Kefernahum’dan yayılan insanlık çağrısı

Zira her kul bu dünyada göçebe ve geçici değil mi?
Zira her kul bu dünyada göçebe ve geçici değil mi?

Kefernahum’dan yayılan insanlık çağrısının; genelde dünyadaki, özelde ise ülkemizdeki ırkçı ve faşistlerin zihinlerini değil belki ama kalplerini yumuşatmaya vesile olmasını diliyoruz. Çünkü yumuşayan kalplerin zihinleri de değiştirdiği kimi örneklerden bilinen bir husustur. Bir de şu: Mülteciler ve göçmenler, hepimize yetecek kadar geniş olan bu Allah’ın arzında, refah içinde ve huzurlu bir şekilde yaşamayı hak eden bizim gibi kullardır.

“Ben acı çeken çocukların sözcülüğünü yapıyorum…” - Yönetmen Nadine Labaki-

Mültecilik, BM’nin 2017 raporlarına göre, İkinci Dünya Savaşı sonrası en yüksek boyutlarına ulaşmış ve günümüzde yakıcı bir sorun olarak insanlığın önündeki en önemli meselelerden. Savaş ve işgaller sonucunda ortaya çıkan göç şartları, Türkiye gibi bu şartlardan etkilenen pek çok ülkenin toplumsal ve siyasal hayatında problemlere sebep olmaktadır.

Oscar, BAFTA ve Altın Küre’ye aday filmlerden biri olması hasebiyle; dünyada da mültecilik ve mülteciliğin beraberinde getirdiği sorunların yeniden gündeme gelmesine ve başka bir açıdan konuşulmasına vesile oldu.


Bu problemler, son yıllarda lince, şiddete, ölümlere varacak ırkçı davranışlara evrilmiş durumda. Türkiye’de genelde milliyetçi/ırkçı ve de kimi sol çevrelerin beslediği ve şiddete dönüştürdüğü mülteci ve göçmen sorunu tartışıladursun; 2019 yılında ülkemizde gösterime giren Lübnanlı oyuncu, senarist ve yönetmen Nadine Labaki’nin Kefernahum filmi, mültecilerin yaşadığı yoksulluk, maruz kaldıkları ayrımcılığı beyaz perdeye başarılı bir şekilde taşımasıyla adından oldukça söz ettirdi ve ettiriyor. Cannes Film Festivali ile Antalya Uluslararası Film Festivali’nde aldığı ödüller nedeniyle ve Oscar, BAFTA ve Altın Küre’ye aday filmlerden biri olması hasebiyle; dünyada da mültecilik ve mülteciliğin beraberinde getirdiği sorunların yeniden gündeme gelmesine ve başka bir açıdan konuşulmasına vesile oldu.

Nadine Labaki, daha önce de, çektiği toplumsal meselelere parmak basan Karamel (2007) ve Peki Şimdi Nereye (2011) gibi filmleriyle iyi bir çıkış yakalamış başarılı bir yönetmen. Yönetmenin son filmi Kefernahum, Beyrut’un gecekondu mahallerinde gerçek mekânlarda çekilmiş olması, oyuncularının amatör ve film karakterlerinin gerçek hayattan seçilmiş oluşuyla yeni gerçekçilik akımının başarılı bir örneği olarak değerlendiriliyor. Filmdeki bu gerçekçilik damarı, mülteciler ve göçmenlerin, yoksulluk ve acılarını izleyiciye hissettirmede etkili bir araç. Bunun yanı sıra; bu “duyguyu seyirciye iyi geçirme” çabasının da, mülteciler konusunda bir duyarlılık oluşturma kaygısından geldiğini belirtmek gerek. 12 yaşındaki Suriyeli Zain’in gerçekte de Lübnan’a savaştan dolayı Dera’dan göç etmiş olması, filmdeki annesinin gerçek hayatta da on altı çocuklu yoksul bir ailenin annesi olması, Habeşistanlı Rahil’in Lübnan’da yaşayan ve filmin gösterime girmesinden sonra gözaltına alınan bir mülteci olması, filmi gerçek hayata yaklaştıran önemli detaylar.

Filmdeki bu gerçekçilik damarı, mülteciler ve göçmenlerin, yoksulluk ve acılarını izleyiciye hissettirmede etkili bir araç.
Filmdeki bu gerçekçilik damarı, mülteciler ve göçmenlerin, yoksulluk ve acılarını izleyiciye hissettirmede etkili bir araç.

Ek olarak; mahkeme ve cezaevi sahneleri dışındaki mekânların tümüyle gerçek mekân olması ve belgesel tarzına yakın çekim teknikleri de filmle gerçek hayatın sınırlarını flulaştırarak filmin anlatım tarzına hizmet ediyor. “Kefernahum” ismi, filmin hikâyesi ve değindiği yakıcı sorunlarla da birebir ilgili. Kefernahum; kargaşa, kaos ve cehennem demek… Ve aynı zamanda İncil’de geçen lanetli bir şehrin de adı. Yönetmen ve senarist Labaki, birden fazla sorunu; dramları, acıları mekânla özdeş kılarak sahneye yansıtmada o denli başarılı olmuş ki, mültecilerin yaşadığı hayat için izleyiciye adeta, “Buyrun, işte size cehennem!” dedirtiyor. Kimi zaman izleyiciyi ağlatıyor, kimi zaman öfkelendiriyor kimi zaman da izleyicinin sorumluluk hissiyatını şahlandırıyor… Nasıl mı? Bazen yoksulluğun kol gezdiği gecekondu mahallerini yukardan çekip çoğu zaman görmezden geldiğimiz insanların yaşam şartlarını tüm çıplaklığıyla gösterip bize bir vicdan tokadı çarpıyor.

  • Bazen de karakterlerin sûretlerini yakın plandan gösterip onların yaşadığı acıyı karakterin yüzünden beyaz perdeye, oradan da koltuklardaki izleyiciye boca ediyor. Bu sayede izleyicinin film karakterleriyle kurduğu özdeşlik, bir vicdani yüke dönüşüyor.

Filmin konusundan ve karakterlerinden bahsetmek gerekirse: 12 yaşında, hiç okula gitmemiş, evin en büyüğü olan Zain, oturdukları derme-çatma evin sahibinin bakkal dükkânında çalışan, asi ruhlu bir o kadar da merhametli bir çocuk. Babası, hastalığından ötürü çalışamayan, evin kirasını ödeyemeyen ve ev idaresini üstlenemeyen bir adam. Anne ise, Sahar isimli 11 yaşındaki kızını kira ve bakkal borcundan dolayı bakkal sahibinin oğluna gelin olarak vermek zorunda kalan, yer yer acımasız; bazen de çocuklarına mutlu bir hayat kuramadığı için vicdan azabı çeken alt sınıftan Lübnanlı bir kadın. Filmdeki en çarpıcı sahnelerden biri olan kız kardeşin borç karşılığı verilme sahnesinde Zain, kardeşinin beş tavuk ve de borç karşılığında verilmesine isyan edip durumu engellemeye çalışır fakat başarılı olamaz.

Ben acı çeken çocukların sözcülüğünü yapıyorum.
Ben acı çeken çocukların sözcülüğünü yapıyorum.

Kız kardeşinin bakkala satılmasından sonra Zain evi terk eder. Daha sonra kız kardeşinin doğum yaparken öldüğünü öğrenip bakkalı bıçaklar. Sonra da mahkeme salonlarına ve cezaevine düşer. Film de zaten mahkeme salonundaki duruşma sahneleriyle başlıyor (filmin yönetmeni, senaristi bu sahnelerde Zain’i savunan avukat rolündedir ve kadının statüsünden, doğurganlığının sebep olduğu yoksulluktan dem vurarak, aile kurumunu oryantalist bir bakışla eleştirir). Sinemadaki geri dönüş teknikleri ile yönetmen, Zain’in evden kaçışını, diğer mülteci Rahil ve bebeği Yonas’la karşılaştıktan sonra verdikleri amansız ve acı yüklü mücadeleyi de anlatarak hikâyeyi ilerletiyor.

  • Zain’in evden kaçtıktan sonra yolunun kesiştiği karakter olan Rahil ise, oturma ve çalışma izni için sahte belge düzenleyip bebeğiyle yaşamaya çalışan Habeşistanlı bir başka mültecidir. Rahil birgün kaldığı baraka evden çıktıktan sonra polislerce yakalanır ve cezaevine düşer.

Bu noktadan sonra Zain, artık Rahil’in bebeği Yonas’a da bakmak zorunda kaldığı için hem küçük bir baba, hem mülteci hem de bir çocuktur. Ancak karşılaştığı zor şartlar karşısında sergilediği tutum onu zamanla bir yetişkin kılacaktır.

Zain’in bebeğe bakma sürecinde yaşadığı zorlukları, ayakta kalma mücadelesindeki kararlılığını, direnci ve dinmeyen öfkesini oldukça iyi canlandıran başrol oyuncusu, filmi neredeyse tek başına sırtlamış diyebiliriz. Zira kendisi de Lübnan’da bir mülteci, yoksul ve benzer dramları bizatihi yaşıyor. Rolü ve gerçek hayatı arasındaki benzerlik muhakkak onun oyununa da yansıyor. Filmin yapım aşamasında yönetmenin oluşturmaya çalıştığı sahici atmosferi sağlayabilmek için yoğun araştırmalar ve gözlemler yaptığını biliyoruz. Nitekim Labaki bir söyleşisinde

“Ben acı çeken çocukların sözcülüğünü yapıyorum. Üç yıl boyunca Beyrut’ta kaçak göçmenlerin yaşadığı gecekondu semtlerinde, tutuklama karakollarında, çocuk hapishanelerinde araştırma yaptım. Filmimdekiyle aynı şartlarda yaşayan 16 çocuklu bir kadın tanıdım, çocuklarından altısı ölmüştü, diğerlerini yetimhaneye terk etmişti. Zain gibi kimlik kartı olmayan sayısız çocuğa rastladım. Fakirlikten ve açlıktan öldüklerinde kimsenin haberi olmuyordu. Gerçekler acıdır evet, ama ben ırkçılığın göçmenlere verdiği tahribatı da gördüm” şeklindeki sözleriyle, filmlerinde bu tür toplumsal konulara eğilme nedenlerini adeta özetlemiş gibi.

Rolü ve gerçek hayatı arasındaki benzerlik muhakkak onun oyununa da yansıyor.
Rolü ve gerçek hayatı arasındaki benzerlik muhakkak onun oyununa da yansıyor.

Ancak filmin bu gerçekçi ve başarılı yanlarına rağmen, bazı temel eksiklik ve kusurlarının olduğunu belirtmeden geçmemek gerekir. Zorunlu göç, yoksulluk ve insan kaçakçılığı gibi sorunların kaynağı olan dikta rejimlerine ve emperyalist devletlerin savaşlara yol açan işgalci politikalarına yönelik ne direkt ne de dolaylı bir mesaj vermiyor oluşu, filmin en sorunlu yanıdır.

Filmde havalanan savaş helikopterlerini gösteren bir sahne var ki, bu sahne bu denli ağır ve derin sorunlar karşısında cılız ve oldukça üstünkörü kalıyor. İkinci olarak ise, filmdeki şu sahne oldukça dikkat çekici: Duruşma sahnesinde hâkim Zain’e “Anne-babana neden dava açtın?” diye soruyor ve Zain “Beni doğurdukları için!” şeklinde bir cevap veriyor. Hâkim sormaya devam ediyor: “Peki, onlardan ne istiyorsun?” ve Zain şöyle cevap veriyor: “Bir daha dünyaya çocuk getirmemelerini…”Zain’in hâkime verdiği cevaplar; farklı ülkelerde mülteci olarak yaşayan, çocuklarının ve kendilerinin nüfusta kaydı bile olmayan, adeta yok hükmündeki ve yoksulluğun pençesindeki ailelere dönük “bakamayacaksanız çocuk yapmayın” minvalinde suçlayıcı ve yargılayıcı bir mesaj içeriyor.

Tüm mülteci sorunlarının sebebini kadının doğurganlığına ve aile planlaması meselesinin önemine indirgeyen bu sahne, filmin genel çabasıyla örtüşmeyen problemli bir söylem barındırıyor. Tüm bu eksik kalan yönlerine rağmen, Kefernahum’dan yayılan insanlık çağrısının; genelde dünyadaki, özelde ise ülkemizdeki ırkçı ve faşistlerin zihinlerini değil belki ama kalplerini yumuşatmaya vesile olmasını diliyoruz. Çünkü yumuşayan kalplerin zihinleri de değiştirdiği kimi örneklerden bilinen bir husustur. Bir de şu: Mülteciler ve göçmenler, hepimize yetecek kadar geniş olan bu Allah’ın arzında, refah içinde ve huzurlu bir şekilde yaşamayı hak eden bizim gibi kullardır. Zira her kul bu dünyada göçebe ve geçici değil mi?