Lozan, rezalet mi hezimet mi?
Önce şunu anlayalım; eğer İstiklalHarbini övüyorsak hem devletimizi hembağımsızlığımızı masada değil, sahadakazandığımızı bilmemiz lazım. Bu açık.Diplomasiyle değil, tırnaklarımızla kazandıkbağımsızlığımızı. Öldük ve öldürdük. Kırdığımızca kırıldık. İsmet İnönü, o masaya muzaffer bir ordununkomutanı olarak oturmuştu. Muzaffer ve morali yüksek bir ordunun komutanı olarak. Elbette yorgun birülkeydik ama masaya oturan diğer ülkelerden daha yorgun değildik. Bu da açık.
Meseleyi tek bir merkezde tutalım. İş sulanmasın yani. Lozan’da masadan toplamda bir hezimetle kalktığımızı söylüyoruz evet. Ama iddia ettikleri gibi masaya oturanlar yüzünden söylemiyoruz bunu. Kim oturursa otursun, masadan çıkan kararlar yüzünden söylüyoruz. Burada anlaşalım.
Bir de şu salaklığa bir son vermeleri lazım artık. Neymiş; Mustafa Kemal’i eleştiremediğimiz için İsmet İnönü’yü hedef alıyormuşuz. İlk soru, “Mustafa Kemal Paşa’yı niye eleştiremeyeceğimizi düşünüyorsunuz” sorusudur. Ama bu, bütün faşistliğinizi ortaya döker, sormuyoruz o yüzden. Kaldı ki “o eski kibrinizden eser yok şimdi”, eleştiriyoruz. Övgüleri Gazi Paşa’ya yazıyorsak, eleştirileri de ona yazacağız, daha doğal olabilir.
Geçelim, neden eleştirilerimizi masaya oturanlar yüzünden dile getiriyor değiliz, onu konuşalım. Mesela Sevr’e bakalım: Türk tarihinde, taraf olunmuş en büyük ihanet sözleşmesi. İmza atanlar arasında, sonradan Abdülhamid’e şiirler yazan Rıza Tevfik de var. Hani biz ‘kızıl sultan Abdülhamid’çiyiz ya savunmamız gerekmez miydi Rıza Tevfik’i ve dolayısıyla Sevr’i? Sizin güzel kafanıza göre savunmamız gerekirdi. Ama savunmuyoruz. Yani masaya oturanlar yüzünden değil, masada alınan kararlar yüzünden konuşuyoruz, Lozan’ı da diğer meseleleri de… E o kararlar da haliyle Lozan’da masanın altında kalanları eleştirmemize uzanıyor.
Lozan’da masadan toplamda bir hezimetle kalktığımızı söylüyoruz evet. Ama iddia ettikleri gibi masaya oturanlar yüzünden söylemiyoruz bunu. Kim oturursa otursun, masadan çıkan kararlar yüzünden söylüyoruz.
Yani zannettiğiniz kadar dikkate alıyor değiliz imza atanları. Hem ‘İsmet kim ki?’ Kararların ayağımıza taktığı zincirlerden şikâyet ediyoruz. Zincirlerini bu kadar övgüyle anan başka insanlar var mıdır dünya üzerinde? Derinden derine şunu da biliyoruz, Lozan’da ne olduğunu aslında siz de biliyorsunuz ama eski tabirle “fırkacılık belası” iliklerinize öyle sinmiş ki eleştiriyi “dinciler” yapıyor diye köpürüyorsunuz. Köpürmeyin, öğreneceksiniz.
NE İLBER ORTAYLI NE KADİR MISIROĞLU
Meseleyi tek bir merkezde tutalım dedik. Yani ne ideolojik kaygılarla bakalım meseleye, ne de akademik bürokrasinin ‘orta yolcu’ tarih bilgisiyle...
Bugünkü Türkiye’den bakacağız Lozan’a. Belki bundan daha çok, ‘Yarınki Türkiye’den bakacağız. Dolayısıyla “küçük yerel siyasetçi”- lere de, tarihçilere de yer yok burada. Ne İlber Hoca’nın beyazlığı, ne Kadir Hoca’nın gerginliği... Kadir Mısıroğlu en azından sadece gergin, İlber Ortaylı ise sürekli “Aman Ali Rıza Bey, ağzımızın tadı kaçmasın” tadında bir arabulucu. “Lozan, ne zaferdir ne hezimet. Lozan bir anlaşmadır” diyor. Süper buluş. Lozan’ın bir anlaşma olduğunu söylemesi, elbette Türk tarih yazımı için önemli bir katkı. Ama bir şey söylesene Bey Amca. Bu ‘orta yol’culuk nedir?
Üstelik anlamadığınız şey şu; Cumhurbaşkanı Erdoğan, Lozan’dan söz ettiğinde “ulusal” siyasetten söz etmiyor, Türkiye’nin “uluslararası” siyasetine ilişkin bir şey söylüyor. Yunanistan Başbakanı’nın konuya dâhil olup itiraz etmesini anlamak mümkün de sizin Yunanistan başbakanıyla aynı şeyleri söylemenizi anlamak mümkün değil. Kuzum siz mal mısınız?
Değilsiniz. Ama fırkacısınız, bu net. Lozan’ı, Sevr ihanetiyle kıyaslayıp da ele almak, Lozan savunucularının ne dediklerini fark etmedikleri bir salaklık. Bunu açıklıkla söylemek lazım. Türkçe bilmez danalar. Hakikaten Sevr’le mi kıyaslıyorsunuz Lozan’ı? Ölümü gördük diye sıtmaya fit mi olacağız? Yorulmamak için zilleti kabul mu edeceğiz? Olan bitenler konusunda yutkunacak mıyız? Yutkunmak demişken boğazınız ağrıyor mu? Üzerine konuşalım; Boğazlar meselesi, Lozan’ın eki değil miydi? Bizim boğazlarımız, isteyen herkesin serbestçe geçebileceği bir geçiş güzergâhı olmadı mı? Yani boğazlarımızdan isteyen ülkenin gemileri ve uçakları geçebiliyor bugün. Ve biz hiçbir şey yapamıyoruz. Karışamıyoruz, müdahale edemiyoruz. Neden? Çünkü buna imza attık. Lozan’daki büyük (!) zaferlerimizden biri de bu. Bu da değişecek.
Aslında Lozan etrafında döndürülen tartışmaların yersiz olduğunu anlamak oldukça kolay. Biz eleştirilerimizi ideolojik kaygılarla yapmıyoruz ama siz savunmanızı ideolojik hedeflerle yapıyorsunuz. Sorular basit. Sadece iki soru. Birincisi; TBMM, Lozan’a hangi amaçlarla gitti? İkincisi de; TBMM, Lozan’da hangi şartlarda masadan kalkmayı göz önünde bulundurdu? İlk amaç, Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmekti. Ve aynı şekilde bir dizi hedefin kabul edilmemesi durumunda masadan kalkmayı planlıyorduk. Ne oldu? Misak-ı Milli’yi gerçekleştiremedik. Ama masadan da kalkmadık. Bilakis imza attık. Lozan’da masaya oturanlar, TBMM tarafından belirlenen hedeflere ulaşamadılar. Bu kadar net. Daha neyin tartışmasını yapıyorsunuz?
Lozan günlerinde neler oldu?
Bazı temel sorular. Lozan, güle oynaya alkış kıyamet imza atılmış bir metin değil. Önce bunu bir kenara yazalım. Görüşme öncesinde de sonrasında da yoğun tartışmalar yaşanıyor. Hem gazetelerde hem de Meclis’te. Yani imza atıldığı günlerde sizin bugün çılgınca alkışladığınız gibi alkışlanmıyordu Lozan.
- Lozan’a Türkiye adına kimin gideceği meselesi önemli bir tartışma başlığı idi her şeyden önce. Düşünelim, uluslararası bir komisyon kuruluyor dünyanın büyük devletlerince. O komisyona siz olsanız kimi gönderirsiniz?
İhtimallere bakalım: Heyette yer almasına kesin gözüyle bakılan ilk isim o. Süreç boyunca TBMM adına önemli diplomatik görevler üstlenmiş olan Rauf Bey. Şu Milli Mücadele’nin yedi büyük şahsiyetinden biri olan Rauf Bey. Rauf Orbay. Diğeri, doğal olarak Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve iyi derecede İngilizcesi olan Dr. Rıza Nur. Sadece Rıza Nur değil, her üç isim de çok iyi derecede İngilizce ve Fransızcaya vakıflar. Fakat bu isimlerden biri değil, yabancı dili zayıf ve daha önce hiç diplomatik tecrübesi olmamış bir isim seçiliyor heyetin başına, Mustafa Kemal tarafından. Kim o? İsmet İnönü.
Peki, Lozan’da şartlar nasıldı? Bir kere anlayalım; eğer İstiklal Harbini övüyorsak bizim hem devletimizi hem bağımsızlığımızı masada değil, sahada kazandığımızı bilmemiz lazım. Diplomasiyle değil, tırnaklarımızla kazandık bağımsızlığımızı. Öldük ve öldürdük. Kırdığımızca kırıldık. Bu çok açık! Yunanlıları denize dökmüştük. O konu kapanmıştı. Fransızlarla ve Ruslarla Lozan öncesi masaya oturup anlaşmıştık. İtalyanlarla da bazı meseleleri sonra çözmek üzere anlaşmıştık. Bu şartlarda gittik ve masaya oturduk. Galip olarak yani. İsmet İnönü, o masaya muzaffer bir ordunun komutanı olarak oturmuştu. Muzaffer ve morali yüksek bir ordunun komutanı. Elbette yorgun bir ülkeydik ama masaya oturan diğer ülkelerden daha yorgun değildik.
Masadaki en iri muhatabımız İngiltere’ydi ki savaş ve iç siyasi tartışmalar had safhadaydı ve İngiliz hükümeti düşürülmüş yerine yeni bir hükümet kurulmuştu.
Dönemin İngiliz gazetelerini okumak, İngiltere’nin nasıl bir iç siyaset içinde bulunduğunu anlamaya yeterdi. Ama yetmedi.
Buradaki ilk sorumuz bu olsun: Lozan’a iyi yabancı dili ve diplomatik tecrübesi olan önemli bir isim olan Rauf Orbay değil de neden İsmet İnönü heyet başkanı olarak gönderildi? Direkt söyleyelim; çünkü Rauf Orbay kabahatliydi. Neden? İstanbul’u TBMM adına teslim almaya gittiği o günden beri devasa bir şahsiyete dönüşmüştü. Tehlikeli ve güçlü ve sevilen bir şahsiyet. Lozan’da Türkiye’yi temsil etmesi elbette kabul edilemezdi hâkim iktidar odak tarafından. Edilmedi de.
Lozan için 'lozan'ı kabul edecek' yeni bir meclis
Gelelim bir diğer asıl meseleye. Lozan görüşmeleri devam ederken henüz üç yıl önce açılmış bir meclisi seçime götürmenin anlamı nedir? Üstelik o Meclis’in en etkin milletvekillerinden biri karanlık bir cinayetle öldürülmüş ve cinayetin asıl azmettiricisi henüz ortaya çıkarılmamıştı bile. İngiliz gazetelerini gün be gün takip edip Meclis oturumlarında Lozan’ın Batı medyasındaki yansımalarını birebir aktaran Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey öldürülmüştü. Siyasi bir cinayet. Niye’si bile konuşulmadan apar topar seçim. Hmm. Sizin de burnunuza pis kokular gelmiyor mu? Üstelik o Ali Şükrü ki, Meclis’in en aktif milletvekillerinin başında geliyordu. “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edilmiştir” diyen bir adamdı.
Makul olan İstiklal Harbini yapan ve kazanan Meclis’in Lozan anlaşmasını onaylaması gerektiği değil midir? Makul olan, Lozan’da anlaşma masasına oturan Meclis’e, anlaşmanın sunulması değil midir? Öyledir elbet.
O Ali Şükrü ki, Meclis’in en aktif milletvekillerinin başında geliyordu. “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edilmiştir” diyen bir adamdı.
Ama güzel tarihimizde öyle olmadı. İstiklal Harbini yöneten ve başarıya ulaştıran Meclis, Lozan görüşmeleri sürerken apar topar seçime götürüldü. Lozan şartlarına itiraz eden milletvekillerinin hiçbiri yeni Meclis’e giremedi. Pek çoğu, hükümetin baskısıyla bulundukları illerden aday bile olamadı. Lozan’ı kabul edebilecek yeni bir Meclis kuruldu.
Sadece apar topar gidilen 1923 seçimleri bile Lozan’ın zafer iddiasına tek başına gölge düşürmüyor mu? Siz İsmet’i sevecekseniz yine sevin, bir şey demeyiz. Ama mesele gerçekten İsmet değil.
Ama bırakın da kişisel ihtirasların ve ego tatminlerinin gölgesinde sahada kazanmış bir milletin masada kaybetmesine sebep olanları eleştirebilelim. Sahada kazanmamıza rağmen masada kaybettiğimiz gerçeğini hatırlayalım. Hiç unutmayalım.
Henüz bir kaç ay öncesinde ordusunu denize döktüğümüz, generalini esir aldığımız, kralını devirdiğimiz Yunan’ın Lozan’daki masadan en zayıf taraf olmasına rağmen en karlı defterle kalktığını zihnimizin bir köşesinde tutalım.
İşte bunlar yüzünden doğru sorunun; ‘Lozan zafer mi hezimet mi’ değil, ‘Lozan rezalet mi hezimet mi’ diye sorulması gerekir. Cevabı ben vermeyeceğim. Yarınki Türkiye’den bakın meseleye ve cevabını siz verin.