Katolik bir düşünce provokatörü: Carl Schmitt

Carl Schmitt
Carl Schmitt

Schmitt, dost-düşman ayrımının "tarih boyunca" bütün insan topluluklarında yapılmış olduğunu, bu ayrım temelinde gelişen bazı pratiklerin ortak amacının da bir düşman ilan ederek içeridekileri ve son kertede mevcut siyasal birliği korumak olduğunu iddia eder.

NEYİ, NASIL DÜŞÜNDÜ?

Yirminci yüzyıl siyaset ve hukuk felsefesi dendikte ilk akla gelen isim hiç kuşkusuz Carl Schmitt'tir. "Siyasal"ı "dost ve düşman ayrımı" olarak niteleyen tanımı ve bu tanım doğrultusunda geliştirdiği liberalizm eleştirisi ve bakış açısıyla yirminci yüzyılda siyaset felsefesini yeniden ayağa kaldırdığı iddia edilebilecek olan Schmitt'in, kullandığı; siyasi ilahiyat, karar, olağanüstü hâl, istisna, partizan, güçlü devlet, normal düzen hukuku, nomos gibi kavramlarıyla da sık sık gündeme gelir. Schmitt'in Türkçeye Parlamenter Demokrasinin Krizi, Siyasal Kavramı, Siyasal İlahiyat, Partizan Teorisi, Kara ve Deniz, Hamlet ya da Hekuba: Zamanın Oyuna Baskını, Hukuki Düşüncenin Üç Türü, Roma Katolikliği ve Politik Form, Kanunilik ve Meşruiyet adlarıyla belli başlı tüm kitaplarının çevrilmiş olması 1990'lardan itibaren tekrar canlanan yoğun ilginin bir sonucudur elbette.

"Siyasal olan nedir?" sorusuna cevabı siyasal olanı iktisadi, toplumsal, dinsel vs. düzeylerden ayrıştırarak bulmaya çalışan Schmitt'e göre "Siyasal eylemleri ve güdüleri indirgeyemeyeceğimiz siyasal ayrım, dostla düşman arasındaki ayrımdır." Schmitt için "siyasal olanın tanımı, yalnızca özgün siyasal kategorilerin tanımıyla elde edilebilir. İnsan düşünce ve eyleminin ahlâkî, estetik ve iktisadi olan görece bağımsız amaçların tersine, siyasal-olanın kendi ilkeleri/kıstasları vardır ve bu kıstaslar kendilerini karakteristik bir şekilde ortaya koyarlar." Ahlâki olanın kıstasını iyi-kötü, estetik olanınkini güzel ve çirkin, iktisat için gerekli kıstası "rekabet", hukuk kıstasını "yasal" olarak belirleyen Schmitt, bu kıstasların "siyasal"ı niteleyecek dost-düşman ayrımıyla ilişkili olmadığını da bilahare vurgular. Schmitt, "etik alanda iyilerle kötüleri araştırırken iktisadi hayatta rekabet eder, estetik alanda güzele yönelir, çirkine sırtımızı dönerken hukukta yasal olan normları oluştururken siyasal gerçeklikte ise bizden olanlarla bizden olmayanları dost-düşman olarak ayırarak var oluruz" şeklinde yaptığı ayrımı ve bağımsızlaştırmalarını dile getirir.

Schmitt, dost-düşman ayrımının "tarih boyunca" bütün insan topluluklarında yapılmış olduğunu, bu ayrım temelinde gelişen bazı pratiklerin ortak amacının da bir düşman ilan ederek içeridekileri ve son kertede mevcut siyasal birliği korumak olduğunu iddia eder. Esasen, Schmitt için siyasalın devletten (yani "modern" devletten) önce geldiğini, yaptığı dost-düşman ayrımının kişisel nefretler ve sevgilerle bir alakasının olmayıp tamamen topluluklara ilişkin geliştiğini vurgulamak gerekir. Bu ayrım, belki Hobbes'un "hemen herkesin birbiriyle savaş içinde olduğu doğal durum"uyla değil, aksine insanın var olduğu ilk andan itibaren bir topluluk içinde yaşadığı olgusuyla kavransa yerinde olacaktır. Kişisel dostluk ya da düşmanlıkların bu açıdan Schmitt'in bahsettiği "dost-düşman" ayrımını kıstası olarak görebileceğimiz siyasal ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur.

O toplulukların oluşumundaki dostluk-düşmanlık olgusunu "siyasal" addeder; ki bu anlamda düşman da illâki yok edilmesi gerekli bir unsur değildir; kendisiyle savaşılan ‘düşman'la barış anlaşması da imzalayabilirsiniz; icap ettiğinde "ticaret" yapılabilir ya da "ittifak" edilebilir- tabii ki çıkar birliğinden dolayı ittifak edilmiş olsa bile onun ‘düşman' olduğu asla göz ardı edilmez. Schmitt için "Siyasal düşmanın varoluşsal anlamda en yoğun hâliyle başka bir varlık ve yabancı olması yeterlidir." Doğrusu siyasal bakımdan kalıcı, ebedi düşman olmadığı gibi, düşmanın ‘kişisel' özelliklerinden de söz edilemez. Egemeni olağanüstü hâle karar veren merci olarak niteleyen Schmitt'in bütün modern siyasal kavramların öyle ya da böyle bir şekilde teolojinin sekülerleştirilmiş kavramları olduğunu iddia ettiğine de dikkat etmek yerinde olacaktır. Siyasal teorinin egemeni bir nevi teolojinin tanrısı gibidir bu anlamda. Olağan akışın dışında, bir yerde mucizevi addedebileceğimiz olağanüstü hâle karar verenin de bu anlamda egemen olarak tanımlanması şaşırtıcı gelmez.

Çoğu yorumcu Schmitt'in egemenlik teorisinde hukukun uygulanmasına dayanan normal dönemlerin egemenliği ile normlar dünyasına aşkın, hukuk düzeninin ötesinde bir karar alma anı olarak ortaya çıkan siyasal egemenliğin birbirinden ayırt edildiğine işaret eder. Schmitt için asıl egemenliğin siyasal olanda ortaya çıktığını söylemek bile gereksizdir: "Özelinde ya da genelinde geçerli hukuku askıya alma yetkisi, egemenliğin fiili olarak en önemli belirtisidir." Schmitt, böylelikle siyasalı devlete öncel kabul eden düşünmesiyle hukuki egemenlik ile siyasal egemenlik arasında modern devlete içkin bir çelişkiyi de dolaylı olarak gündeme getirmiş olur: Devletin hukuk düzeniyle onu önceleyen, aşan ve zaman zaman bu hukuk düzeniyle çatışan bir siyasi düzey. Liberalizme ve parlamentarizme yönelik sert eleştirileri, tarihsel bakımdan kuşatıcı ve kavrayıcılığı güçlü perspektifi ve tespitleri, din, kültür, hukuk ile siyaset felsefesinin düşünmesinde oynadığı farklı rollerle sarih ve ne söylediğinin yeterince farkında olan bir filozof kimliği çizen Schmitt'in düşünme kariyerinde farklı dönemlerin olması çok tabiidir.

NEREDE DÜŞÜNDÜ?

Kendisine 'Tu quis es veya 'Sen kimsin?': 'Bir solipsist', 'Nietzscheci bir nihilist' ya da 'Nasyonal Sosyalizmin par excellence peygamberi' veyahut Hans U. Wehler'in deyimiyle 'müphem bir kıyamet çağında bir düzen fanatiği' mi?' diye sorup "Hristiyan Epimetheus'un biçare, utanç verici ve hatta otantik örneği" şeklinde bu soruyu cevapladığını bildiğimiz Carl Schmitt, özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında ileri sürdüğü düşüncelerle seçkin bir konuma gelir; ama biyografisinin en ilgi ve tepki çekici yanı elbette Nazi oluşu ve handiyse yine kendi deyimiyle iradesinin "Alman Halkının nomos'u" olduğunu düşündüğü Hitler hayranlığıdır. Kimi yorumcular onu "yirminci yüzyılın Hobbes'u", kimileri ise "yirminci yüzyılın Donoso"su olarak selamlasa da kendi ifadesiyle "jus publicum europaeum'un son bilinçli temsilcisi" olan Schmitt'in bir anayasa hukukçusu olarak politik felsefeye yönelik ilgisini daha 1920'lerden itibaren göstermeye başlayarak eser verdiğini biliyoruz.

Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya'nın yaşadığı sosyal ve politik çalkantıların Schmitt'in düşüncelerinin oluşumunda etkisi büyüktür. Özellikle egemenlik konusuna yaklaşımında sürekli Weimar Cumhuriyeti (Birinci Dünya Savaşı sonrası) Almanya'sının 48. maddesi sürekli göz önündedir. Bu madde devlet başkanına politik birliği ve düzeni sağlaması için gerektiğinde (yani istisnai durumlarda) kullanmak üzere sınırsız yetkiler tanıyan bir maddedir. Ki Schmitt'in kendisi de bir gazete yazısında 1934'te yaşanan ve literatürde Uzun Bıçaklar Gecesi olarak bilinen olayı değerlendirirken anayasanın bu maddesine değinerek Hitler'i över. Nazilerin iktidara ilk geldiği sıralarda Nazi karşıtlığı ve Yahudi dostlarının sayısının çokluğu sebebiyle endişeli olan Schmitt önce Nasyonal Sosyalist Parti'ye üye olur, ardından Hitler hükümetinin çeşitli komisyonlarında görev alır ve Hitler'in Kronjurist'i (baş hukukçu) olarak anılır.

Ancak 1937'de fırsatçı ve kurnaz bir Katolik olduğu gerekçesiyle, partiden ve partiyle ilişkili tüm konumlardan tasfiye edilmesine de engel olamaz. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Nürnberg'de yargılananlar arasında yer alan ve üniversitede ders vermesi yasaklanan Schmitt, 1950'de Uluslararası Avrupa Kamu Hukukunda Yeryüzünün Nomosu adlı son büyük eserini yazar. Bismark'ın kültür savaşı döneminde doğan; kendini orijin, gelenek ve kültür olarak Romalı addeden; iki dünya savaşı ve sayısız çatışmayı gözlemlemiş Schmitt'in eğitiminin ilk yıllarından itibaren Protestan Almanya'da Katolik kökeni sebebiyle yaşadığı ruhsal ve fikri dilemmaların eserinde de izleri aranırsa bulunabilir.

NEYİ DEĞİŞTİRDİ?

Siyasalın iktisat, ahlâk, hukuk, siyaset vb. alanlardan özerkliği vurgusu kısmen Alman fikri geleneğinde yaşanan bilimlerin otonomisi tartışmasıyla yakından alâkalı ise de en temelde on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla, gerek siyaset ve gerekse de hukukta yaygın pozitivist ve liberal anlayışlara karşı Schmitt'in elini güçlendiren bir koz olmuştur. Siyasalın özerkliğini diğer alanların ve özellikle ekonominin otonom bir alan olduğuna dair geliştirilen liberal iddiaların karşısına koyarak ahlâk alanına özgü "kişisel düşman" (inimicus) ile "kamusal düşman"ı (hostis) ayırt eder. Şair Theodor Däubler, filozof Ernst Jünger, Dadaist yazar Hugo Ball vb. yakın dostları yanında Max Weber, Walter Benjamin, Martin Heidegger gibi tanınmış sosyolog, eleştirmen, filozoflarla da ya sohbet arkadaşıdır ya da mektuplaşır. (Walter Benjamin'in mektuplaşmalarını gün ışığına çıkaran Theodor Adorno, Benjamin-Schmitt yazışmalarını gizlemeye çalışsa da özellikle Alman Tragedyasının Kökeni adlı ünlü tezinde Benjamin'in Schmitt'in düşüncelerinden yararlandığı, yine ünlü Şiddetin Eleştirisi Üzerine yazısında da Schmitt'i üstü kapalı olarak eleştirdiği gösterilebilir.)

Siyasal kavramıyla siyasallığın pozitivist bir şekilde ‘siyaset bilimi' adı verilen bir disiplin içerisinde ehlileştirilmesine engel olup siyaset felsefesine tekrar itibar kazandırdığını düşünebileceğimiz Schmitt'in düşüncelerinin itibarı 1945'te İkinci Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte onun savaş öncesinde Nazilerle ilişkili pozisyonu sebebiyle azalmış görünür. Buna karşın kendini jus publicum europaeum'un, yani Avrupa kamu hukukunun son bilinçli temsilcisi olarak niteleyen Schmitt'in düşünceleri özellikle 1990'larda, Soğuk Savaş'ın bitmesi, Avrupa Birliği tartışmaları sırasında tekrar ele alınmaya başlanır. Kapitalizme karşıt bir perspektif geliştirebilmeye imkân tanıyan bu düşüncelere ve Avrupa Birliği'ni araştıranlara ilginç gelen görüşleriyle çağdaş düşüncede başta Jacques Derrida, Slavoj Žižek, Giorgio Agamben gibi birçok sima Schmitt'in yaklaşımlarıyla tartışır sık sık eserlerinde.