Kork'ulan

Kadim insanlık başına gelen belayı da fenayı da Allah'tan bilir.
Kadim insanlık başına gelen belayı da fenayı da Allah'tan bilir.

Karşımızda sürekli her şeyin adını koyan, gerekçesini sıralayan, yalnızca etiketleme yapıp geri çekilen "dogma peygamberleri"ni görüyoruz. Bu insanlar birtakım dogmalar icat edip inançlı kişilerin ruh sağaltımına engel olmak ve onları sürekli kendi alanlarına mahkûm bırakmak için durmadan yeni adlandırmalar, yeni tâbirler, yeni hastalıklar, yeni şifalar falan üretiyorlar.

Stefan Zweig'ın Korku adlı romanında bize garip bir evlilik sunulur. Ana karakter Irene, eşini aldatan bir kadındır. Irene'nin zaten ne kocasıyla ne de çocuklarıyla pek de bir işi yoktur. Bir gün Irene sevgilisinin evinden çıkarken biri onu görür ve hikâye boyunca bu şahıs tarafından şantaja maruz kalır. Şantajcı, aldattığını kocasına bildirmekle tehdit ederek Irene'den her defasında para koparır. Zweig, romanında Irene'nin yaşadığı korkuyu ustalıkla işler. Romanın sonunda Irene tam intihar edecekken tüm bu olanları en başından beri bilen kocası bu intihara mâni olur.

Neden bu özeti geçtiğime gelecek olursak, son dönemde küresel gelişmelere baktığımızda durumumuzun Irene'nin içine düştüğü durumla örtüştüğünü ve Zweig'ın Korku romanında bize anlatmak istedikleriyle benzeştiğini düşünüyorum. Sanki bizler de sicilimize işlenen hatalardan ötürü birtakım odaklarca durmadan şantaja maruz kalmıyor muyuz? İklim krizi, enerji krizi, su krizi, salgın hastalıklar, işsizlik ve pahâlılık... liste uzar gider. Çok et yiyormuşuz, dünya susuz kalacakmış o yüzden. Fazla oksijen kullanmışız, buzulları eritmişiz, doyumsuzmuşuz sonumuz büyük bir felâketmiş. Son birkaç yıldır sürekli bir felâketle korkutuluyoruz. Korku artık öyle bir noktaya geldi ki korku faktörünün ne olduğunu bile bilemez/ayırt edemez olduk. Kalıcı bir korkuyla beraber yaşayıp gidiyoruz. İşin ilginç yanı evet bizler de Irene gibi suçluyuz. Ancak Korku romanında da geçtiği gibi; "Ceza, insanın, bir suçunun ortaya çıkması korkusu ile yaşamasından çok daha hafif bir olgudur."

Bir suçumuz var belli, fakat bu durumdan yararlanan şantajcılar da yok değil. Kimse bu yaşadığımız ya da yaşayacağımız felâketlere dair insanî bir çözümle yaklaşmıyor. Felâketlere karşı bize önerilenlere biraz baktığımızda karşımıza çıkıp bize nutuk atanların Irene'ye şantaj yapıp ondan para koparan kadının ruhunu taşıdığını görebiliyoruz. (Hatta şantaj yapılmak için baştan çıkarıldığımız bile olmuyor değil.) Esas mesele olarak gördüğümse yalnızca geleceğe atfedilen bir felâketle korkutuluyor olmamızdan ziyade başımıza gelenlerin ve de gelecek olanların kimden olduğu hususunu bir türlü bilemeyişimiz ve hakikatle idraklerimiz arasında örülen duvarları göremeyişimiz. İnsanın yaratıcısıyla arasında nasıl bir ayrılık vardır? Bizim inancımıza göre kulile rabbi arasında perde vardır. Duvar değil, sur değil sadece perde. Önümüzdeki engel bir duvarsa onu aşmak zorundayızdır. Ya tırmanırız, ya yıkarız. Bir şekilde hoyratlık vardır duvarın olduğu yerde. Ancak perde öyle değildir. İnsanın perdenin ardını görebilmesi için onu hafifçe aralaması yeterlidir. Duvar yıkılır, perde aralanır. Hâl böyleyken nasıl oluyor da artık perdenin ardına hiçbir bağlamda odaklanamıyor, esbabı onun önüne alarak hak olandan kopuyoruz?

Modern dünyada muktedir tanrı fikri ve örgütlü dinî toplum geri plana itilmiştir. Tıp biliminden psikolojiye, genetik biliminden kozmolojiye kadar hemen her maddeci bilim dairesinde biz sadece belli belirsiz tevatürlerle muhatap oluyoruz. Chul Han Türkçede en son yayımlanan Yeryüzüne Övgü adlı eserinde "Biyolojide en nihayetinde bir çeşit teolojidir, bir Tanrı öğretisidir" derken gayet net bir biçimde Tanrısal Devinimi işaret ediyor. Bu iddia hak olandır, hakiki olandır ancak ne var ki insanları birkaç yüzyıldır pozitif bilimlerin dini olandan ayrı olduğuna bir pagan ciddiyetiyle inandırdılar, hâlâ da birtakım söylemler bu minvalde güçlü bir şekilde savunuluyor. Böylesi bir atmosferde elbette ki modern insan yaratıcıya hiçbir cihette ulaşamıyor. Başına gelen görünür görünmez belalarda ve tehlikelerde dahi insanın yaratıcısına ulaşmasına bu paradigma, tüm perdeleri duvara dönüştürerek mâni oluyor.

Dünyanın çok büyük bir kesiminin evinden çıkamaz duruma geldiği, evlerin hapishaneye çevrildiği 2020 ve 2021 yıllarında bile inanan insanlar başlarına gelenlerden ötürü Rablerine yönelemediler. (Bir dönem tekbirlerle insanlara felâketin gerçek sahibi hatırlatılıyordu. Ne oldu ona?) Karşımızda sürekli her şeyin adını koyan, gerekçesini sıralayan, yalnızca etiketleme yapıp geri çekilen ‘dogma peygamberleri'ni görüyoruz. Bu insanlar birtakım dogmalar icat edip inançlı kişilerin ruh sağaltımına engel olmak ve onları sürekli kendi alanlarına mahkûm bırakmak için durmadan yeni adlandırmalar, yeni tabirler, yeni hastalıklar, yeni şifalar falan üretiyorlar. Kadim insanlık başına gelen belayı da fenayı da Allah'tan bilir. Dünyayı, Kâlû Belâ'da "belî" dedikten beri bir bela yeri olarak kabul ederdi. Modernizm öncesinde insan, bir anlamda dünyada yaşayacağı felâketlere karşı kendini yaratıcısıyla koruyabiliyordu. Kaldıramayacağı bir hücumu fark ettiği an insanın refleksi idi esirgeyen, bağışlayan...

Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır" de. Ne oldu bu topluluğa kibir türlü söyleneni anlamıyorlar. (Nisa,78)