Komutanın aşk mektubu (III)

Ayten’e yazdığım cümleler, ruhumun kanatlarını sarıp sarmalıyor, onların hantal vücudumu yeryüzünden kaldırmak için çırpınmalarına izin vermiyordu.
Ayten’e yazdığım cümleler, ruhumun kanatlarını sarıp sarmalıyor, onların hantal vücudumu yeryüzünden kaldırmak için çırpınmalarına izin vermiyordu.

Ne olacaksa olsun artık diye beklediğiniz şeyler genellikle zamanında olmaz, biliyorsunuz. Ama yine de her şeyin bir nihayeti vardır. Ve bizim karakolun postası, tahmin ettiğim gibi on yedi uzun, çok uzun günün sonunda, bir öğleden sonra çıkageldi.

En çok da son sayfalardaki o ifadeleri tarttığını fark ediyordum. Nihayet “duruşma”nın ertelenmesine karar verildi. Mektuba gelecek cevaba göre hareket edecekti anlaşılan. Bunda sanırım mektubun özel çalıştığım yerleri, özellikle son bölümlerin o bir çeşit zarif karşı konulmazlığı etkili olmuştu.

Mektuba gelecek cevaba göre hareket edecekti anlaşılan. Bunda sanırım mektubun özel çalıştığım yerleri, özellikle son bölümlerin o bir çeşit zarif karşı konulmazlığı etkili olmuştu.

Yine de tereddüt içinde -tereddüt de değil de bir tür arsızlık diyelim biz ona- kekelemeden edemedi komutan; “Sen.. Ayten’i..... tanımıyon dimi lan?!” Çok istediği pastayı sonunda elde eden bir obur çocuğun, krema da var mı, diye sormasına benziyordu bu. Ama Şevket söz konusu olduğunda bu soru arsızlıktan daha ciddi bir şeye işaret ediyordu elbette. Farkındaydım. Onun zihnindeki karadelik tam da burasıydı işte! Kişiliği, moral gücü, bütün maneviyatı ve enerjisi -kıskançlık diyemeyeceğim ona artık- bu talihsiz mantık çatlağı tarafından emiliyordu. Zihni, bir tür çarpık tutku tarafından ele geçirilmiş, ruhu zehirlenmiş bulunuyordu.

Dolayısıyla (şimdi kendiliğinden aydınlanmış olan Erdal’ın hikâyesi de göz önüne alındığında) bu kaçamak sorunun, uzun sürecek bir paranoya nöbetinin ilk kıvılcımı olduğu ortadaydı! Maalesef. İşin asıl zor kısmı daha yeni başlıyordu yani. Ama öncelikle şu Ayten denen püsküllü beladan gelecek cevabı beklemeliydi. O kâğıtlara bakarken içimden çarçabuk bir hayatta kalma planı yaptım. Mektup gelene kadar bu adamdan mümkün mertebe uzak kalmalıydım. Çünkü artık onu çözmüştüm. O andan itibaren karısıyla -ya da her nesiyse artık- mektuplaşmakta olan bir ırz düşmanı ya da onun gibi bir şey gözüyle bakacaktı bana artık. Zorunluluklar hariç, güvenli bir mesafede kalmalıydım. Posta gününü de sektirmemem gerekiyordu. Mektubu okurken onu takip etmeliydim. Yüzündeki ifadeye göre ya karşısına çıkmalı, ya da kirişi kırıp bu cehennemden kurtulmalıydım. Yapabileceğim başkaca bir şey yoktu.

Mektup gelene kadar bu adamdan mümkün mertebe uzak kalmalıydım. Çünkü artık onu çözmüştüm.

Geçici körlük müydü, bir tür ruh çöküntüsü müydü veya her ne hâl ise bilmiyorum, bazı gecelerde dolunay, cennetin o gizliden göz kırpması değildi. Nöbet gecelerimde, karşı tepelere saatlerce bakıp da o gizli göz kırpmayı hissedemeyince, bunu üzerimdeki kamuflaja yoruyordum. Şevket Komutan’ın nöbetçi olduğu gecelerde ise kesinlikle ve kendiliğinden böyleydi bu. Emir-komuta onda ve er kamuflajı benim sırtımdaysa, artık bütün zihnim hayatta kalma takıntısına yoğunlaşıyordu. Otorite ondaydı; kesinlikle dolunayda değildi, öyle gecelerde. Abartıyordum belki, ama istemeden de olsa böyle hissediyordum. Hoş, bir kaç kez beni uzaktan izlediğini fark etmek dışında henüz somut bir hareketi olmamıştı.

  • Ama derinden hissediyordum; o mektup ruhumu esir almıştı. Kendimi başka zamanlar saatlerce oyaladığım derin düşüncelere dalma zevki bu tuhaf mektup yüzünden kâbusa dönmüştü. Ayten’e yazdığım cümleler, ruhumun kanatlarını sarıp sarmalıyor, onların hantal vücudumu yeryüzünden kaldırmak için çırpınmalarına izin vermiyordu.

***

Ne olacaksa olsun artık diye beklediğiniz şeyler genellikle zamanında olmaz, biliyorsunuz. Ama yine de her şeyin bir nihayeti vardır. Ve bizim karakolun postası, tahmin ettiğim gibi on yedi uzun, çok uzun günün sonunda, bir öğleden sonra çıkageldi. Ve yine tahmin ettiğim gibi zavallı ismim, o gece nöbet çizelgesinde 03-05 hanesinin tam karşısına yazılmış bulunuyordu. Tepe kulede olacaktım. En uzak nöbet kulesinde yani. Bu bilgiler Şevket Komutan’ın nöbetçi subay olduğunu kendiliğinden açık ediyordu. Nihayet bu gece “toplantımız” vardı.

Karşı yamaçları Şevko’nun varlığına karşı elinden bir şey gelmezmiş gibi aydınlatmakla yetinen dolunay ortalığı tuhaf bir hüzne boğmuştu. Küçük deremiz aşağılarda, vadinin gölgede kalmış salıncağında uyuyordu. Bu küçük su ve uzaktaki köyden gelen tek tük köpek sesleri dışında etraf sessizdi. Ayaklarımı kulübenin karşılıklı iki duvarına kıstırdığım G-3’ün üzerine uzatmış, kum çuvallarından birine yaslanmıştım.

Karakolun postası, tahmin ettiğim gibi on yedi uzun günün sonunda, bir öğleden sonra çıkageldi.
Karakolun postası, tahmin ettiğim gibi on yedi uzun günün sonunda, bir öğleden sonra çıkageldi.

Bir yandan taş duvarın deliğinden çıkardığım dergiye -uzun dönemlerin şu beylik sahra kerhanesine- göz gezdiriyordum. Bir yandan da ateşini avucumda saklaya saklaya sigara içiyor ve ikide bir siperin doğrularak siperin üzerinden yamacı aşağıya doğru döne döne kat eden yola bakıyordum. Komutan oradan gelecek devriye arabasında olacaktı. Her zamanki gibi nöbetçi çavuş değil, kendisi olacaktı devriyede bu gece. Adım gibi emindim.

Derken, çıplak tepeleri sarmalamış o garip ölüm verniğin üstüne düşen daha keskin, dünyevi bir ışığı seçer gibi oldum. Kucağımdaki dergiyi fırlatıp kum çuvallarının arkasından parmak uçlarımda yükseldim. Uzun farlar iki çıplak kadın bacağı gibi vadinin dibinden karşı yamaçlara uzanmıştı. Kulak kesildim. Az sonra motor homurtusu işitildi zaten. Bizim külüstür Land nihayet geliyordu.

***

Geldi, indi. Kulenin hemen önündeki büyük yassı taşın üzerine çöktü. Çöker çökmez kalktı. Suratıma doğru baktı dik dik. Yürüdü bana doğru. Çenemin altına yaklaştı. Gözlerinin şiştiğini ve kızardığını ancak o zaman anlamıştım. Suratı gizli bir felaketle büyülenmiş gibiydi. Dilinin ucuna kadar gelen şeyi bir türlü söyleyemiyordu. Boş çuval gibi çöktü duvarın dibine. Yüzü şimdi ay ışığını alıyordu. Gözlerimin içine uzun uzun baktı. Sonra gözlerim yokmuş gibi doğrudan uzaklara bakakaldı. Ben tam, daldı herhâlde diye düşünürken, belli belirsiz bir darbe ona içeriden vurdu.

  • Kıkırdamış mıydı? Evet, kahkaha boşanacaktı sanki bu kilitlenmiş çenelerden. Şaşırıp kalmıştım. Çünkü o anda kahkaha hiç yakışmazdı o surata. Komik veya ürkünç olurdu, anlatabiliyor muyum? Neyse.

Beklediğim olmadı. Gözlerinin arkasında sanki bir kafa, beyin veya hafıza yoktu. Sadece yalınkat bir camdı bu gözler. Acıdan veya ne bileyim neden matlaşmış, yaşaması durmuş filan gibi bir şeydiler. Öylece bir süre kaldıktan sonra vücudunu bir şey tutup silkelemeye başladı. O anda fark etmiştim, gözleri, dudakları şişmişti. Titrerken gözlerini gözlerimde sabitlemeye çalışıyor, ama bunu başaramıyordu. Git gide sarsıntı arttı ve anladım artık, bu bir ağlamaydı. Ne kadar benzemezse benzemesin, bir ağlama bu, dedim içimden. Bir parça utandım. Garip bir durum. Şevko gözyaşlarına boğulmuştu. Hâlâ gözyaşlarının arasından beni görmeye, yardım istemeye veya tam kestiremediğim, geçip gitmiş bir şeyin dengesini içinde yeniden ele geçirmeye çalışıyordu.