Kendi macerasının altını çizen bir ruh: Ayşe Şasa

Kendi macerasının altını çizen bir ruh: Ayşe Şasa.
Kendi macerasının altını çizen bir ruh: Ayşe Şasa.

Aidiye¬tini kurcalamak onda vazgeçilmez bir yere sahipti. Kurcaladıkça hangi zümreye, çevreye ait olduğunu sorguladı. Âlemde yerinin neresi oldu¬ğu meselesi bir belirsizlik olarak çıktı karşısına. Bu hâl, çocukluk ve gençlik yıllarının yakasından düşmeyen sorunuydu.

Telaffuzu ederken zorlandığı soyadı Şasa idi. Varlıklı ailesinden ona kalan bu ad; Kafkasya’da ok-yay anlamına geliyordu, aynı zamanda okun temrenini yapan usta manasına da. Kerbela şehitleri arasında Ebû Şasa adında bir zat da vardı ayrıca. O belki de telefonda en çok şunu söylüyordu: “Şile, Ankara, Sivas, Ankara.”

1941’de Amerikan Hastanesi’nde doğar doğmaz Çerkes bir aileden gelen an­nesi erkek çocuk beklerken, kız doğurduğuna üzülmüştü. Hatta bir süre ona süt vermekten bile ka­çınmıştı. Bu başlangıcını dönüp dönüp düşündü. Hastanede yeni doğan bebekler annelerine süt emzirmeye götürülürken, o yatağında yalnızdı. İlk yalnızlığı tam da orada başlamıştı.

Çocukluğunda boyunun uzun olması da başka bir etkendi sanki onun meşhur marjinallik duygusuna. Dar gelirli, yoksul insanların yaşadığı bir toplumda varlıklı bir aileden gelmenin üzerinde kurdu­ğu tuhaf bir baskı da vardı. Konumunu yargıladı. Varlıklı bir aileden olmanın, dolayısıyla bir azınlığın içinde oluşunun üzerine, içine doğduğu koşullar da bu marjinallik duygusunu yoğurmaya başladı. O marjinallik duygusuyla yoğurduğu hamurun mayalanmasını beklerken ailesinin servet belli bir oranda geriledi.

Aslında bu yargılamalar, doğal olarak sorgulamalarla başlamıştı. Daha 6-7 yaşlarındayken âlemdeki varlığının sebebini ve çevresinin özelliklerini irdeledi. Sayısız metne, senaryoya imza atan zihni; sorguladığı her olgu ve olayda önemli yerlerin altını çizdi. Mahallesinde “sıra dışı” konumuna atandı bu özelliğiyle. Bu konum ataması, onu daha da sorgulatan bir mevkie doğru sürükledi. Bu mevki belki de sadece yalnızların anlayabileceği bir yer veya yersizlikti. O, yalnızlığın tam da kenarıydı. Çünkü yalnızlığın bile içine dâhil olamıyordu.

Bir diğer dönüm noktası ise kitap kataloğunda Muhyiddin İbn Arabî’nin ismine rast­lamasıydı.
Bir diğer dönüm noktası ise kitap kataloğunda Muhyiddin İbn Arabî’nin ismine rast­lamasıydı.

Aidiye­tini kurcalamak, onda vazgeçilmez bir yere sahipti. Kurcaladıkça hangi zümreye, çevreye ait olduğunu sorguladı. Âlemde yerinin neresi oldu­ğu meselesi bir belirsizlik olarak çıktı karşısına. Bu hâl, çocukluk ve gençlik yıllarının yakasından düşmeyen sorunuydu.

Giderek zayıflayan bedeni ve aidiyet bilinciyle her şeye dışarıdan bakıyordu, dünyaya bile. Dünyaya bile dışarıdan bakıyordu çünkü yalnızlığın kenarından dünyanın ancak dışına bakılabiliyordu. Evine ve ailesine de dışarıdan bakıyordu. Değerlendirmelerini hep başkasının gözüyle bakarak gerçekleştiriyordu. Tüm bunlar çocukluğunun ona verdiği enerjiyi tüketerek yapmaya başladığı alışılagelmişin dışında bir alışkanlıktı. Ruhsal dengesini sağlayacak kültür ortamından mahrum olması belki de bunun büyük sebebiydi.

İlk dönüm noktasına 16 yaşındayken Şişli’de La Paix Hastanesi’nin önünde ulaştı. “Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım.” dedi içinden; niyet tutar gibi söyledi ve altını çizdi ki öyle de olacaktı.

“Hakikat” (truth) kelimesine aşırı bir ilgisi vardı. Bu kelimeyi felsefe dersinde Platon’un diyaloglarında duymuştu. Üzerinde müthiş bir etkisi mevcuttu. “Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim.” diyordu ve ekliyordu: “Yani bir akıl hastanesine girece­ğim de oradan hakikate varacağım. O kadar mariz bir şey ki, tam içinde bulunduğum karmakarışık ruh halini anlatı­yor. Peki, daha 16 yaşında bu anafora kapılmamın sebebi ne? Oraya varıncaya kadar ben neler yaşadım? Geriye dönüp dö­nüp hep bunları düşünürüm.”

Bir diğer dönüm noktası ise kitap kataloğunda Muhyiddin İbn Arabî’nin ismine rast­lamasıydı: Fusûsü’l Hikem. Kitabı İngiltere’den getirtince bir kenara koydu. Tıpkı “hakikat” kelimesi gibi “Fusûs” ismine de ilgi duymuştu. Kitabı İngiltere’den getir. Bu tarz neşriyattan tamamıyla habersizdi. Ne İslamî bir referansa sahipti, ne ta­savvufla bir bağlantısı vardı, ne de Türkiye’de bu tip faaliyetlerin varlığından haberdardı çünkü. Bu kitabı nedense getirtip bir kenarda unutmuştu. Uyku haplarına bağımlılık göstermeye başladı. İki kez in­tihara teşebbüs etti.

81 veya 82 yılı... Hayatındaki büyük değişim gerçekleşiyordu. Fusûs’u okumaya başladı. Az çok bir felsefe temeli olduğu için o derinlikli kavramları birazcık idrak edebiliyordu. Fusûs’u okumaya başladıktan bir müddet sonra sanki büyük bir sevinç ışığı, bir aydınlık deniz beliriyordu. İçinden “Ayşe, bugüne kadar hiç bilmediğin bir kaynakla karşı karşıyasın, bu okuduğun hiçbir şeye benzemiyor!” diyordu. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim!” Bu hadis-i kudsî sarıp sarmalıyordu onu. Kendi kendine “Ayşe, bugüne kadar okuduğun, öğrendiğin, sana yapılan her türlü telkin, öğretilen her şey yanlıştı!” di­yor ve ekliyordu:

“Hazret-i Allah gençliğimde düştüğüm küfür­den dolayı beni cehennemine batırdı batırdı çıkardı. Şimdi de ‘Al sana cennete giden yol.’ diyor. Zira Fusûs’la birlikte önümde açılan gerçek bir cennet görüntüsü. Geçirdiğim hastalığın tam anlamıyla kahırdaki lütuf olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu hastalığın çöküntüsü ve acıları içimde batıla dair her şeyi yıkmasaydı ben hâlâ gençliğimdeki o yanlış ve zelil noktada olacaktım. Evet, işte kahırdaki lütuf... ”

Ayşe Şasa’nın hayatından bazı çizgiler: Aile, toplumsal gerçekler, sorgulamalar, niyetler ve lütuflar… Bizim de hayatımızda beliren bu çizgilerin bizi; bir düşünme şevkine, hafızamızın altına kendi imzamızmış gibi çekeceğimiz çizginin şekillerini belirlemeye ve buhranlı gençliğimizde önümüze çıkacak olan o lütfu ıskalamamamıza bir vesile olsun, duasıyla.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım