KENDİ ANLAMIYLA DURULANAN: UYUYAN ÇİNGENE’NİN ŞİİRİ

​KENDİ ANLAMIYLA DURULANAN: UYUYAN ÇİNGENE’NİN ŞİİRİ
​KENDİ ANLAMIYLA DURULANAN: UYUYAN ÇİNGENE’NİN ŞİİRİ

Çingene’nin uykusundaki saf masumiyetin koruyucu muhafızlığı, aslanın geceye kan sıçratmadan öylece geçip gideceğine ikna ediyor bizi. Günün ilk ışıklarıyla hafiften üşüyerek uyanan kadının, su testisini kafaya diktikten sonra mandolinini sırtına atıp, yeni maceralara doğru sürükleneceğini düşlemenin pekâlâ mümkün ihtimaller arasında ışıldaması gibi, evet.

Çingene kadın rüya içinde rüyalara karışarak, derin uykulara dalmış şimdi. Nedeni belli acılarını üstüne yorgan yaparak, tenine değecek rüzgâra razı olarak ve yarının endişesine bugününü siper yaparak uyuyor. Kim bilir? Evini sırtına alıp diyar diyar gezmenin kaderiyle sınanmış bir uyku mu? Pay aldığı kaderinin ortasında, rengârenk kıyafetlerinin içinde, ay ışığının aydınlattığı berrak çöl gecesinin şiiri gibi parıldıyor orada, o sıcak kumların üzerinde. Yalnızlığı her halinden belli.

Çingene kadın rüya içinde rüyalara karışarak, derin uykulara dalmış şimdi. Yanı başında su testisi, ekmek teknesi mandolini ve sıkı sıkıya kavradığı o uzun ince sopası. Yüzünde uzun sürmüş, ümitli-ümitsiz bir günün hasarlı sabır taşıyla, ihtimal ki yurdundan çok uzaklarda. Gezgin müzisyen, uykulu kadın, yorgun Çingene. Mandolini, çölün sessizliğini dinliyor.

Rüzgârsız, sakin bir gece ne aslanın yeleleri, ne kadının eteği, ne uçuşan toz taneleri. Bütün savunmasızlığıyla kendisini çöle emanet edip, yorgunluğunu dindirecek uykularının içinde gezinen bir müzisyen. Gündüzleri müziğiyle hayatını idame ettirecek kadar para kazanıp, gece olduğunda hiç çekinmeden kumdan yastıklarıyla taçlandırdığı yatağına uzanan o kadın. Siyahî Çingene, çöl çalgıcısı, düş seyyahı. Elleri, ayakları kalın ve çıplak. Zarifliğe izin vermeyen zorlu şartların ortasında kendi anlamıyla durulanıyor sanki. Kendi anlamıyla yolculukta.

Dolunay, sahnenin düşsel-gerçekliğinin üzerinde parlarken, aslan, kokusunu aldığı avına doğru sokuluyor. Ama kurbanının uykusunu kanlı pençesiyle bölmeye, keskin dişlerini yumuşak sırtına geçirmeye ya da ona gecenin avı muamelesi yapmaya pek niyetli görünmüyor. Saldırganlığıyla değil uysallığıyla, resmin en tedirgin edici “an”ına doğru yaklaşıyor. Sahnenin gerilimi/tehlikesi, özneye yakın duygularla derinden hissediliyor elbette. Ama birazdan, uyuyan kadının parçalanarak akşam yemeği olacağı o doğal vahşet gösterisinin başlayacağına inanmama eşiğindeyiz.

Çingene’nin uykusundaki saf masumiyetin koruyucu muhafızlığı, aslanın geceye kan sıçratmadan öylece geçip gideceğine ikna ediyor bizi. Günün ilk ışıklarıyla hafiften üşüyerek uyanan kadının, su testisini kafaya diktikten sonra mandolinini sırtına atıp, yeni maceralara doğru sürükleneceğini düşlemenin pekâlâ mümkün ihtimaller arasında ışıldaması gibi, evet. Kadının, vahşi hayvanların eşlik ettiğini fark etmeyeceği o tehlikeli uykularına, her seferinde yeniden kavuşacağını biliyoruz üstelik. Ama şimdi o aslanın tablodaki “an”dan sessizce geçip gitmesini istiyoruz yalnızca.

Çingene kadın rüya içinde rüyalara karışarak, derin uykulara dalmıştır. Mısır’da bir çöldeyiz, belki Nil’in kenarında, arkada kum tepelerinden dağlar, geceyi aydınlatan parlak dolunay. Usulca yaklaştığı uykusundaki Çingene’yi kokluyor aslan. Bir zamansızlığın içinde, zamanın kendisi olmaya doğru.

Ay ışığından yapılmış bir nehir kıyısına sessizce yanaşan vahşilik-masumiyet gemisinin zamansız kaptanı Rousseau, bir uykuyu emanet ediyor bize.

GÜMRÜK, SANAT VE ÖTEKİ ŞEYLER

Paris’te gümrük memuruydu Henri Rousseau, sanat dünyasındaki lakabı da öyle kaldı; Gümrükçü Rousseau. 49 yaşında elde ettiği emekliliğine değin, tutkuyla sevdiği resim sanatı, arzu ettiği ölçüde ilgilenemediği “beyhude” bir uğraştı. Yoksullukla geçen hayatı, yeteneğinin geç fark edilmesi, nihayetinde bacağındaki kangren yüzünden kan zehirlenmesi geçirerek ölmesi, tutkusunun özetiydi. Resim eğitimi almamış, akademiye girememişti. Alaylıydı. Kendi kendisini yetiştirerek sezdiği yoldan yürümüş, naif-primitif üsluptaki sürrealist esintiler taşıyan eserleriyle dikkatleri çekmişti. Önce alay konusu olmuş, anatomi ve perspektif öğrenmediği için çocuksu karalamalar yapmakla itham edilmişti, bütün bunlara hazırdı. Saf, vahşi, ilkel, yapmacıksız, çizgilerine inanıyordu. Rüya zamanına ait çizgilere belki. Geçen yılların ardından, yeteneği herkes tarafından kabul görecekti. Hakkında “Mösyö Rousseau gözleri kapalı, ayaklarıyla boyuyor,” şeklinde çok ağır eleştiriler yapılsa da, ressamlığı, ölümünden 2 yıl önce (1908) Pablo Picasso tarafından onurlandırılmıştı.

Resimlerinde anlattıklarının aksine, hayatı boyunca Fransa dışına çıkmamış, vahşi doğayı, tropikal ormanları görmemiş, botanik bahçeler gezgini bir ressamın hayal gücüne batırdığı fırçası vardı karşımızda. Rousseau, sezgisel duyu ve bireysel içgüdüye dayanan eserlerinde kendine özgü stiliyle dikkat çekmeyi başararak, soyut sanatın sınırlarını aşıp, kendi özgün zamansızlığına erişmişti işte. Perspektifin kurallarını bozan ressamın; alaya alınmasına, diğer meslektaşlarından takdir görmemesine ve yeterince para kazanamamasına rağmen, yeteneğine inanmaktan vazgeçmeyerek tuvaline tutkuyla sarılması, tüm kalbiyle emin olduğu deha’sının kudretine dâhildir aslında. Sanatçı hünerini tanır, ruhunu sezer. Rousseau’nun Uyuyan Çingene tablosu, dehasına misal olarak bütün güzelliğiyle "aynı yerinde" yeni bakışları bekliyor. Naive (naif) sanatın başyapıtı sayılan Uyuyan Çingene, dingin şiirsel atmosferinin içinde gerçekliği rüya formunda gördüğümüz, huzur-gerginlik arasındaki ikircikli duygusuyla izleyiciyi arafta/tetikte bırakan, sadeliğin görkemiyle taçlanmış, baktıkça derinine doğru çekileceğiz ölümsüz bir eser. Belki de Rousseau’nun yapmak istediği her şeyi yapabildiğiydi bu: Uyuyan Çingene.

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ıyla bitirelim; "Gerçek dünyada yaşamış ve onlarla boy ölçüşebilecek bir tek insan tanıyorum: gümrükçü ve ressam Rousseau. Onun hayatı bir masal gibi geliyor bana. Sanki biri, Rousseau’nun resimlerini gördükten sonra uydurmuş onun hayat hikâyesini. Böyle yaşasaydı uygun olurdu demiş. Ben uydurmuş olmak isterdim. Bütün bildiğim bir resim albümünde onun için yazılmış kısa bir önsöz. Hayatına dair birkaç söz. Bu sözler bana o kadar yakın geldi ki, Rousseau’yu daha ayrıntılı tanımak için başka kitapları karıştırıp yeni şeyler öğrenmekten çekindim. Gereğinden fazla bilmekten korktum onun hakkında. Görünüşte Rousseau gibi yaşamak belki kolaydı; içim Rousseau gibi olmadıktan sonra neye yarar?

Rousseau dünyanın en büyük adamı. Ressam olanı. Onun yerine koyacak kimse bulamıyorum. İnanmış insan. Bugünlerde bütün meselem bu oldu. Saatlerce resimlerini seyrediyorum. Bir kusur bulamıyorum. Hakkındaki yazıyı tekrar tekrar okuyorum. Bir açık nokta bulamıyorum. Ressamların İsa’sı. Yapmacığın eseri yok onda. Ne hayatında ne de sanatında. Bu konuda yazmak zor. İnsan hissedebilir ancak. Bizde de böyle bir ressam olsaydı: onun gibi eşsiz bir kişiliği olan biri ya da bize göre bir Rousseau olsaydı canım."

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım