Kırmızı balon
Kilisenin bahçesinden hafif bir rüzgâr balonlara doğru esiyor. Kırmızı balonu alıp yola doğru iteliyor. Rüzgâr balonun ardından, İbrahim rüzgârın ardından, spor ayakkapları kararmış İbrahim, İbrahim’in ardından… Hepsi balonun ardından… Derken, kuruyemişçinin arkasındaki yoldan bir kamyonet caddeye giriyor. İbrahim’in babası tam bu sırada başını çevirip oğlunu görüyor.
Cihan Aktaş’a:
Çünkü ‘Konteyner İçindeki Kırk Dördüncü Kişi’yi o yazdı.
Tam o sırada bir spor ayakkabı. Zihnindeki son kareye giriyor. Yıpranık. Ucuz. Kararmış bir ayakkabı bu. Başını kaldırıp ayakkabının sahibi olan çocuğa bakıyor. Çocuk, oyunu anlamış gibi. Bir eliyle “haydi” işareti yapıyor.
Cemal Şakar’a:
Çünkü ‘Adı Leyla Olsun’u o yazdı.
Susanna Tamaro’ya:
Çünkü ‘Rüzgâr Ne Diyor?’u o yazdı.
Mukadder Gemici’ye:
Çünkü ‘Aziz Messi’yi o yazdı.
Çay ocağına oturdular. Caddeye bakan taraftalar. Adam durmadan konuşuyor. Durmadan anlatıyor. Ocakçı zaman zaman baş sallıyor ona. Zaman zaman dönüp birkaç kelime söylüyor. Zaman zaman gülümsemekle yetiniyor. Zaman zaman sadece susuyor. Adam ocakçının durgunluğuna aldırmıyor. Ocakçının omzuna astığı kirli havluya aldırmıyor. Kendisini pek de ilgisiz dinleyişine aldırmıyor. Şehre yeni gelenlerden bahsediyor. Şehrin içine ettiler, diyor. Demin gördüm içlerinden biri kaldırıma tükürdü, diyor. Hırsız bunlar, diyor. Bunları bana bıraksalar haklarını avuçlarına verirdim ammaaaa… Diyor. Bizim derdimiz bize yeter arkadaş, diyor. Bildiğin gibi değil İsmail’im, diyor. Bir sayıklama gibi, bir sabuklama gibi, bir hezeyan gibi, bir nöbet gibi adam sözcüklerini yineliyor, yineliyor. Adam heyecanlanıyor.
Heyecanından yanında oturan çocuğunun önce yan sehpalara kaydığını, sonra televizyon ekranına bakarken yavaşça çay ocağının kapısından iş hanının loş, karanlık holüne geçtiğini fark edemiyor. Çocuk iş hanının sessiz ve karanlık holünde iri iri adımlar atıyor. Bir uzun atlamacının koşmaya başlamadan önce kendini ayarlamak için attığı uzun adımlara benziyor bunlar. Derken çizgilere basmadan zemini dolduran karelerin içinde ayakkabısının uçlarıyla adımlama oyununa başlıyor. Derken sadece çizgilere basarak yürüme alıştırması yapıyor. Derken bir an durup sek sek oynamaya karar veriyor. Ama oynayamaz. Önce çizmek lazım. Zihninden sek sek çizgilerini ayarlıyor. Zihnindeki kireçli karelere basarak zihnindeki taşı hareket ettiriyor. Zihnindeki taşı her seferinde bir sonraki kareye geçirtiyor. En zor yere geldi. Her şey mahvolabilir. Yanabilir. En başa dönebilir.
Tam o sırada bir spor ayakkabı. Zihnindeki son kareye giriyor. Yıpranık. Ucuz. Kararmış bir ayakkabı bu. Başını kaldırıp ayakkabının sahibi olan çocuğa bakıyor. Çocuk, oyunu anlamış gibi. Bir eliyle “haydi” işareti yapıyor. Ne duruyorsun? Haydi bir adım daha… der gibi bir işaret bu. Çocuk son hamleyi de yapınca alkışlamaya başlıyor. Gülümsüyor. Sıra bende, diyor. En başa gidip tek ayaküstüne kalkıyor. Hayır, diyor diğeri, bir kare geride… Öteki birden her şeyden vazgeçip “İsmin?” diyor. O zaman kırmızı spor ayakkabıları ışıl ışıl parlayan çocuk “İbrahim!” diyor. Öteki çocuk gülüyor. “Sen İbrahim?? Ben de İbrahim…”İbrahim soruyor: “Sen Suriye?” Çocuğun esmer alnındaki çizgilere şaşıyor. Karşısındakinin gözlerindeki ışık söner gibi oluyor. “Ben Suriye…” Derken iş hanının kapısından gelen patırtıya dönüp bakıyorlar.
- “Aaaaa!!! Baloooon!!!” İkisi birden bir sevinç çığlığı atıyorlar. İkisi birden balonlara doğru koşuyorlar. Tam o sırada çay ocağında sohbeti derinleştirmiş olan baba ansızın oğlunun yokluğunu fark ediyor. Telaşla koridora çıkıyor. “İbrahimmmmm… Gel buraya!!!!” diye paylıyor. Yanına gelen çocuğuna eğiliyor. “Oğlum kaç defa dedim şunlarla oynamayacaksın diye, kaç defaaa!!!”
Sözlerini bitirirken çocuğun kolundan sımsıkı tutup onu sağa sola sarsalıyor. “Tanımadığın insanlarla konuşmayacaksın demedim mi sana!!!” diye bir kez daha bağırıyor. Hiddetini alamamış. Hâlâ öyle çocuğunun hizasına kadar eğilmiş bir hâlde, tuhaf bir halde bakıyor. İbrahim yere bakıyor. Kırmızı ayakkabısını yere vuruyor. Bir şey demeden bekliyor. İçeri geçiyorlar. Adam aynı iskemleye otururken “Çekip gitmeyecekler mi arkadaş bu çapaçullar buradan!” diye bağırıyor. Oğluna dönüyor. “Burdan kıpırdamak yok!” diyor.
Ocakçıya dönüyor. Ocakçı çalan diyafona laf yetiştirmekle meşgul. Adamın öfkesinden habersizmiş gibi yapıyor. Adamla ilgilenmek istemiyor. Adam başını televizyona çeviriyor. Televizyondaki haberlerde aradığı şeyi bulmuş gibi. “Al işte!” diye haykırıyor. Çay ocağındaki diğer müşterilere ekranı gösteriyor. İbrahim başını çevirmiş caddeyi izliyor. Orada adaşını balonlar içinde görüyor. Orada olmak istiyor. Babasına dönüp bakıyor. Balonlara dönüp bakıyor. Bir an. Babasının telefonu çalıyor. Adam hiç bekletmeden açıyor telefonu. İbrahim sessizce koridora sıvışıyor. Oradan caddeye. Balonların içine atıyor kendini. İki İbrahim kahkahalar atarak balonları havaya savuruyorlar. O zaman balonlarından içinden kırmızı bir balonun tek başına havalandığını görüyor. “Vavvvvvvv…” diye bir çığlık atıyor. “En sevdiğim renk… Ayakkaplarımın rengi!!!” Kırmızı balonu tutmak üzere zıplıyor. Bir daha zıplıyor. Bir daha zıplıyor. Onu kendisinden önce birisi alır diye korkuyor. Gözü babasında.
İbrahim başını çevirmiş caddeyi izliyor. Orada adaşını balonlar içinde görüyor. Orada olmak istiyor. Babasına dönüp bakıyor. Balonlara dönüp bakıyor.
Babası her an kendisini görebilir. Yokluğunu fark edebilir. O zaman paparayı yer. Bir an önce balonu kapıp dönmeli. Bir an önce balonu yakalamalı. İşte o anda kötü bir şey oluyor. Kilisenin bahçesinden hafif bir rüzgâr balonlara doğru esiyor. Kırmızı balonu alıp yola doğru iteliyor. Rüzgâr balonun ardından, İbrahim rüzgârın ardından, spor ayakkapları kararmış İbrahim,İbrahim’in ardından… Hepsi balonun ardından… Derken, kuruyemişçinin arkasındaki yoldan bir kamyonet caddeye giriyor. İbrahim’in babası tam bu sırada başını çevirip oğlunu görüyor. Oğlu rüzgârın, rüzgâr balonun arkasında, hepsi caddenin ortasında, kamyonet son hız çay ocağının hizasında… O sırada çay ocağındakiler birden ayağa kalkıyor. Kilisenin bahçesinde oturan rahibeler de birden ayağa kalkıyor. İş hanının kapısında bekleyenler de birden ayağa kalkıyor. Berberin sigara molası verip dükkânın önüne çömelmiş kalfası da ayağa kalkıyor.
Ayağa kalkanların gözleri büyürken alınları kırış kırış oluyor. Kaşları alınlarına tırmanıyor. Dudakları yuvarlanıyor. Hepsinin ağzından aynı anda “ovvvvvvvvvv” gibi bir ses çıkıyor. Ovvvvvvvvvvvv sesinin v’leri caddeye doğru dalga dalga yürürken, her şey bitti, İbrahim cennete gitti, kamyonetin “gözlerinin hastasıyım” yazan ön tamponu İbrahim’in alın kemiğini delip beynini küçük parçalara ayırdı derken… Kamyonetin şoförü kendini önce karakolda, sonra hapiste, sonra acılar içinde, sonra bir çocuk kabrinin önünde görmüşken… Bir el İbrahim’i hızla kaldırıma çekiveriyor! Kırmızı balon kamyonetin camına çarpıyor.
İbrahim’in babası önce bir acı çığlığı sonra bir sevinç çığlığı sonra bir zafer çığlığı sonra bir kahraman çığlığı sonra bir komando çığlığı atıp ardından oğluna değil, oğlunu kurtaran elin ve kolun sahibine sarılıp hüngür hüngür ağlıyor. Dünyanın en güzel en tatlı en muzaffer en mesut en manyak en kahkahalı en delimsirek ağlayışı bu! Başını gövdesine gömüp ağladığı kişinin yüzünü görmek birkaç saniye sonra aklına geliyor. Bir çocuk bu! Spor ayakkabıları kararmış bir çocuk! Deminki çocuk! Teselli için sırtını pışpışlayan insanlara hiç bakmadan bu defa oğluna sarılıyor. “Allah’ım sana şükürler olsun…” diyor. “Neler yaşadık Allah’ım…” Ocakçının kendisine uzattığı suyu içiyor. Arkasına dönüyor, iki çocuğu birden kucaklıyor.