Kayıp adres
Şu karşıki bina vav gibi hafif öne eğilmişti mesela; yanında dikilen elif kılıklı medreseye arzuhâlini anlatmaktaydı sanki. O iki binanın tam ardındaki minare ise meraklı bakışlarla gözlerini dikmiş izlemekte idi bu iki yabancıyı.
- Şiir telini bu köhnemiş sarayda söz uduna bağlayalı nice zaman geçti. Her an yeni bir ezgi ile inliyorum Eski hikâyelerden söz ediyorum her an
- (Salman ve Absal- Molla Câmî)
- Buradan içeri gir ve burayı yönetmiş bulunanların öyküsünü öğren! onlar göçüp gittiler; benim kulelerimin ardında dinlenecek zamanı ancak buldular ölümle gölgeler gibi dağıldılar
- (Binbir Gece Masalları 341. Gece'den)
Gündüz vakti lapis lazuliden oyulmuş bir kubbe misali yükselen gök, şimdi latif sırma işlemeli bir tülün ardında silikleşmişti. Gün yitip giderken, yaşamın gelip geçiciliği ile ilgili çok şey söylenebilir elbette. Bir akşam vakti, eğer bir yolcuysanız tılsımkâr bir şehirde; aklınıza bir sürü dize üşüşüverir birdenbire ölüm üzerine. Nerden sökün ettiğini anlayamadan kapılır gidersiniz kerpiçten ve tuğladan örme duvarların arasında gezinen gazellerin büyüsüne. En az 2500 yaşındaki Hiva'nın İncil'deki Nuh'un oğlu Sim tarafından kazılmış olan Heyvak kuyusunun etrafında kurulduğu rivayet edilir. Bir zamanlar karanlık bir tarihe de şahitlik etmiş; İpek Yolu'ndaki en büyük köle pazarlarının kurulduğu şehir olarak nam salmışsa da hayat ağacının meyvelerini olgunlaştıran ilmin güneşi bu topraklarda ışımıştır. Hayrı şerden ayıran yaşamın hassas terazisi burada tartmıştır iyiyi ve kötüyü nice zaman. İnsana sonsuz bir anlam yükleyen Yaratıcı'nın rukyesi şehrin ihtiyar duvarlarına nakşolmuştur.
Hiva'nın esrarlı yüzü, şehri bir esvap gibi saran Karakum Çölün‘den havalanan çöl tozları ve güneş ışıklarının etkisi ile gün batımında dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir altın rengine bürünür. Hayret içinde, Timurlu döneminin minyatürlerinin birine bakarken buluverirsiniz kendinizi. İlahi nakkaşın boyadığı o bulutsuz silme altın gökyüzü başınızın üstünde yükselir alabildiğince. Revnak da Bin Bir Gece Masalları'nın yılan kavi sokaklarını andıran bu sokaklarda ayaklarına karasular inene kadar dolaşmış; Pehlivan Mahmud Medresesi'nde dinlenirken tilavetle okunan Kuran-ı Kerimi dinlemiş ve nihayetinde aşınmış sarı taştan dik merdivenleri tırmanıp Akshi Bobo'nun tepesinde soluğu almıştı. Şehrin Kunya-ark kalesinin kerpiç duvarlarının üstünde iki kademeli bir ayvan yükselir. Bu kulenin Akshi Bobo (aşık yaşlı adam) ve Akshih Bobo (beyaz şeyh) olmak üzere iki adı vardır.
Bu isimlerin verilmesinin hikâyesi şimdiki zamanlarda bir sır olsa da ilk ismin nereden geldiğini kule Revnak'a söyleyecekti. Akshi-Bobo'dan baktığında tüm Hiva düşsel bir kent gibi gözler önüne serilmişti. Dört başı mamur minareler, alçak gönüllü turkuaz kubbeler şehrin bağrından göğe yükseliyordu. Dingin bahçeler, tuğladan evlerin misafirperver düz çatıları ve turkuaz renkli işlemeleriyle medreselerin peştakları baş döndürücü bir güzellikteydi. Revnak, rüzgâr yüzünü okşarken gözlerini kısıp batıya doğru yayılan Karakum Çölü'nün üstünden batmakta olan güneşe baktı. Akşam melteminin etkisiyle serinlemişti ortalık ama kerpiçten örme heybetli duvarlar hâlâ güneşin sıcaklığını taşıyordu. Aşağıda, iç avluda bir şenlik hazırlığı vardı. Rengârenk geleneksel kıyafetleriyle bir sürü dansçı akşam sunacakları gösterinin provasını yapıyordu. Turistler bu neşeli kalabalığın çalışmasını izlemeye dalmıştı.
Aşağıdaki hengâmenin uğultusu süre dursun; kulenin tepesinde çöle doğru uzanan enginlik ise mezarlıklardakine benzer evrensel bir sessizliği içinde taşıyordu. Sürüler hâlinde uçan sığırcıklar ve duvara tünemiş bir kumrudan başka kimsecikler yoktu kulede. Zaman, Salvador Dali'nin tablolarındaki saatler gibi eriyip akmaya mı başlamıştı, nedir? Birden hangi yüzyılda olduğunu unutuverdi. Sadece aklında geçmişine dair garip sorular kalmıştı. Nerelerde dolaştım, neler düşündüm, nelere öfkelendim, nelere sevindim, hangi söz yordu kulaklarımı, hangi yaşanmışlık kuruttu içimdeki hayal dergâhını? Revnak, nicedir hayal kurmayı unutmuş, içindeki hayalhanenin kapısına kilit vurmuş; yaşamın beyhude akışında ruhu kireç tutmuştu. Nicedir bir fabrikanın ürün şeridinde seyreden bir mamül gibi yaşayıp gidiyordu hayatını. Bu şehir anahtara dönüşüveren suretiyle genç kızın siretinin kilitli kapılarını bir bir açıyordu şimdi. Yaşamının kiri pası akıp gidiyordu üzerinden Hiva güneşinin ışıklarında yıkanırken.
Kulak kesildi, arkasında biri bir şeyler mırıldanıyordu. Şiir miydi bu? Sözler hoş bir rayiha gibi hayali bir gülabdandan dökülüyordu sanki. Arkasını dönüverdi ve onu gördü. Genç adam havanın saydam sayfasından okur gibi uzaklara bakarak okuyordu gazeli. Bu yüzü hatırladı birden. Şehrin bazı köşelerinde karşılaşmıştı bu simayla. Bir görünüp bir kaybolmuştu şehrin sokaklarında. Bu meçhul adam nasıl olmuştu da peyda olmuştu arkasında. Gülümseyen çekik gözler Revnak'ın boncuk gözleriyle buluştu. Bir an kalbi hop etti, göğsünden fırlayıp kalenin surlarından düşecek gibi oldu. Delikanlı dizeleri tekrar mırıldandı. Özbekçe bir şiirdi bu. Anlayamıyor hissediyordu. Kelimelerden müteşekkil bir âlem belirmişti şimdi önünde. Harfler saçılmıştı dört yana. Kiril, Latin, Arap, Fars bütün harfler inci taneleri gibi dağılmıştı ortalığa. Şu karşıki bina vav gibi hafif öne eğilmişti mesela; yanında dikilen elif kılıklı medreseye arzuhâlini anlatmaktaydı sanki. O iki binanın tam ardındaki minare ise meraklı bakışlarla gözlerini dikmiş izlemekte idi bu iki yabancıyı.
Öylece kala kaldı. Sanki kulenin bir parçası oluvermişti. Bedeni ne kadar hareketsiz ise benliği de o kadar devingen ve pür telaştı. Bir iki kelime çıksaydı ya ağzından. O ağız lâl kesilmişti. Delikanlının gülen yüzü ile karşılaşma umuduyla tekrar ardına baktı. Kimsecikler yoktu. Kalbinde bir sarsıntı oldu. Sandı ki Ashki BoBo yıkılıp yerle yeksan oldu. Bir an büyük bir hüzüne gark oldu. Kalkıp otele dönmek için kıpırdandı. Bütün keyfi kaçmıştı. Tam kalkıyordu ki 10-12 yaşlarında bir erkek çocuğun elinde oymalı ahşap bir kutuyla yanına yaklaştığını fark etti. Çocuk aşağıdaki gösteride görev alıyor olmalıydı. Üstünde eski zaman kıyafetleri vardı. Elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatmaya çalıştı ve üstünde Simurg oyması olan mat maundan sandığı kıza uzattı. Kız gayri ihtiyari sandığa uzanıp aldı. O elindekine bakarken şaşkın şaşkın, çocuk çoktan ortadan yok olmuştu.
Merakla sandığın üstündeki oymayı inceledi ve ardından da usulca incitmekten korkar gibi, sır dolu bir el yazmasını açar gibi kapağını araladı. İçinden ipekten yapılma bir kâğıt çıktı. Kâğıdın bir yüzüne Afzal-al Huseyni'nin iki aşığı tasvir eden minyatürü nakşedilmişti. Aşıklardan erkek olan teslimiyetle kolunu sıyırıp kadına uzatmıştı. Kadın elindeki ateşle adamın kolunu dağlarken, adam uysal bakışlarla kadına bakıyordu. Dağlamanın Safavi döneminde aşıklarca uygulanan bir teslimiyet ifadesi olduğunu okumuştu bir yerlerde. İpek yapımı Semerkant kağıdının diğer yüzünü çevirdi. Buraya, şehrin küçük bir planı çizilmişti. Bazı yolların üstüne kırmızı mürekkeple çizgi çekilmişti. Kuleden çıkan bu kan kırmızı çizgi yılan kavi sokaklarda ilerliyor ve bir evin girişinde son buluyordu. Kız kutuyu çantasına yerleştirdi. Kâğıdı tutan eli terlemişti. Kalbi çarpıyor, içi içine sığmıyordu. Merak deryasında kürek çekmeye başlamıştı bile.
Sırt çantasını omzuna takıp ayağa kalktı. Yıkık merdivenlerden aşağı inip kırmızı çizgiyi takibe başladı. Hediyelik eşya satıcılarının tezgâhlarında akşam meltemi ile usul usul salınan ipek eşarpların yanından geçti. Meçhul bir şehirde sona ermekte olan günün bin bir ayrıntısına pür dikkat kesilerek, elindeki haritanın izinde sokakları arşınlıyor; tam kaybettim derken bulduğu heyecanın taptaze keyfini sürüyordu. Okul çıkışı banklarda oturmuş birbirleri ile şakalaşan öğrencilere gülümsedi. Adresi onlara gösterdi. Çocuklar birbirlerine baktılar. Ona kendi dillerinde bir şeyler anlatmaya çalıştılar ama anlayamadı. Gülümseyerek yanlarından ayrıldı. Kırmızı çizgiyi takip etmeye devam etti. İnşaallah yakınlaştım dedi. Ama bir türlü kırmızı çizginin girdiği son sokağa ulaşamıyordu. Karşısına çıkan bir banka bıraktı kendini.
Ne yapacaktı şimdi? Çocukların yüzündeki şaşkınlık ifadesini hatırladı. Elindeki kâğıda baktı, kırmızı çizgiyi gözleri ile izledi. Biri onunla oyun mu oynamıştı? Eğer öyleyse bu çok acımasızcaydı. Sonra bir şey fark etti. Bir sokak. Nasıl olmuştu da daha önce görememişti onu. Yerinden kalkıp günün iyice solan ışıklarında ilerlemeye başladı. Uzaktan yeknesak bir ezan sesi duyuluyordu. Yatsı okunuyordu. Antik şehrin eski ve tozlu yollarında hayali bir kızıl çizgiyi takip ederek geçirmişti son saatlerini. Yorulmuştu. Susamıştı. "Az kaldı" dedi gayretle. Kalbi yerinden çıkacak gibi çarpmaya başlamıştı yine. Kâğıdı arandı. Ceplerine baktı. Yoktu. Çantasına mı koymuştu? İçinde bir kuşku filizlendi? Yoksa? Çok iyi hatırlıyordu. Bankta otururken elindeydi. Sokağı bulmanın heyecanıyla orada unutmuş olacaktı. Bankın olduğu yöne doğru seğirtti. Koşmaya başladı. Esinti ya kâğıdı sürüklediyse diye içine bir korku düşmüştü. Nihayet nefes nefese az önce oturduğu yere vardı. Yoktu. Gitmişti.
Az ilerdeki çöp tenekesi çarptı gözüne. Kız çarnaçar çöpe doğru ilerlerken, oyma ahşap çerçeveler satan bir seyyar satıcı çıka geldi. Adam hevesle elindeki güzelim çerçeveyi sallayarak fiyatını söylüyor, bir yandan da aklı başında görünen bu genç kadının çöp tenekesini neden karıştırmaya başladığını anlamaya çalışıyordu. Kızın ise kimseyi görecek hâli yoktu. Telaşla oraya buraya bakıyor, yer yarılmış da içine girmiş olan kâğıt parçasını arıyordu.
***
Tüm bu hengâmenin az ötesinde, dertli dertli kaldırımları süpürmekte olan bir çöpçü vardı. Ataniyaz efendi, dünya başına yıkılmış olduğu hâlde bir yandan çalı süpürgesiyle yerleri süpürüyor bir yandan da söyleniyordu. Bugün karısının doğum günüydü. Ve bu tamamen aklından çıkmıştı. Dükkânlar kapanalı çok olmuştu. Eve nasıl eli boş gidecekti? Dertli dertli mırıldanırken, güçlü bir rüzgar esiverdi, başındaki doppisini uçurdu. Yerde yuvarlanarak kaçan başlığa doğru atıldı. Doppiyi yakalayıp ait olduğu yere başının tepesine oturturken, ayaklarının dibinde duran bir parça kâğıdı fark etti. Her zamanki miskin ve bıkkın hâliyle eğilip aldı. Alır almaz da ölü balık gibi bakan gözleri parlayıverdi. Kâğıdı ilgiyle evirdi çevirdi. Başını kaldırıp sağa sola baktı, incin top oynuyordu. Tekrar baktı kâğıda. Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Gülsara'ya vereceği hediyeyi bulmuştu nihayet. Bu akşam çıkacak çıngardan ve ömür törpüsü karı dırdırından onu koruyan Allah'a şükretti. Yarın ilk iş gidip Pehlivan Mahmut Medresesi'nde iki rekat namaz kılacaktı. Az önce yanından geçen satıcı arkadaşı Hacimurat, geldi hatırına, çok uzaklaşmış olamazdı. Ondan oymalı güzel bir çerçeve alıp resmi güzelce içine yerleştirdi miydi, tamamdı. Semerkant işi ipek kâğıdı özenle cebine yerleştirip, çalı süpürgesi elinde Hacimuratın'in gittiği yöne seğirtti.
***
Hacimurat'ın yanına vardığında, yaşlı satıcıyı çöp tenekesini karıştıran bir turist kızı hayretle izlerken buldu. "Parasız kalmış yiyecek bir şeyler arıyor herhâl," diye düşünüp kederlendi tüm saflığıyla. Ardından, elinde kıza satmaya çalıştığı çerçeveyi tutan Hacimurat'a yöneldi, kız orada eşelene dursun onlar bir güzel pazarlık yaptılar. İhtiyar satıcı, bir torbaya koyup çerçeveyi Ataniyaz'ın eline tutuşturduktan sonra parayı da alıp cebine yerleştirdi. İkisi de telaş içinde oraya buraya koşturan kıza üzgün gözlerle son kez baktılar. Vedalaştıktan sonra evlerinin yolunu tuttular.
***
Revnak'ın hayalleri suya düşmüştü. Başını iki elinin arasına alıp oturdu. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, güzel gülüşlü çekik gözlü adamın Hiva'nın sokaklarında yitip gidişini hayal etti.
***
Ataniyaz, eve gider gitmez Semerkant'ın el yapımı ipek kağıdını çerçeveye yerleştirdi, üstünü değiştirip mağrur bir edayla sofraya oturdu. Acemice paket yaptığı hediyesini Gülsara'ya uzattı. Kadın, paketi açtı merakla, resmi inceledi, yüzü hafif pembeleşti, diz dize oturmuş iki sevgilinin minyatürüne uzun uzun baktı. Aşkın nişanı olarak, kadın erkeğin kolunu dağlıyordu.