KEDİ MERDİVENİ

KEDİ MERDİVENİ
KEDİ MERDİVENİ

“Doğu böyledir Hamidim, Batı’da bir yaprak düşse o yaprağı düşüren rüzgârı Doğu’da arar Batılılar ve o rüzgârı cezalandırmak için Doğu’nun tüm göğünü ateşe verirler.” demişti, dedem.

“Söz gelimi senin ilk oyuncağın, çocukluğuna dair hatırladığın ilk koku, mavi rengin senin için ne ifade ettiğini bilmek isterim.” diye sordu adam yanındaki kıza. Hamid, gözlerini kırpıştırarak arka koltuklarda oturanlara baktı. Akabinde ise kulak misafiri olduğu bu soruları düşündü.

Tren sola sapmıştı. Uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı ovada cama başını yasladı. Bir müddet sağ tarafta yükselen karlı tepeleri izledikten sonra gözlerini yumdu Hamid.

Trenin raylarla kesişme sesi ninni gibi indi üstüne. Adamın sorularını düşündü bir kez daha. “Keşke duymasaydım onu.” dedi. Kabuk bağlaması için yıllarca çocuk parklarından dahi geçmeyen bir yarayı hangi hakla kanatmıştı, bu herif.

İlk oyuncağını hatırlayamadı. Çocukluğuna dair hatırladığı ilk koku ise, cila kokusuydu sonra bahçelerindeki pembe güllerin rayihası... Ne zaman lokantaya gitse, dedesi hemen bir boyacı çağırıp kunduralarını boyatırdı Hamid’in. Boyacı, cila kutusunu açtığı zaman kokusunu içine çeker, kendisini büyük bir adam olarak gördürdü.

Uyumaya gayret ettikçe yığınla şey üşüşüyordu zihnine. Hamid kendi kendine anlatmaya başladı. İçindeki sağır adam bunları duymalıydı.

Genç yaşta ölmek, bir ihtimalden daha fazlasıdır her zaman, buralarda evladım.” demişti, dedesi. Orası Afganistan’dı.

“Dedem, babam ve eniştem Kâbil’de bir lokanta işletiyorlardı. Ben okuldan arta kalan zamanlarımda lokantaya gidip yardım ederdim onlara…

  • Çocukluğuna dair hatırladığı ilk koku ise, cila kokusuydu sonra bahçelerindeki pembe güllerin rayihası...

İngiltere’de okumak en büyük hayalimdi. Zaten amcam da yıllar önce oraya yerleşmişti. Amcam Kâbil’e bizi ziyarete geldiğinde dedem açmıştı mevzuyu kendisine. Saçlarıma dokunup ‘Olur elbette, Hamid yeter ki çok çalışsın.’ demişti. O günkü sevincimi nasıl anlatmalı…

Kâbil’deki bütün kitapçıları dolaştım ertesi gün. İngiltere’yi anlatan kitaplar satın aldım, harçlığım yettiğince. Bir yandan da tüm gücümle İngilizce çalışmaya başladım. Kedi merdiveni yaptım bir tane, okulda öğretmenimiz öğretmişti. Ona baktıkça gülümsedim. Gülümsedikçe geleceğin çok güzel olacağını düşündüm.

Sonra 11 Eylül oldu. Devasa binalara çarpan uçakların televizyondaki görüntüsü.

O gün dedem bu olayın taa bize kadar uzanacağını söyleyip dualar ettiğinde çok şaşırmıştım. ‘Dünyanın bir ucunda olan şey nasıl diğer ucunda kendi halinde yaşayan insanları etkileyebilir dede?’ diye sormuştum.

‘Doğu böyledir Hamidim, Batı’da bir yaprak düşse o yaprağı düşüren rüzgârı Doğu’da arar Batılılar ve o rüzgârı cezalandırmak için Doğu’nun tüm göğünü ateşe verirler.’ demişti, dedem.

Lokantamızın önünde patlayan bombanın babamı, eniştemi ve kuzenimi aldığı gün anlamıştım dedemin korkusunu. O gün büyümüştüm. Onlara doğru düzgün bir mezar bile yapamadık. Evde kadınlar doğru düzgün ağıtlar bile yakamadılar. Her taraf ateş her taraf düşmandı.

Sokakta yürürken rastgele açılan ateşte ölmeyi kanıksamıştı insanlar ve nerde, ne zaman patlayacağı belli olmayan bombalar...

  • Bahçedeki pembe güllere bile kurşun değmişti. Aklımızı yitirmemek için sarıldık dedemle birbirimize.

Dedemle omuz omuza verip dükkânı onarmaya çalıştık. Okulu bırakmıştım. Zaten okul filan da kalmamıştı ortada. Sabah ezanıyla beraber arka yollardan gidiyorduk lokantaya. Önce Taliban kesiyordu yolumuzu, nereye gittiğimizi soruyordu, dedemin cebindeki üç kuruş parayı da onlara veriyorduk. Lokanta tarafına geçtiğimiz zaman ise Amerikan askerleri dikiliyordu karşımıza, bir ton sorgu sual… Şansımız yaver giderse akşama kadar evdekileri doyuracak kadar bir şeyler kazanıp dede- torun evin yolunu tutuyorduk. Tabii sabaha kadar süren silah sesleri, evimizin yakınlarına düşün roketler, uçak sesleri...

Evimizin olduğu bölge Taliban’ın, lokantanın olduğu taraf ise Amerikan askerlerinin kontrolündeydi, iki cehennem arasında bir cennet arayıp durmanın artık mümkün olmadığını kavradığım gün yaşlı bir çocuk olmuştum.

Eylül ayının ilk günleriydi, sert bir rüzgâr esiyordu Kâbil’de. Sabahtan beri hiçbir yerde bomba patlamamıştı. Şaşılacak şeydi. Derin bir sessizliğin kucağındaydık. Ama çok sürmedi. Akşama doğru Taliban’ın olduğu taraftan korkunç sesler gelmeye başladı. Sokakta sağa sola koşturanlardan öğrendiğimiz kadarıyla Taliban kontrol ettiği bölgeye Amerikan askerleri girmişti.

Dura kalka, saklana saklana iki saate vardık mahalleye. Mahallenin her yanından dumanlar yükseliyordu. Evimizin olduğu tarafa doğru koşmaya başladı dedem. Ben de peşinden. Dedem başını iki elinin arasına almış ‘Hoda’ ‘Hoda’ diye bağırıyordu. Evimizin yıkıntıları arasında annemin, halamın ve ninemin cesetlerini bulmamız zor olmadı. Bahçedeki pembe güllere bile kurşun değmişti. Aklımızı yitirmemek için sarıldık dedemle birbirimize. Kız kardeşlerim Leyan ile Züleyha kayıptı. Karşı kaldırımda komşularımızın cesetleri… Şimdi gül kokusunun eksik olmadığı mahallemizin her yanından kan kokusu yükseliyordu.

Dedem o günden sonra her an, Hz. Eyyub’un sabrını anlatıp durdu. Beli iki büklümdü artık. Ben ise kim olduğumu, bunların gerçek olup olmadığını bile idrak etmekten uzaktım. Ardımızda; yıkık bir ev ve yüzlerce mezar bırakıp kaçtık.

Kıyamet neden kopmamıştı hâlâ? Kopmuştuysa, şimdi Londra’da bisikletini sürerken iştahla dondurmasını yiyen çocuğa niye dokunmamıştı bu kıyamet?

Amerikan askerlerinin kontrolünde, Kâbil’e on beş-yirmi kilometre uzaklıkta bir yere getirdi bizi, babamın arkadaşı. Burası büyük boş bir araziydi. Arazinin başında da küçük yeşil boyalı bir kulübe vardı. Dedem bu tarlanın bizim olduğunu söylediği vakit artık ömrümüzün geri kalan kısmını burada geçireceğimizi anladım.

Felaketlerin ardından dedem ile iki yaren olmuştuk birbirimize. Sadece ölü değildik, yaşıyor muyduk bilmiyorum. Dedem secdede Allah’a sığınıyordu hep. Tarlaya bir şeyler ekmeye niyetlendik bir süre sonra. Kaldığımız kulübeyi de toparlamıştık. Huzurluyduk ve şaşkındık. Çünkü Afganistan’da huzurlu olmak diye bir şey yoktu artık. Daha fazla bedel lazımdı.

Amerikan yüzbaşısının kulübemizin kapısına dayandığı gün bu bedeli ödememizin zamanı gelmişti…”

Tren yeni bir makastan saptı; camlar, koltuklar sarsıldı, Hamid uzaktaki dağlara bakıp sessiz sessiz anlatmaya devam etti.

“Bu Amerikalı yüzbaşı dedemden tarlada haşhaş yetiştirmesini, her hasat dönemi mahsulü kendilerine vermesini istiyordu. Bunun karşılığında burada bize kimse dokunmayacaktı. Dedem tereddüt etmeden bu teklifi kabul etse de, namaz sonlarında nasıl tövbeler edip Allah’tan af dilediğine şahit oldum çok kez.

Birkaç yıl böyle geçip gitti. Dedem Amerikalıların istediği gibi tarlada haşhaş yetiştiriyor hasat zamanı geldiğinde beraber mahsulü toplayıp Amerikalı yüzbaşıya veriyorduk. Günlük yiyeceğimizi bulmak için kendimi Birleşmiş Milletler’in, Kızılhaç’ın ve diğer ülkelerden gelen yardım ekiplerinin kurduğu çadırlara atıyordum, her gün. En azından birinden bir kutu yardım alabiliyordum, yiyecek bulamadığımız zamanlarda Amerikalıların kulübemize yakın bir noktada kurdukları karargâhlarına gidip onlardan yemek istiyordum. İşlerine yaradığımız için genellikle eli boş dönmüyordum. Dedemin de, benim de aklımızda Leyan ve Züleyha vardı. Savaşın tanımı; bu iki güzel çocuktu, elbette toprağa çiçek gibi ekilen anaydı, babaydı en çok.

Bir akşamüstü çadırlardan yemek bulamayınca karargâha yemek almaya gittiğim vakit gördüm Züleyha’mı. Üç Amerikan askeri, küçücük kızı sorguya çekiyorlardı, bahçeye kurdukları kamelyada. Kapıdaki askerlere ‘O benim kardeşim.’ dediysem de dinletemedim, koşup dedeme haber verdim. Zavallı adam sakat ayağını tutarak, topallaya topallaya ardıma düştü. Ne kadar yalvarsak da Züleyha’yı vermediler.

Züleyha onlar için bir teröristti, Taliban’a yapılan operasyonda yakalanmıştı.

Züleyha gözlerime baktı uzaktan, o masum yeşil gözlerinde neler neler gördüm, anlatsam dağ yıkılır, ateş söner, denizler kurur. Çaresiz ve perişan bir halde eve döndük. Ben Züleyha’yı istiyordum. Kardeşimi orada bırakamazdım. Dedem bir daha karargâha yaklaşmamam için yalvardı bana. ‘Bunlar için insan öldürmek nedir ki torunum, beni bırakma bu kara dünyada. Gitme oraya bir daha.’ diyordu.

Her gün karargâha gidip uzaktan da olsa Züleyha’yı görmeye çalıştım. İki askerin konuşmasını duydum o gün, benim olduğum taraftaki ağacın altına oturmuş sigara içerek Züleyha hakkında iğrenç şeyler konuşuyorlardı.

Gözlerim karardı. Kalbime bıçak saplandı. Bağırdım, yandım, soyuldu derim. Sigara içenlerin üstüne atıldım, elimdeki sopayı birinin omzuna indirdim. Sonrası karanlık!

Gözlerimi pislik kokan bir hücrede açtım. Her tarafım yara bere içindeydi. Ağladım halime, halimize, saatlerce...

Dedem yalvarmış askerlere, ‘Onsuz tarlada çalışamam.’ demiş. Dört gün sıçan deliğinde alıkonulduktan sonra, bıraktılar beni. Birkaç gün sonra tekrar kapıya dayandı iki asker. Beni bir kez daha sorgulayacaklarını söylediler. Dedem yalvarıp yakarsa da dinlemediler. Bana işkence etmeleri canımı yakmıyordu. Ama Züleyha… Ona dokunmamalılardı artık.

Karargâhın kapısından içeri girdiğim andan sonrasını bilmiyorum, gözlerimi açıp kendime geldiğimde beyaz ve kirli bir çadırın içinde, sedyenin üstünde olduğumu anladım. Ecza kokuyordu içerisi, göğsünde mavi davud yıldızı olan kısa boylu doktor geldi yanıma. Tiksinç bir gülümsemeyle; ‘İyisin, iyisin.’ dedi. İki gün o çadırda yattım…”

Karşı koltukta oturan adamın horlamasıyla beraber çıktı, geçmişten Hamid. Elini böğrüne, olmayan böbreğinin üstüne koydu. İlk istasyonda inip bir bankta oturdu. İlk oyuncağını hatırlamıştı. Bir kedi merdiveniydi. Ellerini yüzüne kapatıp hüngür hüngür ağladı…

Tren rayları keserek sola kıvrılıp gözden kayboldu.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım