Keloğlan niye kel? Yahut metinler bize ne söyler
Her metin, muhakkak bir medeniyetin çocuğudur. Karşıtı da doğrudur; her medeniyet bir metnin çocuğudur. Nerede bir medeniyet varsa orada bir millet vardır, nerde bir millet varsa o milleti kuran metinler vardır.
Milleti millet yapan kültürlerin nesiller boyu aktarılması gerekir. Niçin? O milletin kendini başka milletlerden ayrıcalıklı kılan kültürel kodlarının devam ettirilmesi ve milletin öz benliğini koruyabilmesi için. Peki, kültür nasıl aktarılır? Mutlaka bir aktarıcı ile: Bunlar, büyük çoğunlukla; mimari, heykel, kilim, halı, müzik, halk oyunları, resim, giyim-kuşam, yemekler, ev-bahçe düzeni vb. pek çok başlıkta sayacağımız sanatlardır, zanaatlardır, yaşam biçimleridir. Bunlar milletleri milletlerden ayırırlar. Örnek mi?
Bizim, geleneksel mimari yapılarımıza bakın, camilerimizin köşelerinde kuş evleri vardır; mezar taşlarımızın kıyısında köşesinde su biriksin de kuşlar içsin, kuşlar içsin de biz de sevap alalım diye özenle yapılmış oyuklar vardır. Bizim kilimimizde, halımızda geleneksel bozkır ve göçebe hayatımıza ilişkin acıların, sevdaların, sevgilerin, özlemlerin ilmek ilmek işlendiği pek çok motifler vardır. Biz heykeli bir kültür aktarıcı olarak kullanmayı yeğlememişiz ama Batı medeniyeti heykeli hemen her kültürel unsurunun başat aktarıcılarından biri kılmış.
Biz tiyatroyu sadece geleneksel seyirlik oyunlarda görünür kılmışız. Ama Batı medeniyeti öylemi ya! Tiyatronun, tiyatroyla elele vermiş müzikal yapıların hayatlarında oynadığı rol bize göre çok çok farklı noktalarda. Bizim evlerimizde tuvaletler, yatak odalarında yatakların ayak uçları kıbleye doğru gelmez; bu fevkalâde saygısızlık kabul edilir. Bizde Kur'an belden aşağı tutulmaz, başının altına yastık gibi koyulup uyunmaz, Kur'an'a karşı ayak uzatılıp oturulmaz. Bütün bunlar milletleri millet yapan kodlardır, bunlar da bizim kodlarımızın bazıları. Şimdi soralım: Satın almak için ev arıyorduk, pek beğendiğimiz bir evin tuvalet taşları kıbleye karşı idi. Müteahhide sordum: "Neden bunları kıbleye karşı yaptınız, keşke böyle olmasaydı!" Yüzüme uzun uzun baktı, "Ne alâkası var?" dedi. Dedim ki: "Bizim kültürümüzde tuvaletler kıbleye, yani Mekke'ye, Kâbe'ye karşı gelecek şekilde yapılmaz, bu saygısızlık kabul edilir. Onu demek istedim" Bana dedi ki: "Yahu hocam ne tuhafsın! Mekke buraya üç bin kilometre uzakta, ne saygısızlığı..." Şimdi bu adam haklı mı? Kilometre hususunda haklı da bir kültürel koda bu kadar bigâne olmasıyla da haklı mı?
Masal deyip geçme!
En kötü hâllerimizden biri metinleri aşağılayan bir üslûbun âdeta bilinçaltımıza yerleştirilmesi! "Bana masal okuma, bana hikâye anlatma, bırak bu hikâyeleri, bana edebiyat parçalama, edebiyatı bırak, hariçten gazel okuma, bana felsefe yapma..." Allah aşkına daha okunacak ne kaldı! Okumanın bu kadar değersizleştirildiği bir toplumda okumayı sevdirmenin bir yolu nasıl bulanacak? Oysa masallar milletlerin kotlarının anahtarları. Yedi asır evvel Hz. Mevlana buyurmuş ki: "Hani çocuklar masal söylerler ya.. Fakat masallarda nice sırlar, nice öğütler vardır. Görünüşte saçma şeyler söylerler, ama sen onları masal sanma sakın. Bütün viranelerde define aramaya koyul!.."
Şimdi soralım: Masalların, milletlerin hayatındaki vazgeçilmez önemini Batılılar daha 18. yüzyıldan itibaren anladılar ve masal-kültür, masal-medeniyet, masal-çocuk eğitimi, masal-bilinçaltı vb. üzerine pek çok araştırmalar yaptılar. Biz hâlâ "bana masal okuma derken" yedi yüzyıl evvel masalın önemini fevkalâde kavrayan ve ona "hazine" diyen Hz. Mevlana'nın kaç fersah gerisindeyiz? Neden Batılılar Hz. Mevlana'yı anlayıp dinlediler de biz bu ulvî seslere bigâne kaldık? Her metin, muhakkak bir medeniyetin çocuğudur. Karşıtı da doğrudur; her medeniyet bir metnin çocuğudur. Nerede bir medeniyet varsa orada bir millet vardır, nerde bir millet varsa o milleti kuran metinler vardır. Bunlar destanlardır, masallardır, mesneviler, halk hikâyeleri, dini metinlerdir. Yine her metin bir milletin metaforlarıyla, simgeleriyle, kodlarıyla yazılır. Eğer kodlar karışırsa metinler, metinler karışırsa kafalar, kafalar karışırsa davranışlar, davranışlar karışırsa insanlar, insanlar karışırsa toplumlar, toplumlar karışırsa insanlık karışır ve bu da felâketlere davetiye olur. "Metinler milletlerin kodlarıyla yazılırlar" derken bunu süslü bir cümle olsun diye söylemiyoruz.
Örnekler verelim: Batı masallarında kadınlar, kızlar daima edilgendirler, işlevsizdirler; beyaz atlı prensin gelip kendisini kurtarmasını beklerler, çünkü kendileri kurtulamazlar. Batı düşüncesi kadına o iradeyi vermemiştir, çünkü asırlar boyu Batı felsefesinde kadın daima, tahrif edilmiş kutsal metinlerin yanlış yönlendirmesiyle, yasak meyveyi Âdem'e yedirmek suretiyle insanoğlunun cennetten kovulmasının sebebi olarak görülmüş, bu yüzden lanetlenmiş ve yine yüzyıllar boyu "Acaba ruhu var mı yok mu?" diye tartışılmıştır. Ama bizim masallarımız, halk hikâyelerimiz hiç de öyle değildir. Bırakın kadınların işlevsiz olmasını, Dede Korkut'ta kendisini görmeye gelen nişanlısı Banu Çiçek sınava tâbi tutar. Ona der ki, "Eğer Banu Çiçekle evlenmek istiyorsan seninle yarışlar yapacağız. Eğer beni at koşturmada, ok atmada geçer ve yapacağımız güreşte de yenebilirsen seninle evleniriz..." Dede Korkut'un tatlı anlatımıyla verelim bu bölümü. Banu Çiçek, Bamsı Beyrek ile karşılaşır, henüz birbirlerini tanımamaktadırlar bu yüzden Banu Çiçek kendisini Banu Çiçek'in hizmetçisi olarak tanıtır ve bu hâliyle Bamsı Beyrek'i sınava tâbi tutmak ister:
- "Yigit gelişün kandan?" diye sorar.
- Beyrek: "İç Oğuzdan."
- "İç Oğuzda kimün nesisin?"
- "Pay Püre Big oğlı Bamsı Beyrek didükleri menem."
Bu karşlılıklı konuşulmalarla birlikte Banu Çiçek kendini bildirmeden, "Gel imdi senün ile ava çıkalum, eger senün atun menüm atumı kiçerise anı dahı kiçersin ve hem senün ile oh atalum, meni kiçerisen anı dahı kiçersin ve senünile güreşlelüm, meni kiçerisen anı dahı basarsın." der. Beyrek onun bu isteklerini kabul eder. Batı masallarında böyle bir şey görebilir misiniz? Mümkün değil. Pamuk Prenses ölüm uykusundan ancak beyaz atlı prensin onu gelip öpmesiyle uyanabilir, Rapunzel, beyaz atlı Prensin onu gelip kurtarmasıyla ancak hapsolunduğu kuleden inebilir. Şimdi soralım bakalım: Mutlu olmak için hâlâ beyaz atlı Prens bekleyen bizim kızımız, bizim masallarımızın insanı mı yoksa başka masalların insanı mı? Bizim kızımız evlenmek için, özgüveni hat safhada olan cesur ve yiğit Banu Çiçek'in seçtiği yolu tercih etseydi acaba bugün nasıl bir toplum olurduk?
Keloğlan niye kel?
"Her millet kendi metinlerinin çocuklarıdır" dedik. Bu anlamda her milletin masalı ve masal kahramanı da o milletin prototipidir adeta. Şimdi bazı sorular soralım: Neden bizim masal kahramanımız olan Keloğlan'ın başı keldir? Babasından neden hiç bahsedilmez? Annesi neden çok cahil ve kabadır? Neden Keloğlan'ın kardeşleri yoktur? Keloğlan neden eğitimsizdir, okul okumamıştır? Nasıl olur da Keloğlan bunca cahilliğine, eğitimsizliğine, köylülüğüne, tecrübesizliğine, arkasızlığına, dayısızlığına, soylu-soplu olmayışına, yoksulluğuna rağmen bir şekilde hekimlerin iyileştirmediği hastaları iyileştirir, vezirlerin çözmediği sorunları bir çırpıda hâlleder, filozoflların içinden çıkamadığı muammaları hemencecik çözüverir, gidip de canlı olarak kimsenin dönemediği Kaf Dağı'ndan sihirli yüzüğü alıp güle oynaya gelir, canavarlarla baş eder, yedi başlı ejderhaları uysal koyunlara çevirir...
Tereyağından kıl çeker gibi nasıl bunca sorunun üstesinden nasıl gelebilmektedir? Ve nasıl olur da başvezirlerin bile evlenemediği padişahın kızıyla evleniverir, bu vesileyle hiçbir eğitimi olmamasına rağmen nasıl olur da ülkenin baş veziri olur, bir de devlet yönetir, hem de dillere destan adalet ve ehliyetle?.. Siz hiç kralın kızıyla evlenen ve böylece ülkesinde başbakan olan bir Batı masal kahramanı gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü böyle bir şey olamaz. Neden olamaz? Çünkü Batı masalları sınıflı toplumların masallarıdır ve masal kahramanı olan kişi de alelâde halktan biridir ve halktan biri olan, soylu olmayan bir kişi de devlet adamı olamaz, ülkenin yönetiminde bulunamaz, soyluluk belgesi-geçmişi olmadan idareci yapılmaz... İşte böyle. Metin ile hayat arasında ilişki var mıymış? Varmış. İşte bu anlattıklarımız yüzünden Batılı seyyahlar Osmanlı ülkesindeki idarecileri görünce dilleri yutuyor, bir türlü inanamıyorlardı. Neye? Halktan birilerinin nasıl olup da yönetici, devlet adamı olduğuna.
Çünkü Batı masalları sınıflı toplumların masallarıdır ve masal kahramanı olan kişi de alelâde halktan biridir ve halktan biri olan, soylu olmayan bir kişi de devlet adamı olamaz, ülkenin yönetiminde bulunamaz, soyluluk belgesi-geçmişi olmadan idareci yapılmaz...
Mesela şunun gibi: "İşsiz, faydasız, yalnız nüfuzlarıyla yer işgal eden büyük beyler sınıfı bilinmemektedir. Bir devlet büyüğünün oğlu veya yeğeni himaye edebilir fakat hiçbir surette hak sahibi olamaz. Yüksek memuriyetlerin çoğu, meslekleriyle iftihar eden çoban yahut köylü çocukları tarafından işgal edilmektedir. İmparator Ferdinand ve İmparator Maximillien'in büyükelçisi Ghislain de Busbec şöyle yazıyor: En iyi vasıfların tevarüsle alâkası olmadığına, iyi bir tahsil, çalışma ve gayret mahsulü olduğuna inanıyorlar." Şimdi bunları yazan seyyah aslında tam da Keloğlan'ı anlatmıyor mu? Veya Keloğlan'ı anlatan aslında Türk devlet idaresini, insan ve toplum yapısını, varlık sistemini anlatmıyor mu? Burada masal ile hayat birbiriyle örtüşmüyor mu? Şimdi gelelim Keloğlan niye kel meselesine. Bu bahis uzar gider. Eğer bu meseleyi öğrenmek istiyorsanız lütfen Kıyafetnameleri okuyunuz. Şimdi siz "O da ne ki?" mi diyorsunuz? Valla bize üç-beş kelime yazma sınırı çizdiler, her şey burada anlatılmıyor.
"Ninniler uyutmak içindir" mi dedin?
Anadolu hayatı malûm. Eski zamanlardan bahsediyoruz. Her işin insan gücü ile hâllolduğu çağlardan. Kadın evin her şeyidir; evde annedir, evin hanımıdır, mutfakta aşçıdır, tarlada işçidir, ahırda uzmandır, neredeyse yirmi dört saat ona yetmemektedir. Üstelik toplumsal konum gereği kaynanasının, kaynatasının yanında konuşamaz, pek müsaade edilmez; çoğunlukla aynı çatı altında görümceleri, eltileri, kayınları, kaynana ve kaynatası ile beraber yaşamak zorundadır. Peki, kadının özgür kaldığı bir yer var mıdır? Vardır ve o da çocuğuna ninni söylediği andır. Düşüncelerine pek de değer verilmeyen anne, ninni söylerken hemen bütün bilinçaltını serbest bırakır. Mesela şu ninni, annenin nasıl bir cenderede olduğunu ne güzel anlatıyor:
Ninni desem birim birim
Dert yürekte dürüm dürüm
Dört duvar sırrın örtüsü
Ben derdimi kime derim
Nenni kuzum sana nenni
Yaaa! Bakın şimdi, ninni söyleyen kimmiş? Dertleri yüreğinde dürüm dürüm katlanmış; dertlerini, sırlarını ancak duvarların bildiği ve bu dertlerini sıkıntıları, acılarını, hayallerini, kimselere diyemeyen annelerimiz! O zaman ninniler nedir? Ninniler annelerimizin dertlerinin, sıkıntılarının, insan, aile, toplum, din, yuva, elti, görümce, kaynana, kaynata, eğitim, ideal bir eş, ideal bir evlat vb. pek çok konudaki düşüncelerinin dışa vurumlarıdır. Annemiz ninniler aracılığıyla konuşur ve ideal toplumun kendince sırlarını verir bizlere. Ama biz çıkıp da ninniler için "uyutmak için söylenen dizelerdir" dersek, bir annenin gözünden sonsuz çeşitlilikte beliren bir toplumun sırlarını, hazinelerini çöpe atmakta değil miyiz?
Öyleyse şöyle diyeceğiz: Ninniler uyutmak için söylenmiyorlar, aksine uyandırmak için söyleniyorlar. Biz eğer bir başka milletin ninnisiyle bizim ninnimizi karşılaştırırsak ninnilerimizde nasıl bir ideal insan tipi çizdiğimizi hemen fark edeceğiz. Kimiz? Ninnilerimizin çizdiği tipleriz, aslında o kadar! Neymiş ninni? "Fakat ninni nedir? Anne, ev, dil, türkü sevgi, çocukluk, gelenek..." Sadece masallar, ninniler değil, deyimler, atasözleri, halk hikâyeleri, mesneviler, kasideler, destanlar, efsaneler, menkıbeler, dini düşünce ve hayatımızı anlatan dini metinler bizim millet sırlarımızın kapalı kutularıdır. O kutuları açmadan kendimizi tanıyamayız, yeniden inşa edemeyiz. Basit bir örnek vereyim:
Cem Karaca niye dönmüştü?
12 Eylül 1980 darbesi sonucu vatandaşlıktan çıkarılan sanatçılarımızdan biri de Cem Karaca idi. Sol düşünceye mensubiyetiyle gittiği (kaçtığı) Avrupa'dan rahmetli Özal'ın affı sonucu yurda ilahiler söyleyen bir derviş olarak dönmüştü. Herkes hayret etmişti o zamanlar, Cem'e ne olmuştu da bu kadar dönmüştü? Eski sol arkadaşları onu dönek olarak aşağıladılar ve hakkında linç kampanyaları düzenlediler. Cem Karaca'ya ne olmuştu da hidayete ermiş ve eski sol düşüncelerini terk etmişti? Bir TV kanalında kendisiyle yapılan söyleşide bu soruya samimi cevaplar vermişti. Anlattığına göre Cem Karaca, Almanya'da sürgünde iken sürekli bir kimlik bunalımı yaşar. Bir sohbet esnasında beraber konser verdiği diğer şarkıcı arkadaşları kendilerini "Protestan Alman", "Katolik İtalyan", "Ortodoks Yunan" olarak tanıtırlar. Sıra kendisini anlatmaya gelince şaşırır kalır. Kendisini birden "Müslüman Türk" veya "Türk Müslüman" olarak tanımlayamadığı söyler. Kendisini nasıl tanıtacaktır? "Kimsin?" sorularına cevap veremez. "Türk müdür?", "Müslüman mıdır", "Müslüman-Türk müdür?"...
Çünkü bütün bu sıfatlar o zamanki Türkiye'de, solculara göre faşist, dinci, gerici, yobaz sınıfların sıfatlarıdır. Cem Karaca bir gün bir şok daha yaşar. Bir konser sonrasında kendisine bir Alman tarafından bir soru sorulur: "Neden sizi alkışlayınca sağ elinizi kalbinizin üstüne koyup başınızı da sola eğiyorsunuz?" Bu soruya birden cevap veremez. Sonra geçiştirmek için der ki: "Bizi, bizi övenlerin övgülerini kalpten aldığımızı ifade için böyle yaparız." Alman cevabı alır ve gider fakat sorunun tasası Cem Karaca'ya kalır. Diyor ki: "Alman gidince beni aldı bir düşünce. Acaba bu hareket nereden geliyordu? Sonra bir araştırma yaptım ve bu jestin Mevlevîlikten geldiğini öğrendim. Tiyatrocu Toto ve Muammer Karaca'nın oğlu olan ben Cem Karaca'nın ve ailemizin Mevlevilikle hiçbir ilişkisi yoktu. Öyleyse bu hareket bana nasıl intikâl etmişti. Sonra anladım ki, jestler, mimikler, davranışlar milletin derin kültüründen geliyor ve bütün millete sirayet ediyordu ve bunun da temel kaynakları dini düşüncelerdi..." Allah, Cem Karaca'yı kurtarmak istemişse muhakkak onda ilahi nefeslerden bazı kaygılar taşıdığı gördüğü içindir.
Cem Karaca'nın bu derin idrake varması milleti oluşturan unsurların kılcal damarlarına inen yapıları çözdüğü içindir. Ve milleti millet yapan o kılcal damarlar, o milletin asırlar boyu oluşturduğu adına edebiyat dediğimiz yazılı ve sözlü hazinede gizli-saklı duruyor. O hazinelere girilmeden o millet çözülemez, kurulamaz, ihya ve inşa edilemez. "Anadolu'nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka türkülerden girmelidir" diyen Tanpınar, hikâyesinin kurgusunu çok beğendiği birine "hikâyen güzel ama biz burada yoğuz" der. O zaman o kişi "Anadolu'yu karış karış tanıdığını, Anadolu insanını çok iyi bildiğini ama yazmaya sıra gelince bunları bir türlü yazamadığı söyler ve bunun sebebini Tanpınar'a sorar. Tanpınar'ın cevabı; bizim olan büyük romanımızın, büyük hikâyemizin, millî ve o vesileyle de evrensel sinemamızın, o büyük şiirimizin niye olamadığının da cevaplarından biridir: "Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşuyor. Tıpkı bizden evvelkiler gibi." Bir gün Frenk kitaplarından değil de bizim kitaplardan yazmaya başladığımızda bambaşka şeyleri konuşuyor, yazıyor olacağız. Bir gün kameralarımızla Frenk gözlerinden değil de bizim gözlerimizden baktığımızda bambaşka hikâyeler anlatıyor olacağız.
- Mevlâna, Mesnevî, (Çev: Veled İzbudak, Gözden Geçiren: A. Gölpınarlı), MEB. İstanbul 1991, C:III, s. 221.
- Sinan Gönen, "Dede Korkut Hikâyeleri'nden Günümüze Yansıyan Evlilik Âdetleri" http://turkoloji. cu.edu.tr/HALKBILIM/sinan_gonen_evlilik_adetleri_ dede_korkut.pdf
- Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü,(Çev, Orhan Yüksel), M.E.B yay. , İst. 1992, s.76
- Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Dergah Yay., İstanbul 1978, s. 246.
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay., İstanbul 1996, 2. Baskı, s. 63