Küreselleşme ile gerçeği kaybettiğimizi anlıyoruz

Oktay Taftalı
Oktay Taftalı

Bu çağda korku insanî bir refleks olmaktan çıkmış, bir tekniğe dönüşmüştür. Korku tekniği ile bireyleri, kitleleri dilediğiniz gibi denetleyebilirsiniz.

Şair, felsefeci ve akademisyen Oktay Taftalı ile geçmişten bugüne değiştirilen gerçeklik algımız ve küreselleşmenin değiştirilen gerçeklik algımızdaki yerine dair kapsamlı bir söyleşi yaptık.

Hocam zamanında, "bizim bir hayal töremiz, ütopyamız niçin olmasın" demiştiniz. O zamandan bu zamana küreselleşme adeta sıradan bir şey oldu. Günlük kullanıma kadar girdi. Çeşitli kuruluşlar fonlar ve desteklerle küreselleşmenin tek "gerçek" olduğunu dayayıp duruyorlar. Şiirde de edebiyatta da tarihte de biz deyince, yerlilik deyince kıyamet kopuyor. Peki bu gerçeklik nedir de bunca tartışıp duruyoruz üzerinde?

Gorgias meşhur önermesinde şöyle diyor: "Bir şey yoktur, olsa da bilemeyiz, bilsek de bildiremeyiz." Bu söz ilk başta retorik gibi geliyor ama felsefi bakımdan binlerce yıldır çözümlenememiş bir mantık problemi var burada. Çünkü biz bir şeyin olduğunu nereden biliyoruz? İki bin yıl sonra bazı filozoflar da "peki bir şey yok değil de niye var? Niçin bir şey yok demiyoruz da var diyoruz?" diye soracaklardı. Gorgias'a geri dönelim. Biz bir şeyin var olduğunu veya gerçekliğini; diyelim ki ağaçların gerçekliği, gökyüzünün gerçekliği, gök cisimlerinin gerçekliği veya şuradaki kedinin veya karıncanın gerçekliğini sadece kendi aramızda, zımni olarak kabul ettiğimizden biliyoruz. Descartes demişti ya "kim iddia edebilir ki gördüğümüz bir rüyadan uyanmayacağız" diye. İşte gerçeklik veya hayat dediğimiz şey budur. Biz rüya görürken, gördüğümüz rüyanın rüya olduğunu pek ayrımsamayız. Belki istisnalar vardır, ama insan rüyayı görürken onu gerçek sanır. Hatta uyandıktan sonra bile kimi zaman onun tesirinden kurtulamaz. Bazısında korkar, bazısında mutlu oluruz, rüyaya devam edeyim deriz ama gerçeklik bizi alıkoyar.

Bu gerçeklik, varsayılan gerçekliktir. Ancak şimdi başka bir aşamaya geldik. Bu da verili ya da varsayılan gerçekliği bir başka teknolojinin yardımıyla yani bir başka varlık alanı, dijital varlık alanı üzerinden genişletme, dönüştürme girişimidir; hakkında konuştuğumuz gerçeklik, insanın duyumları üzerinden tesis ettiği gerçekliktir. Duyumlar bakımından felsefe tarihinde bir yere varılmıştır: Biz varsaydığımız gerçekliği duyumlarımız üzerinden idrak ediyoruz, yani görüyoruz, duyuyoruz, dokunuyor ve kokluyoruz. Geleneksel 5 duyu, çağımızda denge duyusu, ısı duyusu, ağrı duyusu gibi eklerle 8-9'a kadar çıktı. Biz bütün gerçekliği bu duyular üzerinden tesis ediyoruz. Şimdi teknoloji diyor ki ben sizin sinir uçlarınızı dijital verilerle uzatıyorum. Bir yere kadar zaten uzatıldı bu, cep telefonuyla konuşmak mesela, dünyanın öbür ucundaki arkadaşınıza sesinizi duyurabilirsiniz. Aslında bu gerçekliğin teknoloji yoluyla geliştirilmesi ve uzatılması yeni bir süreç değil.

İnsanın mağara devirlerinde bir çomağı kırıp, kendi bedeninin uzantısı olarak ağaçtan meyveyi düşürmesi gibi, bedenimizi ve bedenimizin kabiliyetlerini çeşitli araç ve gereçlerle uzatıyoruz. Aristoteles'in teknik tanımı enteresandır: "doğanın bizde eksik bıraktığını tamamlama çabasıdır teknik" diyor. Mesela postumuz yok, soğukta donarız veya ellerimizle bir şeyi parçalayamayız. Ama teknik yoluyla, iki taşı birbirine sürtüp sivrilterek parçalama işlevini görecek bir alet yapıyoruz. Örnekler değişebilir ama prensip değişmiyor, bunların her birisi bizim bedenimizin birer uzantısı. Maymun gibi tırmanamıyorsun ama aklınla bir alet, bir merdiven yapıyorsun. Bu aletler doğada kendiliğinden yok. İnsan doğayı değiştirerek alet edevat yapıyor. Fakat şimdi başka bir sıçrama oldu. Duyumları doğrudan manipüle eden, sadece duyumların uzantısı olarak -duyumların kabiliyetini geliştirerek değil- duyumları manipüle ederek size başka bir gerçeklik sunan bir sıçrama.

Mesela sinema, duyumlarınızın bir uzantısı değil, duyumlarınızın yanılmasıdır. Bu yine masum, ama şimdi dijital çağa geldiğinizde beter bir durumla karşı karşıyayız mesela transhümanist eğilimler… İşte Google'ın CEO'su, "bir buluta bağlandığınızı varsayın korteks üzerinden "beynimiz binlerce yılda bize dili, sanatı ve bilimi sundu, ama artık bundan daha öteye gelişemiyor, çünkü gelişecek olursa doğum olmayacak, beynin bu büyüklükte doğması lazım; fakat buna rağmen evrim durmadı. Beyin evriminin devamı olarak, madde üzerinden evrim devam ediyor ve biz beyni buluta bağladığımızda, bulutta 300 milyon bilgisayar var" diyor. Yani neo-korteksi 300 milyon bilgisayara bağladığında, bir anda İspanyolca, Çince konuşabilirsin ya da Mozart gibi piyano çalabilirsin. Fakat bunun sonucunda bir denetim ve mahremiyet sorunu çıkmaz mı, diye sorduklarında ise, "mahremiyet dediğiniz insanın evrim çağları içerisinde ilkel bir basamaktır, bu değişken kültürel bir fenomendir." diyor.

İnsanlığa karşı yürütülen bir savaştan söz etmek gerekir. Bu savaşın bir cephesi biyolojik, diğer cephesi dijital, kültürel ve etiktir.

Bu arada kültürel fenomenleri öznel iradeleriyle türetiyorlar. Hibrit cinsellik, feminizm türleri, veganlık, çevre fetişizmi, salgın, tufan/felaket kültürü (eskalation). Sonra bunların filmini yapıyorlar NETFLİX'te. Ama bu duruma şüphe ile yaklaşanlara da hakaret ediyorlar, faşist, bağnaz diyorlar, soru sorulmasını dahi engelliyorlar. İnsanlar zaten etnik kimlik olarak, dil olarak, cinsiyet olarak ayrıştırılmış, üstüne bir de küresel ısınma, virüs, modelleme dünya savaşı propagandası ekleniyor. Bu gibi korkularla insanların birbirlerinden yalıtılmasını içeren süreçleri yan yana koyduğumuzda, elimizde adeta bütün yeteneklerinden, soyutlanmış bir insan, rahmetli Teoman Duralı Hocamızın deyimiyle salt beşer ya da yarı canlı antropoid bir varlık kalıyor. İnsanın yeteneklerini geliştirelim derken, onun gerçeklik imkanlarını budayarak, onu varoluş meşruiyetinden koparıyorsunuz. Yakın gelecekte talep edilen, bu insanımsı varlığın dijital sürece entegrasyonu ve bütünüyle kontrolü.

Dijital sürece dahil olmamak için, insanlığın çarpıştığı cepheler nelerdir peki hocam ve bu cephelere karşı "onların" elindeki kozlar/teknikler nelerdir?

İnsanlığa karşı yürütülen bir savaştan söz etmek gerekir. Bu savaşın bir cephesi biyolojik, diğer cephesi dijital, kültürel ve etiktir. İnsanı, toplumu ve sosyolojiyi dönüştürme hamleleri dalga dalga çarpıyor bize. Albert Camus denemelerinde, "korku, çağımızda bir tekniğe dönüşmüştür" diyor. Korku insani durumdur, insanın yaşama içgüdüsü ile bağlantı kuran reflekslerden biridir. 18. yüzyıl teknoloji yüzyılıydı, 19 yüzyıl bilim yüzyılıydı 20. yüzyıl ise korku yüzyıldır. Bu çağda korku insani bir refleks olmaktan çıkmış, bir tekniğe dönüşmüştür. Korku tekniği ile bireyleri, kitleleri dilediğiniz gibi denetleyebiliyorsunuz.

Bu korkuyla birlikte insanlar birbirlerinin yanında öksüremez hapşıramaz hale geldi hocam....

Evet, maalesef öyle, sıkıntılı bir durumdayız. İnsanlar korku dolayısıyla birbirlerini tehdit olarak görmeye başladıkları andan itibaren, bütün birliktelikler çözülmeye mahkûmdur. Giderek bizi bir arada tutan, dayanışma ve dostluk içeren her şey etkisiz kalabilir. Birbirimizden ayrılacağız ama kendi halimize bırakılmayacağız. Kendi başınıza ücra bir köyde münzevi bir hayat sürmenize de izin vermeyecekler. Bu sistem, öncelikle köylerde, gıda üretim yörelerinde el atarak, suyunuzu, tohumunuzu, tavuğunuzu, yediğinizi-içtiğinizi denetlemeyi amaçlıyor. Abartı gibi geliyor ama 80'lerden bugüne kıyasladığımızda, konuştuklarımızın aşamalarla uygulandığını görüyoruz. Tek örnek vereyim: 70'li 80'li yıllarda, ırmakların kiralanacağını, ülkenin her yerinde içme suyunun özel şirketler eliyle, şişede satılacağını söyleseniz size kimse inanmazdı.

Problem bir bakıma da insanın bu yeni gerçekliği gönüllü olması yani...

Evet, bu yeni kurgulanan dünyada, "biz kimseyi zorlamayacağız" diyorlar. Örneğin siz kendiniz gidip aşı olacaksınız. Şimdi tekrar gelelim gerçeklik meselesine: Biz varsayılan bir gerçeklik içerisinde yaşıyoruz, yaşadığımızı varsayıyoruz ve bu gerçekliği duyumlarımız üzerinden algılıyoruz. Bu bakımdan dayatılan tez ise özetle şu: eğer, insanın duyumlarını, algı süreçlerini değiştirirsek, onun gerçekliğini de değiştiririz. O halde ben senin duyumlarını herhangi bir uyarıcı veya uyuşturucu ile değiştirebilirim. Bu uyarıcı / uyuşturucu dijital, kimyasal ya da biyokimyasal olabilir. Birisinin gerçekliğini, gerçeklik algısını değiştirmek istiyorsanız duyumlarına dolayısıyla sinir sistemine yöneleceksiniz. Dijital uyuşturucular derken, çoğu görsel uyuşturuculardan bahsediyorum. Televizyon programları, cebinizde gezdirdiğiniz ve her yerde gönüllüce maruz kaldığınız onlarca ekran, renkli, soğuk fakat buğulu görüntüler ve onların oluşturduğu gerçeklik ortamından söz ediyorum.

Küresel sisteme entegre olmadan önce, her şeyin yerli muadili vardı ama şimdi yerli malı haftası deyince liberaller, neoliberaller dalga geçiyorlar.

Örneğin bizde, şu sıralar çokça sözü edilen bir Anadolu irfanı, bir halk bilgeliği var, bu bize binlerce yıllık bir gerçeklik sunuyor. Fakat birileri o gerçekliği dönüştürmenin peşine düşünce, karşınıza binlerce saat yayın yapan yemek programları, eş bulma programları, tuhaf yarışmalar çıkıyor, ortada irfan görebiliyor musunuz? Görsel süreçler niye önemli? Aristoteles Metafizik'te görme duyusu için, "bize tüm duygularımızdan önde bilgi veren bir duyudur" diyor. Görme duyusu bize kendimizden çok uzaktaki veriler üzerinden dahi bilgi transfer edebilir. Mesela Astronomi bilimi, salt görme duyusuyla oluşturulmuş binlerce yıllık bir birikimdir. Biz insanlar kartal gibi uzakları göremiyoruz ama birtakım başka optik ilavelerle çok uzaktaki şeyleri görebiliyoruz. Görme duyusu en önde gelen duyu olduğu için, dijital görsellik onu hedef alıyor. Görme duyusunun manipüle olması, insan zihninin gerçeklik algısının geri kalan kısmının da manipüle olmasına neden oluyor.

Çeşitli gelişmiş ses düzenekleriyle işitme duyusu da var işin içinde. Aristoteles bu iki duyuyu yüksek duyular olarak değerlendiriyor. Bugün kurulmaya çalışılan, sanal, artırılmış gerçeklik, metaverse falan bütün bu düzenekler, duyumlar üzerinden iş görüyor. Yani sizi görme üzerinden veya işitme üzerinden çepeçevre sarmaya çalışıyorlar. Tabii bu gerçekliği siz kendiniz isteyeceksiniz, herkes dahil oldu, ben de olayım diyeceksiniz. Olmazsanız sizi yergi ve korku basıncıyla ötekileştirecekler. Böylesine sıkıntılı bir gerçeklik transformasyonu dönemindeyiz.

Hocam muhtemelen on sene sonra teknolojik anlamda yeni bir şey çıkacak ve biz de "kabul edeceğiz". O zaman eğitim sisteminden edebiyata kadar pek çok farklı alan ileride gelecek "şeyleri" kolayca kabul etmemizi kolaylaştıracak şekilde mi ilerliyor?

Öyle. Eğer onu izlemesek, sizi, çağdaş gelişmelerden habersiz olmakla itham edecekler. Mesela dijital gerçeklik, transhumanizm falan derken, bu konuların mucidi olan birçok isimden söz edebiliriz, ama ben bu isimlerin hiçbirisini anmak istemiyorum, öğrencilere de tanıtmak istemiyorum. Ancak Teknoloji Felsefesi diye bir dersimiz var, dünyadaki gelişmelerden ben öğrencileri haberdar etmezsem; yani teknoloji dediğimizde sadece Aristoteles anlatayım dersem bu çocuklar geri kalmış olacaklar. O yüzden muhtemel sakıncalarıyla birlikte anlatıyorum bu konuları. Fakat sakıncaları ile birlikte anlatırken dahi, yani bir şeyi olumsuz da anlatsanız, o konu artık sizin için bir varlık kazanıyor, bir meşruiyet kazanıyor. Etik meşruiyet içermese bile var olmak bakımından meşruiyet kazanıyor. Meşruiyet problemi sadece etiğin alanında değil, aynı zamanda varlıkbilim alanında da karşımıza çıkıyor. Yani bir şeyin var olması, onun mevcudiyetinin tabi olduğu bir erek, bir gaye üzerinden meşruiyet kazanır. Ve o erek o gaye, o şeyin varlığını meşru kılar. Olumsuz bir şeyi olumsuzluğu üzerinden ya da yıkıcılığı üzerinden tanıttığınız zaman dahi, ona varlıkbilim (ontoloji) açısından meşruiyet kazandırmış ve o meşruiyeti teslim etmiş oluyorsunuz. Var dediğiniz zaman şey, iyi olsun, kötü olsun vücuda geliyor.

Peki, hocam, "küreselleşme"nin gerçeklik algımızın değişmesindeki rolü nedir? Bizim gerçeklik algımız küresel sisteme ne zaman dahil oldu ve o zamandan bugüne neler değişti?

1980'lerle birlikte küresel sisteme entegre olduk. Söz konusu küreselleşmeye askeri darbe yoluyla entegre edilen ülkelerden birisiyiz. Küreselleşmeye karşı en son kimler direndi, bir düşünelim: Küresel sisteme açık olmayan, kapalı ekonomilere sahip ülkeler? Afganistan, Irak, Libya, Suriye… Savaştan önce Suriye'nin Amerika ile dış ticaret hacmi ne kadardı, biliyor musunuz? 250 milyon dolar. Rakam bile değil, Tahtakale'de on dakikada dönen para bu. Bu ne demektir? Amerika'nın temsil ettiği küresel sistem, size ancak bu kadar cüzi tesir edebiliyor demektir. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Orta Doğu'da 22 ülkenin sınırlarını değiştireceğiz demişti. Bunun tercümesi şu, kapalı ekonomileri biz küresel sisteme entegre edeceğiz. Deminden beri sözünü ettiğimiz sinir ağlarını bu ülkelerde de yayacağız onları hegemonya altına alacağız demektir. Biz küresel sisteme entegre olmadan önce, her şeyin yerli muadili vardı ama şimdi Yerli Malı Haftası deyince liberaller, neo- liberaller dalga geçiyorlar. Fakat artık bu serveti kaybettiğimizi anlıyoruz. Yerli kot pantolon, yerli matkap ucu, yerli otomobil Anadol mesela.

Peki ne yapmak lazım bu durum karşısında? Belki hayal gibi gelecek ama tekrar küresel sistemin dışına çıkacaksın. Bunun için teknolojiyi reddetmen gerekmez, sen yine kendi yerli internetini, yerli Facebook'unu, yerli bütün iletişim süreçlerini, yerli tarımını kuracaksın. Yerlilikten geri adım atmanı gerektiren bir şey yok. Bunun için de kapalı ekonomi ve hiç hilafsız planlı endüstri ve planlı tarım gerekiyor. DPT'nin ihyası gerekiyor, tarım kooperatiflerinin ihyası gerekiyor. Bir şeyin yerlisi olursa sen onu denetleyebilirsin, yabancısı ise seni denetler.

Peki bizim kendi gerçekliğimiz nedir hocam, nasıl anlaşılır?

İçine ve içinde doğduğumuz kültürel unsurlar bizim gerçekliğimiz ve biz kendi mevcudiyetimizin meşruiyetini bu gerçeklikten alıyoruz. Yani, "sen bu dünyada niye varsın, ne olarak varsın" dendiğinde, "ben tek başına değil, bir ailenin, bir kültürün, bir dilin, bir inanç sisteminin, bir coğrafyanın unsuru olarak varım; ben bunların içine doğdum" demek durumundayız. Bu senin varoluş gerçekliğin ve bu gerçeklik senin varoluşuna meşrutiyet kazandırıyor. Bu gerçekliği yitirirseniz, yani Türk kahvesinin yerini Starbucks alırsa, kebabın yerini McDonald's alırsa varoluş meşruiyetini, dahası o meşruiyeti sana sunan gerçekliği yitirdin demektir. Hem kültürel olarak hem de ekonomik anlamda yerlilik ve kapalı ekonomiden kastım dünyadan izole olalım anlamında gelmiyor. İzole olmayalım, izleyelim, yarışalım, eskiden öyleydi, iyi kötü her şeyin yerli muadili vardı, yarıştırır kendimizinkini beğenmezdik, oysa yerli malını küçümsemek, ithal ikamesini demode saymak neo-liberal ahlak dışılıktır ve artık anlaşılmıştır.