Kasımpatılar neden nisanda açar?

Kasımpatılar neden nisanda açar.
Kasımpatılar neden nisanda açar.

Belki de yalnız sözlük okuyarak unuttuğumuz kelimeleri, kelimelerin derinindeki manayı, mananın ördüğü hikmeti yakalamaya çalışmalıyız. Zira bir dem, bir an, bir nefes öncekiyle aynı insan bile değiliz.

Kasımpatılara gelmeden önce anlatmam gereken başka şeyler var. Ekinoks yaklaştığına göre, 21 Aralık itibariyle geceler daha fazla uzamayacak, günler uzamaya koyulacak. “Müneccimle muvakkit ne bilir,” diyecekler, “müptelay-ı gama sor kim geceler kaç saat?” Kış kapıyı kuvvetle çalarken kar yağmasını bekleyecek pencerenin garantisi altındakiler. İsmet Bey şiirini mırıldanarak: “Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı / Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.” Uzaklardan, derin bir inilti mi yoksa rüzgârın esintili bir mırıltısı kestiremediğimiz bir tok ses, adım adım yaklaşarak köşeyi döndüğünde narayı basacak ve gırtlağındaki hırıltı kimseye sepeti aşağıya sallandırmayacak olsa da bir eski zaman masalı sunacak: “Booozaaa!”

Mevsimin boyadığı, donattığı, aynı yirmi dört saatin başka iklimlerde başka meşgalelerle inşa ettiği bir anlam dünyası içinde devinip duruyoruz. Durup düşünmüyoruz. Durup düşünsek de topyekûncu tavırla yaz insanı, kış çocuğu, sonbahar hastası gibi tek tip bir imaja dayanıyoruz. Çamurdan rahatsız, üşümekten korkan, sıcaktan bunalmak istemeyen, sürekliliği yalnız memnuniyetsizlik üretmek olan yeni bir insan tipi bu. Hormonları mevsimlere, gün ışığına maruz kalışına, yediği meyvelere göre değişip duran insan, kedinin kışa girerken tüylerini uzattığını, bahardan çıkarken tüylerini öbek öbek döktüğünü görmesine rağmen kendini stabil bir forma sokmaya çalışıyor. Stabil olan yalnız nekroz üretir oysaki.

Kasımpatılara geleceğim hayır unutmadım. Ama önce anlatmam gereken şeyler var, kusura bakmayın. Uzayan lafa da tahammülü yok zamane insanının biliyorum. Yolun burasından sonra bizimle devam etmeyecek olanlar için kasımpatılar yerinde dursun, hâlâ duruyorsa.

“Carpe diem” diyerek haz ikliminde gezmeye dayanak üreten bilinç, Horatius’u okumamış, evet ilk defa duymuş olanlar için bu dizenin sahibiydi o. “Momento mori” diye devam etmişti oysaki. Ölümlü olduğunu bil! Dem bu demdir, diyen derviş ile bir ayna akisi miydi yoksa? Dem, ne geri sarılabilen, daha nefesle heceyi bitirirken yenisine girdiğimiz, akışını durdurmaya muktedir olmadığımız şeydi. Dem, an, nefes. Zamanı milimetrik parçacıklara bölebilseydik başka ne isimler verebilirdik. Ele gelmeyen, tutulamayan, devredip duran, dairesini tamamlayan.

Buraya kadar yeterince serseri mayın saçtıysak şimdi ilmeklerden geçirerek zihin tuzağını kurabiliriz. Pazartesi sendromuyla haftanın ilk gününü kendine zehir edenler kusura bakmasın ama haftanın günleri çok zaman evvel kaymıştı. İlk düğmesini yanlış iliklediğimiz gömleği sonuna geldiğimizde düzeltmek için artık çok geçtir. Olsun yine de doğrusunu bilmek hakkımız. Çünkü aslında ne günler ne tatiller böyleydi. Hepsi karıştı.

Kabul edilenin aksine haftanın ilk günü pazartesi değil pazardı. Pazar’ın, etimolojik olarak geldiği yer Farsça bazar yani alışveriş yapılan yer. Demekti ki, hâlâ bütün ülkede semt pazarlarında alışveriş yapılan sergili alanlar var. Alışveriş üzerinden hafta başladığı için ardınca dinlencenin olduğu gün uzun müddet pazarın ertesi olan pazartesiydi. Salı, Arapça sls’den türemişti ki yevm-i selase yani üçüncü gün demekti. Çarşamba desen, farsça çehar (dördüncü) şenbe (gün).

Esnaf, dükkânının önüne iki tabure bir minik sehpa atmış. Zar elde şakırdaya şakırdaya pulların arasında devindi de gelirse istediği o dörtlü zar, pul pulun üstüne şak yapıştırılır haykırılır: “Pencüse severler güzeli gencüse!” Pençesinden kim kurtulur gayri onun! Pençe; Farsça beşli şey, yırtıcı hayvan eli, penç; beş. Perşembe, penç şenbe yani beşinci gün. Cuma zaten adına sure inen, Müslüman erkeklerin cem olup haftalık gündemlerinin hoca eliyle kendilerine verildiği gün. Cuma, cem olma günü, cumartesi cumanın ertesi.

“Ne yapalım yani etimolojiyi?” derseniz, siz bilirsiniz ama haftanın elbet bir dinlenme günü olacaktı lakin neden pazar şimdi? Batı’nın dayatması diyerek kolaya kaçmadan biraz daha önceki devirden devam edelim. Çünkü bir vakitler bizde dinlenme günü pazartesiydi. Sonra medreseliler için cuma da eklendi. Sonra salı. Haftada üç fazlacaydı da Yahudiler cumartesi, Hıristiyanlar pazar günü tatil yapınca kim kimi nerede ne zaman bulacağı iyice çorba oluverdi.

Tatili de es geçmeyelim. Arapça “ṭl” kelimesinden gelen tatil, atıl etme, boş bırakma, salma anlamı taşır. “Tatile mi ihtiyacımız var, istirahata mı?” diye bir çengelli soru daha bırakıp devam edeyim. Zira atıl etme ne kadar ihtiyacı karşılar, istirahat yani nefes alma, dinlence, rahat etme ne kadar kıymetli, kıyasını yapmak okura kalsın. Amma ki unutmayın, insan kelimelerin derin anlamını bilir, farkında olmasa da. Bilinçaltı ona göre şekil alır. Biz Âdem evladıyız, kelimeler öğretilerek meleklerden üstün kılınmış bir babanın evlatlarının soy yoluyla aktarılan bir irfan iklimi de var. Onun için bazı hislerin adı dilimizin ucunda olur da o an çıkaramayız. Sandığın çok altında kalmış bir eşya gibi. Hadi bu da burada dursun, biz devam edelim.

Bilinen en eski “tatil” sebt günü. Cuma gün batımından cumartesi gün batımına kadar çalışmamaları istenen Yahudiler, cuma ve pazar günü olmayan balıkların cumartesi koyları doldurduğunu görünce yine nefslerine uyarak sebt gününü de ihlal etmişlerdi.

“İki günü bir olanın zararda olduğu” bir buyruk altında hayatlarını ikmal eden Müslüman için başka bir beldeye giderek tebdil-i mekân (mekan değiştirme) vardı, manzarası hoş yerlere giderek tenezzüh (arınma) vardı, teneffüs (nefeslenme) vardı. Böyle ferahlardı. Kuşdili çayırı, Haydarpaşa sahili, Çamlıca’daki Millet Bahçesi, Göksu ile Küçüksu arasındaki mesire, Kâğıthane Deresi, Surdışı köyleri, Sütlüce mezraları halkın mevsimi geldiğinde kayıkla, koçu arabasıyla bir uzandığı yerlerdi. Bulgurlu’da temiz havaya, Kartal’da sayfiyeye (yazlığa) çıkmak adettendi.

Sonra İngiltere’de kutsal pazartesi başladı. Pazar günü ayine gidenler, pazartesi adı konulmamış bir tatil ürettiler kendilerine. Sendikalar talepler. Ve nihayet günlük çalışma saatleri düşürüldü ama pazartesi iş günü oldu. Sonra Henry Ford, Amerika’da cumartesiyi tatil yaptı çalışanlarına. Daha çok dinlenme daha verimli çalışma üretecekti. Ve yaygınlaştı cumartesi ve pazardan oluşan hafta sonu: Week-end. Haftanın bitişi.

Tanzimat’tan sonra (1826) memurlara resmi tatil günü cuma olarak ilan edildi. Mektepler perşembe günü de tatil yaptı. 1924’de genç Cumhuriyet cuma gününü okullar, devlet daireler ve dükkânlar için resmi tatil günü olarak ilan etti. 1935’de resmi tatil günü pazara alındı. Cumartesi 13’den itibaren tatildi. 1974’te cumartesi de tam günü resmi tatil olarak değiştirildi ve günümüzdeki uygulama ortaya çıkmış oldu.

Zaman bir olgu olarak Antik dönemde ve İslam medeniyetinin altın çağında defalarca fikri tartışmaya açıldı. Varlık olup olmadığı sorgulandı. Sanayi devrimi öncesindeki Avrupa’da yeniden canlanan felsefe okullarıyla zaman yeniden sorgulandı. Çağları bir cetvele oturtup kronolojiyi kalın çizgilerle keserek dönemlendirme yaparak anlaşılır kesitler üretilmeye çalışıldı. Ama bir mevsimin bir diğerine keskin bir geçiş yapmadığı gibi zamanı tanımlayan ve zamana renk veren -zamana hükmeden diyemeyiz hayır- her fikir de başka bir devrin içinde neşet etti esasen.

Postmodern dönem bir hülyalar kumpanyası kurdu. Postruht bir evren anlayışı, skolastik ile bilimin bir arada olduğu ama ikisinin de putlaştırıldığı; iddiaların yüzeysel, savunucuların sloganda kaldığı yeni bir kaos üredi. Panzehirine muhtaç olduğumuz bir zehir, hormonlu zihinleri “elde edilmesi mecburi olan bir konfor için ulaşılması gereken hız” imajına inandırarak, ekranın teyidine muhtaç, hafızada tutmak yerine aygıta yaslanmış, sayıların çarkında ezilen bir insan tipolojisi üretiyor. Yürüdüğü sokaktaki mevsim dönüşümünü göremeyen, baktıklarından fark ettiği bir şey varsa yalnız beğeni alabilecek olduklarını paylaşan, hissetmeyi unutmuş, tat alma duyusu zayıflamış, sürekli elinde olmayana öykünen, inancını sorgulamanın dibine dinamit koymak olduğunu zanneden yahut inancına körü körüne bağlı ama hikmetin manasını dahi bilmeyen, işlev meraklısı, ilgi budalası bu yeni insan tipini görseydi Tanpınar kitabını yeniden kaleme alır mıydı acaba? “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır.”

Baştaki soruya şimdi dönebiliriz o halde. Kasımpatılar neden nisanda açar? Hayır, açmaz. Kasımpatının kasım ayında çiçeklerini patlattığı için adının öyle olduğunu düşünmeyecek kadar yüzeyseliz maalesef. Bilenlerse, “Nisanda da mı açıyormuş?” diyerek başlığın manipülasyonuna kurban gittiler belki. Laf ola beri gele. Her şey her zaman olmayacak. Bir durumu yahut olguyu dört mevsime yaymak isteği, dört mevsimi aynı kılma iştahı bir azman olarak gündüzlere, karabasan olarak gecelerimize çöktüğünden beri herkes uykusuz, herkes başka bir şeyin kendisinde olmadığı için mutsuz. Belki de yalnız sözlük okuyarak unuttuğumuz kelimeleri, kelimelerin derinindeki manayı, mananın ördüğü hikmeti yakalamaya çalışmalıyız. Zira bir dem, bir an, bir nefes öncekiyle aynı insan bile değiliz. Bir şeyin saati gelmiş olabilir, lakin vakti gelmemiştir belki.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım