Kim ne satıyorsa onda o eksiktir

Cins Oturum için bir aradayız.
Cins Oturum için bir aradayız.

Kim ne satıyorsa onda o biraz eksik. Vefa satan da vefa, şeref satan da şeref haysiyet satan da haysiyet eksik.

Yusuf: Şimdi uzun bir aradan sonra İsmail Kılıçarslan bendeniz Yusuf genç, yeni editörümüz Samed Karataş ve Rıdvan Tulum... Cins Oturum için bir aradayız. İbrahim Paşalı neden yok sorusunun cevabı var mı?

İsmail: Çünkü neden olsun ki...

Yusuf: Çok uzun zamandır biz cins oturum yapmadık İsmail Bey. Hatta neredeyse bu yeni ofisimize taşındığımızdan beri.

İsmail: Yayın koordinatörümüz Furkan Bey neden yok mesela?

Yusuf: Siz açıklamak ister misiniz Samed Bey? Furkan Çalışkan nerede?

Samet: Bu aralar çok yoğun olduğu için teklif bile edemedik.

Yusuf: Yoruluyor öyle mi?

İsmail: Bazı öyküleri yorgunluklar belirliyor galiba Yusuf

Yusuf: Aslında bütün öyküleri yorgunluklar belirler. Bunu bile konuşabiliriz çünkü bir konumuz yok. Söz bizi nereye getirirse. Fakat şunun üzerine biraz daha geniş konuşalım istiyorum. Epeydir Cins Oturum yapmıyorduk malum. Bu, bilincin eşlik ettiği bir tavır mıydı yoksa kendiliğinden mi böyle oldu?

İsmail: Bilinç milinç derken?

Yusuf: Bilinç ile ilginç. Bazı kelimelerin sahipleri var diyorsun yani öyle mi?

İsmail: Bazı kelimelerin sahipleri var, bazı insanların, bazı sosyolojilerin hatta. Yok mu?

Yusuf: Bir insan bir kelimeyi çok kullandı diye o kelime onun mu olmalı? Mesela vefa kelimesi İstanbul'da bir semt... Büyükşehir Belediyesine ait diye düşünüyorum.

İsmail: Vefa kimsenin babasının malı değil. Vefa bozacısı birilerinin babasının malı ama vefa kimsenin babasının malı değil. Kim ne satıyorsa onda o biraz eksik gibi geliyor bana. Sende manşet atacak cesaret yok Yusuf, manşeti ben atayım. Kim ne satıyorsa onda o biraz eksik. Vefa satan da vefa, şeref satan da şeref haysiyet satan da haysiyet eksik.

Yusuf: Eyvallah. Kim ne satıyorsa, vitrininde o var da diyebiliriz. Ama bunu konuşmayalım. Senin, içinden geçtiğin yangını konuşalım istiyorum -bilmem konuşmak ister misin- Annesiz yaşanabilir mi?

İsmail: Yaşanıyormuş. Çok tuhaf Yusuf. İnsanın ontolojik güvenlik alanıyla ilgisi var bir anneye sahip olmasının. Ontolojik olarak güvenimi kaybettiğimi daha önce ben hiç hissetmemiştim. Annemi kaybettikten sonra güvenlik alanımı kaybettiğimi hissediyorum. Ben mesela annemi kaybettikten sonra beni arayanlar arasında "kulübe hoş geldin" diyenler oldu taziyelerini ilettikten sonra. Anneni kaç yaşında kaybetmiş olursan ol, sen kaç yaşında olursan ol bundan sonra öksüzsün.

Yusuf: "hayır, babamı kaybetmedim / nerede olduğunu biliyorum" diye yazmıştı Muzaffer Serkan Aydın. Anne bir kavram günün sonunda. Resmen emniyet. Bu arada İslam'ın da imanın da o emniyet ve güvenlikle ilişkili olduğunun da altını çizerek bunu söylüyorum. Öyle bir varlık alanı. Somut olarak artık dünyada yer almamasıyla da böyle derinden bir etki uyandırıyor günün sonunda.

İsmail: Annemin gittiği yerden eminlik annemin vefatı karşısında beni çok daha metanetli biri yaptı. Ve şeyi de hiç anlamıyorum kötü insanlar öldüğünde, geride kalanlar onun yokluğuyla nasıl hesaplaşıyorlar onu hiç anlamıyorum.

TÜRKİYE'DE POLİTİKA FAKİRLERE SATILAN BİR ŞEY

Yusuf: Buradan uzaklaşıp biraz daha olan bitene çevirsek konuşmayı. Sadece politik olanı kastetmiyorum tabii ki... Dünya dönüyor biz de o dönüşün için de savrulmamaya çalışıyoruz bir yerlere tutunarak. Oralara dair belki birkaç şey konuşmak mümkün olur.

İsmail: Valla aramızda politikayla en çok ilgilenen insan Rıdvan, çünkü Avcılar'da oturuyor.

Rıdvan: Batıya en yakın oluşumla alâkalı sanırım?

İsmail: Ya politika fakirlere satılan bir şey Türkiye'de. Biz fakirlere satılan bir şey. İdeoloji biz fakirlere satılan bir şey. "Sizin böyle ideolojileriniz olsun, siz onlarla oyalanın biz de parayı paylaşalım." diyorlarmış gibi geliyor bana son zamanlarda. Buraları şimdi sen koymak istemezsin belki ama politika fakirlere göre bir şeymiş gibi artık Türkiye'de.

Yusuf: Benim buraları niye yayınlamak istemeyeceğimi düşünmenle ilgili bir not söyleyeyim. Acıbadem'de oturan politikayla ilgilenmez kendisiyle ilgilenir, Bağcılar'da oturan kendisiyle ilgilenemediği için politikayla ilgilenir gibi bir sonuç çıkıyor buradan. Bu iki mesele de beni Resûl-i Ekrem'in "İnsanın kendisini ilgilendirmeyen şeyden yüz çevirmesi, kişinin güzelliğindendir" hadisine götürüyor. Günün sonunda bu kaos da bize aynı şeyi hatırlatıyor sanki. Seni ilgilendiren şey nedir ve sen onunla ne kadar ilgileniyorsun?

İsmail: Beni ilgilendiren şey çok uzun süredir politika değil. Hep söylüyorum. Beni ilgilendiren şey mesela Türkiye'de mülteci kardeşlerimize ne olacağı? Beni çok ilgilendiriyor ve bu politik bir şey değil. Cebimizdeki paraya ne olacağı beni çok ilgilendiriyor ve bu politik bir şey değil. İşin belki oralarını konuşmak lazım. Gerçi bu arkadaşlar konuşmuyorlar, sessiz kalmayı tercih ediyorlar.

Yusuf: Samed çok uzun yıllar Suriyeli mültecilerle iç içe oldu. Orayı biraz konuşabiliriz. Mülteci meselesi "kardeşiz kardeşim" ile "bana ne kardeşim" arasında bir yerde savrulup gidiyor.

Samed: Evet abi. Az evvel bu anne konusu üzerinden aklıma geldi de Eren Safi'nin bir şiirinde geçiyordu: "Anneler çabuk geçilir" diye. Onun bize verdiği güven onu çabuk geçmemizi sağlıyor yani bir ihmâl gibi. Türkiye de böyle sanki, içinde bir ihmâl olarak yaşıyormuşuz gibi geliyor bana.

Yusuf: "Yoksulların annesidir Türkiye"ye bağlayacaksın diye düşündüm.

Samed: Yani biraz oradan tabii. Müslümanlar da genel olarak ihmâl ediliyorlar. Ihmâl edenler de kendileri. Koskoca bir ihmâller içerisinde yaşıyoruz. Mülteci meselesi de biraz öyle. Ihmâller silsilesi gibi geliyor bana. Hem gelen anlamında hem karşılayan anlamında. Her iki taraf da ihmâl ediliyor ortada bir hareket var ama o hareketi anlama çabası yok sanki.

İsmail: Üç tane şerefsiz...

Yusuf: Biri Ümit mi?

İsmail: Yok. Üç tane şerefsiz on bir milyon Müslüman öldürdüler. Son yirmi yılda. Üç tane şerefsiz Amerikan başkanı. Ve bize ne satılıyor biliyor musunuz Türkiye'de? Bize mültecilerin kötü insanlar olduğu satılıyor. Bu korkunç bir pazarlama biçimi. Kabaca beş milyon insanın üzerinde, kabaca o beş milyondan daha az olan bir ırkçı faşist topluluk tepiniyor. Aralarında İyi Partililer başta olmak üzere CHP'nin faşist ırkçı kesimleri olmak üzere hatta Ak Parti'den bazı isimler, bazı seçmenler olmak üzere. Bunların sayısı toplasan ülkemizdeki mültecilerden daha az ama ülkemizdeki mültecilerin üzerinde tepiniyorlar. Sürekli mültecilerin bir güvenlik sorunu olduğundan, insanlık için faşist bir ırkçıdan daha ciddi bir güvenlik sorunu yoktur hiçbir zaman olmamıştır.

Yusuf: "1920'de ne oldu" sorusunun cevabı da buydu aslında, yoksulların annesi olarak inşa edildi Türkiye. Burada bir sorun yok. Ama Türkiye'nin mülteci politikasının yönetimi ile ilgili Samed'in dediği gibi bir yönetilememe sorunu var. Bunu da bu kadar küçük sayıda ırkçının bu kadar çok ses çıkarabildiği bir vasatı göz önünde bulundurarak söylüyorum.

İsmail: Yani 5 milyon mülteci var Türkiye'de. 2010 yılından itibaren Türkiye'nin Mülteci ve Göçmen Bakanlığı kurması gerekiyordu. Bunun çok daha iyi yönetilebileceği bir politika işletilmesi gerekiyordu. Ama bütün bunlar ardıl meseleler.

Yusuf: "Ama" demeye imkân verecek şeyler değil, kabul.

İsmail: Balkan göçmenleri geldi her yeri kirletti haberleri var 1912-1913'te. Balkan Harbi'nden kaçıp, yenilgiden kaçıp, İstanbul'a, Edirne'ye, efendime söyleyeyim Bursa'ya, Çanakkale'ye sığınmış insanlar hakkında açın dönemin gazetelerine bakın. Bulgaristan Türkleri Jivkov'un zulmünden kaçıp Türkiye'ye geldiğinde "Bunları niye alıyoruz?" diyen politikacılar vardı. Özetle bir iyiler var mültecilere kol kanat gerip onlarla varsa bir lokma ekmeğini paylaşmak isteyen insanlar, bir de mülteciler geldi beni ekmeğimden etti diyen geri zekalılar var.

Samed: İşin Türk tarafına gelirsek 3 tane madde çıkıyor ortaya. Birincisi, mültecilerle ilgili herhangi bir sorunun tek kaynağı aslında ırkçılık falan değil, iktisadi ve içtimai sebepler. İkincisi, Türkler bir şeyi Türkiye'de istemediği zaman o şey Türkiye'de nasıl kalabilir? Bu ayrı bir şey yani demek ki biz ırkçı bir millet değiliz ki bu kadar insan yaşıyor burada. Üçüncüsü de faiz meselesi olsun, mülteci meselesi olsun... Hepsinin içinde yetim döngüsü diye bir şey var. Yaptığımız faaliyetin sonucu bir yetime kötü olarak dokunuyor mu? Böyle sanki hani ne iş yaparsak yapalım, işlerimizi bu yetim döngüsüne göre tartmak gerekiyor aslında.

Rıdvan: Senin söylediğinden hareketle söylüyorum İsmail Abi. Beş milyon mülteci var diyorsun ama istemeyenlerin oranını 5 milyondan az görüyorsun. Çok iyimser bir yaklaşım bence bu. İstemeyenler neredeyse yarı yarıya. Çok uzun zamandır sokağa çıkmadığınızı düşünüyorum, ciddiyim. Irkçılık değil iktisadi bir istememe durumu bu. Irkçılık zaten bu topraklara en geç gelen şeydir, hepimiz biliyoruz bunu.

İsmail: Ya fakirleştik Rıdvan, fakirleştik. Bunun ilk yansıdığı yer mülteciler oluyor. Bu iktisadi mesele düzelir kimsenin mültecilerle derdi kalmaz. Mültecilerle ilgili yapısal derdi olanlar Türkiye'de beş milyondan fazla değil. İktisadi mesele evet, orada yüzde elliyi de geçmiştir belki.

Rıdvan: Geçen bir arkadaş söyledi. Beş sene önce kafamı ütülerdi halk övgüleriyle. Yazan çizen de bir çocuk. Babasının durumu iyiydi. Şimdi bozulmuş durumları. "Zenginken halkçılık yapmak çok kolaymış, fakirleşince olmuyor" dedi. Aynı mesele aslında bu da.

HERKES HER ŞEYİN ORTALAMASIDIR

İsmail: Bu 81 ile 81 üniversite meselesi bizi çok yanlış yerlere götürdü. Biz mesela aradığımız nitelikte eleman bulmakta çok zorlanıyoruz artık. Çünkü nitelik yok ortada ve böyle "Türkiye bir mühendis kaybetti, Almanya bir kargocu kazandı" durumları yaygınlaşıyor. İnsan ülkesini bırakıp gider mi? Beni öldürsen bırakıp gitmem ama 18 yaşında henüz bu topraklara aidiyeti oluşmamış bir insan geleceğe bakar ve hiç umut görmezse kendini buradan dışarıya kaçırmak ister abi.

Yusuf: Burada belki sadece imaj meselesini konuşmak lazım. Yani şöyle herkes her şeyin ortalaması. Tam burada yani 81 üniversite açılmış. Daha fazla üniversite açıldı tabii de.

İsmail: Tüm plan 81 ile 81 üniversiteydi ve açtılar ya. Bazı üniversitelerden daha iyi liseler var mesela.

Yusuf: Herkes her şeyin ortalaması derken de kastettiğim oydu. Evet, orada bir nitelikli iş gücü göremiyoruz ama şurada görüyor muyuz? Siyaset diyelim kötü de akademi çok mu iyi? Akademi kötü edebiyat dünyası çok mu iyi? Dolayısıyla toplam bir ortalama var. Twitter'da rahat rahat yazan adam için de böyle bu fotoğraf. Ortalama bir hikâyenin parçalarıyız hepimiz. Orada belki imaj meselesine değinmek gerek. Sen tabii bir süredir Twitter'dan çıktın Instagram'a girdin...

İsmail: Bir simülasyondan çıkıp başka bir simülasyona girdim, çok mutluyum.

Yusuf: Bir dünya meselesi. Kısmen konuşmuştuk. Afganistan'dan Amerika çekildi ve bir Afganlı fotoğrafı oluştu. Türkiye'ye gelen mülteci bazında değil. Saçlı sakallı, kaba saba görünen bir tip ve o tip Orta Çağ'a ait. Bu dünyaya ait olmayan bir fotoğraf olduğuna dair yorumlar gördük biz.

İsmail: Öyle değil mi Yusuf?

Yusuf: Bugün itibarıyla mı? Realite bazında evet. Yirmi yıldır tüm dünya çocukları, oynadıkları her bilgisayar oyununda "o fotoğraf"lı adamları öldürmeye çalıştı. Bunu söylüyorum ben.

İsmail: Azıcık da ferasetimiz olacak tamam mı? Kıçını taşla silmek nedir abicim?

KARA GAVURU HESABA KATMIYORUZ ZATEN

Yusuf: Kim için söylüyorsun bunu?

İsmail: Taliban için söylüyorum.

Yusuf: Taşla silmeyi bırak, silmeyen adam var mesela. Çok steril Batı'da yaşıyor.

İsmail: Abi kıçını silmeyeni hesaba mı katacaksın? O kara gavur zaten. Kara gavurları ne zamandır hesaba katıyoruz?

Yusuf: Kara gavuru prezantabl bulup da burada bu fotoğrafa...

İsmail: Oradan konuşmuyoruz. Bak şimdi sen Vahhabi değilsin, Taliban'ı kastediyorum. Vahhabi olmadığına göre senin zihnini İngilizler belirlemedi. Vahhabi nedir? Vahhabi, zihnini İngiliz'in belirlediği öküzdür. O konumuzun dışında. Ama sen Talibansın, Afganistan'dasın, Hanefisin, Maturidisin. Azıcık ferasetin olacak abi. Azıcık etrafına bakacaksın, diyeceksin ki ben ne yapıyorum. Bu elde var bir. Kırk yıldır buna hazırladılar ve sonunda gerçekten o fotoğrafı bize sunuyorlar. Bizim Hanefi-Maturidi adamlarımız da bu fotoğrafa konu olmamak için en küçük bir şey yapmıyor. Deliye dönüyorum. Vermesene o fotoğrafı! Yere batsın elinde kalaşnikof! Senin oldu artık Afganistan! At şu kalaşnikofu elinden.

Yusuf: Bunu bir yere alır koyarım ama senin söylediğin şeyi ben şöyle anlıyorum yani zihni iğfal edilmiş ve fotoğrafı saçma sapan bir şekilde yorumlayan adamın kabahati yokmuş gibi konuşuyorsun.

İsmail: Hayır, canım. O adamı hesaba katmadan konuşuyorum.

Yusuf: Bizimkileri kastederek söylüyorum. Nevşin Mengü'yü söylüyorum.

İsmail: Ya Nevşin Mengü'yü hesaba mı katalım şimdi? Bir daha döneyim: Kıçını yıkamaktan aciz adamı hesaba katar mısın? Katmazsın. Ben diyorum ki kardeşim birazcık feraset sahibi olsa Taliban çok başka bir hikâyesi olacakken elindeki kalaşnikofu atmıyor.

Samed: Ama Yusuf abinin söylediği yer şu sanki Taliban'a karşı olan eleştiriyi Amerika'nın belirlemesi... Özgür bir eleştiri bile yapılamaması...

İsmail: BBC ile ne konuşacağız? BBC yalanın temel kaynağı. Yok kadın özgürleşmesi, yok bilmem ne. Mesele oralarda değil. Mesele kırk yıldır emperyalizmin bir laboratuvara döndürdüğü Afganistan'da, mesele günün sonunda Hanefi-Maturidi olduğunu iddia eden bir aklın iktidarı ele geçirmiş olmasına rağmen yaptığı saçmalıklarda

Yusuf: Erken bir eleştiri değil mi bu ama? Yine savunan gibi oluyorum ama... İşgal eden devletler çekilmedi bile. Daha hikâye bitmedi.

İsmail: Afganistan'dan hiçbir işgalci devlet çekilmiş değil hâlihazırda. Mesele karıştı. Aslında senin konuştuğun yer ile benim konuştuğum yer birbirinin aynısı. Sadece biraz farklı bakıyoruz. Mesela Horasan DAEŞ'İ dediğimiz akıl hastaları 90 kişi öldürdüler Kabil'de daha dün itibarıyla.

Samed: Horasan DAEŞ'i de garip bir ifade. Manisa kirazı gibi...

İsmail: Ne yapıyorlar abi bunlar temelde? Bunlar Taliban'ı emperyalist ülkelerle anlaşma yapmakla suçluyor. Taliban'ın buna karşı bir akıl devreye sokmasını bekliyorsun ya. Tamam 15 yaşından büyük kızlarınızı savaşçılarımıza verin haberi BBC'nin koca bir yalanı bunu biliyoruz zaten. Ama yani sen Hanefi – Maturidi bir taraftasın ya abi Allah'ın verdiği ruhsatları iyice daraltma yani.

Yusuf: Ya hayır ben aslında şunu söylemek istiyorum: Kırk yıl boyunca savaş içerisinde, sefalet ve zulüm altında yaşamış bir topluluktan bahsediyoruz. Yani bu insanların da sergilediği davranışları bu bağlamda düşünerek konuşmak lazım. Steril bir ortamda değerlendirmeye çalışıyoruz. Sığır sekülerler çağdaşlaşmanın kıstaslarını; yok adamın sakalı, yok kıyafeti falan filan gibi çiğ yorumlarla değerlendiriyor.

İsmail: Ya abi bu sığır sekülerleri neden önemsiyoruz? Çünkü bu adam 1979 seküler Kabil fotoğrafına inanan bir adam yani.

Yusuf: Ben işte bu konuşmaya girerken biraz Twitter, Instagram üzerinden çıkan görüntü ile Rıdvan'ın söylediği beş milyonluk kesimi baz alarak ortaya çıkan kaostan bahsediyorum.

İsmail: Burada aynı şeyleri düşünüyoruz zaten bir itirazım yok ama Taliban'ın tarihsel bir sorumluluğu var burada. Asıl önemlisi İslam ülkelerinin tarihi bir sorumluluğu var burda.

Yusuf: Kimin?

İsmail: İslam ülkelerinin.

Yusuf: Yok duymadığımdan tekrar etmedim soruyu. Karşılığı olmayan bir kavram duydum diye tekrar ettim...

İsmail: Tamam İslam ümmetinin diyelim. Taliban ilk anlaşmasını biliyorsunuz İran'la yaptı. Akaryakıt anlaşması.

Yusuf: Hâlâ bir İslam ülkesiyle anlaşma yapmadı yani...

İsmail: Evet hâlâ bir İslam ülkesiyle anlaşma yapmadı.

Yusuf: Konu açılmışken kayıtlara geçsin diye söyleyeyim. Uzun süredir konuşmuyorduk. İran, Müslüman dünyanın arasına yerleştirilmiş bir urdur. Kanser hücresidir. Tez zamanda inşallah İran seküler bir yapıya kavuşur.

İsmail: İnşallah bu İranlı seküler kardeşlerimiz aydınlanmalarını tamamlar da akıl hastası mezhepçileri İran'dan atarlar.

Yusuf: İrlanda'da da Katolikleri destekleyeceğiz...

İsmail: Aynen İrlanda'da da Katolikleri... Ee Afganistan'da da mecbur Hanefileri destekleyeceğiz, kimi destekleyelim abi.

ÇOĞUL HAKİKAT YARATMAYI SAĞLIKSIZ BULUYORUM

Yusuf: Bu kadar politika, siyaset konuşmak yeter vaktimiz de daralıyor. Biraz sanat, edebiyat, ince şeyler konuşalım... Gündeminizde ne var?

İsmail: Aşkın sanki bir çiçek / gel beraber çay içek

Yusuf: Biliyorsun bu işi...

İsmail: Şu an gündemimde Ketebe'den çıkan Abdullah Başaran'ın Postmodernizim kitabını okuyorum. İyi bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bir yanıyla da eksik bir kitap. Abdullah Başaran kitapta çok soğukkanlı davranmış ama kitabın sonunda sanki postmodernizme biraz torpil geçmiş. Soğukkanlılığını yitirmiş olduğunu düşünüyorum Başaran'ın. Postmodernizim karşısında soğukkanlılığını yitiren insan açıkçası beni endişelendiriyor. Mesela potmodern öykü tecrübesini çok önemsediğini belirtiyor. Yani postmodern öykü tecrübesinde önemsenecek bir şey göremiyorum.

Yusuf: Ya temelde neye karşısın onu söylesene?

İsmail: Abi temelde "insan adedince hakikat vardır" denmesine karşıyım.

Yusuf: Hâlbuki?

İsmail: Hâlbuki hakikat tektir. İnsanlar hakikate hizalıdır abi. Yani şöyle postmodern anlatının dibi olarak Bab'Aziz'de diyo ki – bu arada herkes ayılır bayılır ama çok postmodern bir anlatımdır Bab'Aziz- dünyadaki ruh sayısınca tanrıya giden yol vardır. Öyle değil. O tanrı değildir senin anladığın. Dolayısıyla fantastik, modernist, ikinci Yeni, Garip ...tüm bu tarz ve akımlardaki metinleri anlıyorum da postmodern metinleri anlayamıyorum abi. Ve Borges'i kastetmiyorum abi. Borges'in paltosundan çıkmaya çalışanları kastediyorum. Yani özetle sürekli bir çoğul hakikat yaratmaya çalışmak, sana göre, bana göre gibi ucu açık sonsuz açıklıklar falan filan bana çok tuhaf geliyor. Geri kafalı olduğumu falan tabii düşünebilirsiniz...Ama Vesikalı Yarim postmodern metinlerin hepsini döver abi. Çünkü adam aslanlar gibi evli çıkar yani filmin sonunda. Napaydı yani... Ortalama bir manav LGBT üyesi mi çıksaydı evli çıkacak tabii. Tama mutsuz bir evlilik yapmış ama adam evli çıkıyor yani. Biz bu postmodern edebiyatla çok eskiden rastlaşacaktık.

Yusuf: Eyvallah kitap demişken ben de -tabii daha geniş üzerine konuşmak lazım ama- geçen ay yayınlanan Yavana – Hint / İslam Düşünce Havzası olarak Ahmet Aydın hocanın yazdığı ve Hint coğrafyası üzerine yazılmış nadir Türkçe metinlerden birinden söz edeyim. Dolayısıyla önce ve sonrasıyla çok acayip, çok nitelikli ve derinlikli bir eser. Bildiğimiz, öğrendiğimiz tarihin nasıl bildiğimizden farklı bir şekilde aktığını görüyoruz orada. Hint coğrafyasında bir mesele var ve bu yokmuş gibi davranıyoruz aslında. Bu bağlamda dünya tarihinin yeni ve farklı bir okuması bu kitap, özellikle bu kitabı anmak isterim.

İsmail: Rıdvan sen?

Rıdvan: Abi ben kitap okumayı bıraktım...

Yusuf: Neden? Yoksa bir coğrafyaya gönül mü verdin?

Rıdvan: Şakası bir yana tabii kısa sürede okunabilen, Jaguar'dan çıkan Yan Lianke'nin Günler, Aylar, Yıllar isimli kitabı gündemimdeydi. Hikâyesi de çok iyi. Bütün herkes köyü terk ediyor. Adam bir köpekle birlikte müthiş bir kuraklığın ortasında, köpekle birlikte bir fideyi yetiştirmeye çalışıyor. İlginç bir hikâye buna dikkat çekmiş olayım. Postmodern de değil tam senin seveceğin tarzda bir hikâye abi.

İsmail: Peki Samed sen?

Samed: Abi ben bu ara kitap değil de makale dönemimdeyim açıkçası. Seyahatnamelerle birlikte Türkiye'nin yakın çevresini konu alan tarihi makaleler okuyorum. Kafkaslar, Balkanlar, Arap coğrafyası.... İngiliz bir seyyah mesela Arap çöllerinde bir müddet kalıyor ve Arabistan civarındaki bedevileri gözlemliyor. Türkiye'de popüler bir kavram var ya "yallah Arabistan'a "diye... İşin ilginci oradaki İngiliz veya Amerikalı gezgin şunları söylüyor:" Türk sınırından uzaklaşıp bedevi bölgelerine geldikçe İslam'a ait uygulamaların, namazların vb. şeylerin azaldığını yapılmadığını gördüm." Yani "Yallah Arabistan'ı tersinden kurgulayabiliriz gibi işin aslında.

İsmail: Eyvallah

DÜNYA'DAYIZ, DAHA NE KADAR DÜŞEBİLİRİZ

Yusuf: O zaman sen bir soru sor da öyle bitirelim, âdettendir.

İsmail: Düşmek ister misiniz?

Yusuf: Dil ve anlam, bağlamında oluştuğu için, bu notla beraber cevap vereyim. Asla düşmek istemem. Ama düşme hissini hep hissedecek şekilde kenarda bulunmanın, o hissin inanı diri kıldığını da biliyorum. O his evet, ama asla düşmek istemem.

İsmail: Sen Rıdvan?

Rıdvan: Biz onları ezberledik abi...

İsmail: Samed?

Samed: Dünya'dayız abi, daha ne kadar düşebiliriz?

İsmail: "Düştümse sana bakarken düştüm" diyebileceğim biri varsa düşebilirim...