Kırılganlığın en uzun yolu: Meleğin düşüşü

Kırılganlığın en uzun yolu: Meleğin düşüşü.
Kırılganlığın en uzun yolu: Meleğin düşüşü.

Yaralı Melek, bir kaybın resmidir ama kaybedilenin ne olduğunu tam olarak söylemez. İnanç, masumiyet, insanlık, umut, dünya ya da doğrudan bir çağın sonu? Kaybedilenin ne olduğunu açık olarak göstermez ama sezdirir. Bu yüzden tablo, yorum değil duygular üzerinden bir anlam inşa eder.

Göğe ait olduğunu unutmuş gibi, üzerinden yüzyıllar geçmiş sanki. Gözlerinin üstü beyaz sargı beziyle örtülmüş halde, görmemeyi diliyor, görünmemeyi belki, unutmayı, geride bırakmayı ya da. Bir elinde kardelenler, bir elinde çaresizlik, bir elinde çiçekler, öteki elinde umut. Ve kanadında kan lekeleri. İki çocuğun ortasında o yorgun, yaralı melek. Sedye haline getirilmiş kalın ağaç dallarına güçlükle tutunmuş, kaderine razı, yaraları olduğunun farkında. İyileşmek istediğine inanıyoruz, çünkü elinde kardelenler var. Kanatları hâlâ sırtında ama uçamıyor. Belli ki gökyüzüne değil, yeryüzüne ait artık masum ruhu. Kanatları olan bir varlığın yürümeye mahkûm halini gördüğümüzde aklımıza düşen nedir?

Yaralı Melek, bir kaybın resmidir ama kaybedilenin ne olduğunu tam olarak söylemez. İnanç, masumiyet, insanlık, umut, dünya ya da doğrudan bir çağın sonu? Kaybedilenin ne olduğunu açık olarak göstermez ama sezdirir. Bu yüzden tablo, yorum değil duygular üzerinden bir anlam inşa eder. Tabloya baktığımızda o kaybın ne olduğuna dair -kendi kişisel hayatlarımıza uzanan- çok derin bir yüzleşme yaşarız; ama meleğin düşüşünü izliyoruz, yok oluşunu değil, yaralı masumiyetiyle ilkel bir sedyenin üstünde elinde beş kardelenle meleğin düşüşü! Yine de her şey bitmiş değil, bir masumu taşıyan iki masumun omuzları; meleği yeniden göğe yükseltecek olan budur. Acılarıyla içine kapanmış kanlar içindeki yaralı melek, hasar ayininden çıkmışçasına, ruhu hırpalanmış, kalbi taşla ezilmiş, kanatları bıçaklanmış. Ve şimdi iyileştirilmek üzere sessizce götürülüyor, büyük bir gayretle umuda taşınıyor, hareket devam ediyor. Zaten tablonun anlatımında durgunluğun değil eylemin hâkimiyeti var. Ağır bir kasvetin ortasında bile umutsuzluğun çanları çalmıyor mesela, aksine ümidin ışığı parlamaya devam ediyor, karanlığı yırtan ateş parçası ve bir meleğin masumiyetini sırtlanmış iki çocuk.

1903 yılında Fin sembolist ressam Hugo Simberg tarafından yapılan bu tablo, sanki yarayı değil de, onu omuzlamayı gösteriyor bize. Ressam bu tabloyu yaparken kendisini de omuzlamıştır aslında, bir kış boyunca hasta yatağında uğraştığı bu resim onu iyileştirmiş, yaralı meleğinin kanatlarındaki kan lekesi temizlenmiştir. Arka plandaki pastoral manzara kurgu değil, Helsinki’deki Töölönlahti Körfezi boyunca uzanan meşhur patikanın ta kendisidir mesela, gerçeğin mekânında kurulmuş bir düş tiyatrosu. İki çocuk taşıyor bu düş’ü. Biri siyahlar içinde görevine odaklanmış, diğeri öfkeli bir çaresizlikle doğrudan bize bakıyor. Sedyeyi taşıyan çocukların, meleğin manevi ağırlığından ziyade, zorunlu bir görevin bilincini temsil ettikleri vaki. Ama sedyedeki göğe değil, toprağa yakın bir melektir artık. Tablodaki çocukların varlığı, meleği/melek imgesini de aşıyor aslında. Onların (iki çocuğun) görünmez yaraları, tabloya bakanların yüzleşeceği sert bir gerçekliktir. Herkes, hayatının bir döneminde o yaralı meleği omuzlarında taşımak zorunda kalacak mıdır o halde? Kim bilir? Onu düşüren bizdik, ama taşıyan da biziz.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım