamen değiştirmekte, aynı anda birden fazla yerde olma özelliği kazandıran dalga fonksiyonu kaybolmakta, elektron dalga yerine küçük bir tanecik gibi davranmakta.
Âdeta elektron bilinçli bir varlık tarafından gözlendiğinin farkına varıyor ve davranış değiştiriyor. Buradaki bilinç sahibi gözlemcinin elektronun davranışını değiştirmedeki rolü tam olarak nedir? 1900’lerin ilk çeyreği ve devam eden süreçte gelen kuantum fizikçileri, elektronun gözlemci etkisine bağlı olarak davranış değiştirmesini şu şekilde tarif ediyordu: “Bilinç, dalga fonksiyonunu çökertir.” Elektron, gözlendiğini nereden bilebilirdi? Bu bilgiye, yani bilincin dalga fonksiyonunu çökertmesi bilgisine güvenerek açık yüreklilikle söyleyebiliriz ki bilinç ile kuantum mekaniği arasında henüz ne olduğunu bilmediğimiz, gözle görülmeyen bir köprü var.
Beynin fizyolojisini sorgulamak
Oxford Üniversitesi’nden İngiliz fizikçi Prof. Dr. Roger Penrose’a göre beyinde birçok bağlantısal Newton işlemi olmakta, fakat bunlar tamamen bilinçdışı süreçler. Örneğin direksiyondayken telefonla ilgilenmeniz, trafiğe olan dikkatinizi dağıtacaktır. Hasbelkader kaza yapmadan arabayı sürüyor olmanız, beyninizdeki bağlantısallığın eseridir, bilinç değildir. Arabayı kullanan bilinciniz değil, bilinç dışındaki oto-pilotunuzdur. Bilinçli süreçlerin işlevselliği için bağlantısal Newton işlemlerinden fazlasının gerektiği aşikâr. Eğer fiziksel olarak var olan bir âlemde yaşıyorsak beynimiz de doğadaki fizik kanunlarına tabi olmalı. Bilinç diye bir şeyin varlığından şüphesiz eminsek, bilincin de beyin olmadan var olamayacağını biliyorsak, bilincin beyinde birtakım mekanizmaların ürünü veya en azından bazı mekanizmalarla ilintili olması gerekir ki bu mekanizmalar klasik Newton mekanizmalarından oldukça farklı olmalıdır.
İşte burada doldurulması gereken çok büyük bir boşluk mevcuttur. Roger Penrose, bu boşluğun, beynin fizik mekanizmalarına dair bilgimizde olduğunu iddia ediyor ki yukarıda anlattıklarımızdan sonra bu iddia mantıklı bir zemine oturuyor. Penrose, bu boşluğun kuantum mekaniğine, Schrödinger denklemi ile bu denklemin ölçümü arasındaki tutarsızlığa ait olduğunu söylüyor. 20. yy’daki iki büyük fizik devrimi; kuantum mekaniği ve Einstein’in genel görelilik yasası… Bu iki devrimin bir araya getirilmesi büyük bir çatışma doğuruyor. Bu çatışma ise kuantum mekaniğinin kurallarında anlayış farklılığına gitmemiz gerektiğine dair bizi yönlendiriyor. Çünkü beynin nöronal mekanizmalarında kuantum mekaniği için çok büyük, biyolojik olarak ise çok küçük kütle hareketleri oluyor. Bu ise akla Schrödinger’in kedi modelini getiriyor. Kedinin radyoaktif ışıma sonucu ölü mü yoksa diri mi olduğu, tamamen bir elektronun belirsiz durumuna bağlıdır. Bu formüle göre kedi aynı anda hem ölüdür hem diridir.
- Bu esnada ise kedi, salt bilgisayarsal hesaplama ve bağlantısal Newton işlemi yapmamakta… Benzer bir model beynin fizyolojisi için neden geçerli olmasın? Bunun için fiziksel, biyokimyasal ve felsefi şartlar son derece müsait… Albert Einstein’ın genel görelilik kuramına göre yerçekimi aslında bir kuvvet değildir. Uzay-zaman eğrisinin bükülmesi halidir. Yani dünya bizi kütlesi ile çekiyor değil, kütlesi sayesinde bizim de içinde olduğumuz uzayı kendisine doğru büküyor.
Bu modeli bir elektronun dalga fonksiyonu için uyarladığımızda, elektronun uzay-zamanı aynı anda 2 ayrı yöne doğru bükmesi, ona bir eşfazlılık kazandıracak, aynı anda 2 ayrı yerde olma veya hiçbir yerde olmama özelliği verecektir. Bu durum esasında bir paralel evren yaklaşımıdır, evrenin içerisinde Planck ölçekli evrencikler oluşmasına benzetilebilir. Bu duruma süperpozisyon denir. Elektron tarafından 2 ayrı yöne doğru bükülen uzay, bir eşik değeri aştıktan sonra iki taraftan birinin üzerine çökecektir. Bu ise elektronun hiçbir yerde yok iken bir anda bir yerde belirmesine, yani kollapsa- çökmeye yol açacaktır.
Bu mekanizmanın insan beyninde işliyor olması sonucunda dışarıdaki bir gözlemci bu durumu, bir belirsizliğin ardından gelen bilinçli ve iradi davranış olarak görecektir. Özetle Penrose, eski kuantum fizikçilerinin “bilinç, dalga fonksiyonunu çökertir.” iddiasını “çökmenin bizzat kendisi bilinçtir.” şeklinde güncelliyor. Felsefeci David Chalmers, beynimizin kuantum mekaniği ile irtibatının ‘bilinç problemi’ açısından kesinlikle çok önemli olduğunu savunuyor.
Lakin yukarıda özet olarak anlattığımız Penrose-Hameroff modelinin, eski klasik yaklaşımlardan daha problemsiz olmadığını düşünüyor. Çünkü beyin nöronlarındaki mikrotübüllerin kuantum eşfazlılık oluşturması ve hâl indirgemesi ile bilinci var etmesi, her ne kadar klasik yaklaşımlardan daha açık fikirli ve girişimci bir teori olsa da evreni nasıl olup da deneyimlediğimize dair ortaya net bir veri koymuyor, yaraya merhem olmuyor, diyor Chalmers.
Lakin bilincin varlığı için aktif bir beynin varlığı şart ise, bu durumun beynin derinlerinde bir mekanizmaya sahip olması gerekir. Penrose-Hameroff modeli, bu mekanizmanın ne olduğuna dair bugüne kadar sunulmuş en iyimser ve en olası teori kanımca. Beynin nasıl çalıştığını anlamaya dair daha kat edeceğimiz çok yol var gibi görünüyor. Her gün öğrendiklerimiz, dün bildiklerimizin yanlış olduğunu bize gösteriyor. Şurası açık ki beyin hücrelerinin bağlantısallığına bakarak veya bir beyin MR’ı çekerek bir insanın hislerini, düşüncelerini, deneyimlerini tespit etmek mümkün değildir. Tam burada ne olduğunu hâlâ bilmediğimiz kocaman bir boşluk, varlığını sürdürüyor…