Karakterler buluşurlar kendilerini yazacak bir yazar ararlar

Suat Köçer
Suat Köçer

Politik, sanatsal, sosyolojik veya psikolojik olsun bir şekilde hayatımıza tanıklık eden, sızan her şey hayatımızın bir parçası oluyor.

Suat Köçer; film festivali direktörlüğünden televizyon programcılığına, sinema yazarlığından öykücülüğe kadar pek çok alanda çalışmalarına devam ediyor. Münferit Bir Olay ise Köçer'in ilk romanı. Kendisi ile Ketebe Yayınları'ndan çıkan Münferit Bir Olay ve sinema üzerine konuştuk.

Münferit Bir Olay dördüncü kitabın. Öncesinde de sinema ve öykü kitapların var. Herkes seni sinemacı olarak tanıyor ama yazıyorsun da aynı zamanda. Hem sinema hem yazarlık nasıl gidiyor?

Daha çok sinema gidiyor, yazarlık biraz daha geriden geliyor. Geri mi demeliyim yoksa daha içeriden mi demeliyim, emin değilim ama sinemacılığın yanında bir şekilde gidiyor.

Yazmaya sinemadan önce başladım. Ortaokul yıllarından beri öykü ve denemeler yazıyordum zaten. Ama sinema liseyi bitirdikten sonra hayatıma girdi ve girdiğinden itibaren de diğer her şeyi dışarı attı. Fakat ilginç bir şekilde hayatımın dönüm noktası olarak görebileceğim bazı dönemlerde öykü bir şekilde kafasını uzattı içeri. Bir dram yaşıyorum, sinemayla ilgili bir durgunluk dönemi oluyor hemen bir kitap çıkıyor. Bu romanda da korona devreye gidi. Sinemasını yapamadığım için roman yazdım aslında. Dolayısıyla edebiyatla olan ilişkimi tanımlayamıyorum. Edebiyatı hayatımda nereye koyacağımı bilmiyorum. Sinema sosyal yönüm, edebiyat ise içe kapandığım tarafımmış gibi geliyor. İnsanlarla görüşmediğim zamanlarda o yazar kimliğime geçiyorum ama iş veya herhangi bir sosyalleşme durumunda sinemacı kimliğim daha çok öne çıkıyormuş gibi geliyor.

Peki daha önceki kitapların öykü kitaplarıydı, öyküden romana geçiş nasıl oldu, roman yazmaya nasıl karar verdin o biçimler arası geçişi biraz anlatabilir misin?

Roman yazmaya asla karar vermedim, roman yazmaktan da hep korkmuşumdur. Çünkü roman uzun soluklu bir şey. Oturursun günler geceler haftalar boyu yazarsın.

Yazılan her şey gerçek. Çünkü yazıda gerçekliği sadece yaşamış olmamız sağlamıyor, düşünmüş olmamız da sağlıyor Bunları hissetmemiz de bir gerçeklik. O karakterleri düşünmemiz de gerçek. O yüzden aslında yazılan şeylerin hepsi gerçek.


Şu saatte şunu bu saatte bunu yazarım diye kendini planlıyorsun. Öykü öyle değil, kafama bir mesele düşüyor, karakterler ve bir ortam doğuyor, oturuyorum hemen yazıyorum. Fakat bu romanda aslında iki tane öykü yazmıştım. Sonra üçüncü bir öykü daha yazıp bunu üç öykülük bir kitap yapayım dedim. Fakat açıldıkça açıldı ve upuzun bir şeye dönüştü. Bir yerden sonra önünü de alamadım veya almak da istemedim. Nihayetinde iki yüz sayfaya yakın bir roman oldu. İki ay oldu yayımlanalı hâlâ bunun roman olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyorum. Kendisi başladı, kendisi gelişti ve kendisi nihayete erdi.

Kitabı okurken aslında seninle günlük hayatta yaptığımız muhabbetlerden de bazı yansımalar gördüm. Okurken "Bunu konuşmuştuk" dedim. O yüzden belki biraz seni gördüm Volkan karakterinde. Konu ve karakterleri oluştururken gerçek hayat ne kadar etkili oluyor?

Genelde bunlar gerçek mi diye soruluyor. Yazılan her şey gerçek. Çünkü yazıda gerçekliği sadece yaşamış olmamız sağlamıyor, düşünmüş olmamız da sağlıyor Bunları hissetmemiz de bir gerçeklik. O karakterleri düşünmemiz de gerçek. O yüzden aslında yazılan şeylerin hepsi gerçek. Ben öyle görüyorum en azından. Bir de bir arkadaşın çok hoş bir tespiti olmuştu: Karakterler buluşurlar ve kendilerini yazacak bir yazar ararlar; sonra o yazarı bulur anlatırlar, yazar da bunu yazar. İlk bu romanı düşündüğümde, kafamda iki tane karakter vardı: Hıdır Usta ve Serap. Hıdır Usta feleğin çemberinden geçmiş ama o çemberden geçerken de heybesine bir sürü tecrübe doldurmuş. Yaşadıkları onu naif, duygulu, kırılgan bir iç dünyaya sahip ama dışarıdan sert, karizmatik, güçlü bir insan görünümüne kavuşturmuş. Serap ise hayatı boyunca hep başkaları için kendisinden vazgeçmiş. Hep kendini adamış birilerine. Ama öyle bir noktaya geliyor ki hayatında bir kere daha kendisiyle başkaları arasında karar vermek zorunda kalıyor. Kendisini mi tercih edecek yoksa başkasını mı tercih edecek... Hıdır'ın da Serap'ın da benim hayatımda karşılık bulduğu çokça şey var. O yüzden kafamdaki ana karakterler bunlardı. Diğer karakterler yazma sürecinde ortaya çıkmaya başladı. Fakat Volkan karakterinin özel bir durumu var. Lise son sınıftayken iki ay kartonpiyercilerin yanında çırak olarak çalıştım. Dolayısıyla aslında o yıllarda hem kartonpiyer ustalarının yanında yaşadığım şeyler, hem de babamla o dönem aramızın kötü ve sıkıntılı olmasıyla alâkalı olan bölümler Volkan karakterine kendimden eklediğim kısımlardı.

Kitapta aslında çok belirgin bir zaman vurgusu yok doksanların sonu iki binlerin başı diyebileceğimiz bir aralıkta salınıyor. Bazı küçük nüanslar haricinde dönemin politik atmosferinden de uzakta. O yüzden bana biraz nostaljik bir duyguyla yazılmış gibi geldi. Nostalji duygusu senin zamanı kurgulama biçimini nasıl etkiledi bu kitap üzerinde ya da genel olarak yazma serüveninde?

Tanıdığımız ve uzun yıllardır hayatımızda olan ama hiç tanışmadığımız bazı isimler öldüğünde çok duygulanıyorum.

Hayatımıza tanıklık ediyor bir şeyler. Bu olaylar da hayatımıza tanıklık ediyor.
Hayatımıza tanıklık ediyor bir şeyler. Bu olaylar da hayatımıza tanıklık ediyor.

Ve uzun yıllardır tanıklık ettiğim ama hiçbir zaman içine girmediğim bir bina yıkıldığında çok duygulanıyorum. Neden bunları hissediyorum? Çünkü hayatı ortak yaşıyoruz. Tanışalım ya da tanışmayalım tanıklık ettiğimiz o an hayatımızın bir parçası oluyor. Yani Müslüm Gürses de aslında hayatımızın bir parçası. Ferdi Tayfur da hayatımızın bir parçası Ahmet Kaya da hayatımızın bir parçası. Politik, sanatsal, sosyolojik veya psikolojik olsun bir şekilde hayatımıza tanıklık eden, sızan her şey hayatımızın bir parçası oluyor. Mesela kaybettiğim annemle bir zamanlar önünden geçtiğim bir binanın yıkılmasına çok duygulanıyorum çünkü önünden her geçtiğimde annemi hatırlıyorum. Bir şarkıyı dinlerken çok duygulanıyorum çünkü o şarkıda çok sevdiğim bir dostumu hatırlıyorum. Bu bir nostalji duygusu mu bilmiyorum ama nostalji duygusuysa evet nostalji etkiliyor beni. Ama ben buna tanıklık diyorum. Hayatımıza tanıklık ediyor bir şeyler. Bu olaylar da hayatımıza tanıklık ediyor.

Kitapta bariz bir Sezen Aksu imgesi var. Sezen Aksu sürekli hayatta bir yerlerde dinleniyor. Aşk acısı çekerken dinleniyor, geçmiş hatırlanırken dinleniyor vesaire. Sezen Aksu'nun sende karşılığı nedir?

Evet çünkü alçıdan kazandığım paralarla ellerim üstüm başım toz içinde kaset satan dükkanlara gidip Sezen Aksu kaseti alıyordum. Kitaptaki diyalog da gerçek. Usta kaseti gördüğünde teyp olsa da dinlesek demişti. Çok şaşırdım "Aa Sezen Aksu dinliyor musunuz?" dedim "Manyak mısın oğlum nasıl dinlemem kim dinlemez" dedi. Evet benim hayatımda çok büyük bir yeri var ama toplumun hayatında da çok büyük bir yeri var.

  • Bir söz vardı ya "Herkes mutlaka bir Sezen Aksu şarkısında kendine rastlamıştır" diye... Sekiz yüz küsür tane beste içerisinde ve çok büyük bir kısmı hit olmuş bu besteler içinde mutlaka hepimizin hatıraları anıları, acı tatlı bir geçmişi var.

Kayıplardan bahsettik, aslında kitapta da Volkan'ın hikâyesi kayıplar üzerinden gidiyor. Ölümlerle karşılaştıkça yeni bir tecrübe ediniyor. Senin de kayıplar üzerinden söylediğin şeyi dikkate alarak, senin hikâyeye bakışında ölümün hayata nasıl bir ayna tuttuğunu söyleyebiliriz?

Çocukken ölümden çok korkardım ve bu korkum önce annemi sonra babamı kaybetmemle beraber bir korku olmaktan çıktı. Bir tecrübeye dönüştü. Artık yavaş yavaş gerçekten ölümün ne olduğu ve ne olmadığı üzerine kafa yormaya başladım. Ve gittikçe hayatımda birkaç önemli insanın ölümüyle beraber bu duygu iyice perçinlendi. Sevdiklerimi kaybettikçe ölüm yavaş yavaş hayatın alanını daraltmaya başlayıp kendine bir alan açmaya başladı kafamda ve çok büyük bir meseleye dönüşmeye başladı. Özellikle otuz yaşımdan sonra ölüm hayatımdaki en büyük olgulardan birine dönüştü. Evimdeki bazı özel eşyaları bazı kitaplarımı bile yavaş yavaş insanlara dağıtmaya başladım. Çünkü ben öldükten sonra açıkta kalmasınlar, bir şekilde kıymetini bilen birine ulaşsınlar. Ve bazen herhangi bir şey yapayım diyorum ama sonra o kadar yaşamam ki diyorum. Hatta bir ara senin anlattığın bir olay vardı çok içime dokunmuştu. Yaşlı hocana yeni bilgisayar alma olayı. "Ben o kadar yaşamam ki boşuna almış olursunuz" demişti. Ben de aynı duyguya sahibim. Şimdi bu aralar bir ev taşıma sorunu yaşıyorum, ev arıyorum. Israrla ev almamı öneriyorlar ben de diyorum ki kırk yaşındayım daha ne kadar yaşayabilirim ki ev alayım. Ölüm hayatıma bu kadar sirayet etmiş durumda.

Münferit Bir Olay'ın sinematografik bir yapısı da var. Bu yazarken özellikle dikkat ettiğin bir şey miydi yoksa kendiliğinden bu şekilde mi gelişti? Çok sinematografik oldu biraz değiştireyim dediğin oldu mu ya da böyle iyi gidiyor mu dedin?

Hiç planlamadım, içimden nasıl geldiyse öyle yazdım. Aslında arkadaşlar konuşurken bana hep şeyi söyler "Sen çok basit bir şeyi bile anlatırken hikâyeleştirerek anlatıyorsun."

Politik, sanatsal, sosyolojik veya psikolojik olsun bir şekilde hayatımıza tanıklık eden, sızan her şey hayatımızın bir parçası oluyor.
Politik, sanatsal, sosyolojik veya psikolojik olsun bir şekilde hayatımıza tanıklık eden, sızan her şey hayatımızın bir parçası oluyor.

Mesela aynı olaya şahit olduğumuz arkadaşlarla bu olayı birilerine anlatırken yarısını anlattıktan sonra "Neyse Suat sen anlat sen devam et" derler ya da bir şey olduğu zaman anlatmazlar, "Suat gelsin de anlatsın" derler. Bu da tabii büyük ölçüde anlatmaktan keyif almamla ilgili. Hikâyeden, bir şeyi hikâye etmekten hoşlanmamdan dolayı. Ve bunun da neredeyse tamamını annemden aldım çünkü annem hayatta yaşadığı en küçük olayı bile çok gizemli bir hikâyeye dönüştürerek anlatırdı. Annemin tavukları, kazları, ördekleri vardı her sabah gidip onların yumurtalarını toplardı, ineği vardı onu sağardı. İneğiyle konuşurdu annem, babam ineği sattığında günlerce ağladığını hatırlıyorum. Annem hayatta bir şeyleri atlamazdı. Her şeyin annemin dünyasında bir karşılığı vardı. Sanırım bunu annemden aldım. Ve zaten

Erzurum'da elektrikler çok sık kesilirdi. Annem bize masal anlatırdı. Anlattığı masalları o karanlıkta bir film gibi gözümde canlandırırdım.

O yüzden bu anlatma duygusu hikâye etme duygusu bana annemden geçti. Bu kitapta sinematografik bir taraf var, sebebi de şu: diyalogların fazla olması, olayların betimleme yerine diyalog üzerinden akması ve ciddi bir paralel kurgu olması yani aynı anda üç dört olayın birbirine geçmiş bir şekilde ilerlemesi, bu kitabı senaryo kıvamına getiriyor.

Kitapta Anadolu'dan gelmiş, oyuncu olmak isteyen bir karakter de var. Onun hikâyesine çok iyimser baktığını fark ettim, Yılmaz Erdoğan'la görüşüyor. Normal şartlarda görüşememesini beklerdim. Ama sen orada iyimser bakmışsın. Neden bu kadar iyimsersin?

İyimser bakmaya sebep olan şey mantalitemin dünyaya ne olursa olsun iyi tarafından bakmak olması, bir taraftan da Yılmaz Erdoğan'ın gençlerin önünü açan gençlerin elinden tutan bir isim olması. Çünkü onun aracılığıyla bu mesleğe atılan ve hayata tutunan çok fazla genç var. İster onun duygusuyla, varlığıyla ve örnekliğiyle; ister bizzat onun elinden tutup sektörün içine katmasıyla. Her iki durumda da Yılmaz Erdoğan'ın gençler üzerinde pozitif bir iyimser etkisi var. Hem bunun bir yansıması olarak hem de zaten kâinata olumlu yönden bakan bir perspektifim olmasıyla ilgisi var.

Bu arada kitapta çok sevdiğim bir tarif var: "Ama sevmek de zamanla değişen bir şey, yaşadıkça bunu daha iyi anlıyor mevzuya daha farklı bakıyorsun." diye başlıyor ve insanın başa döndüğünü söylüyor Hıdır Usta. Ne düşünüyorsun, insan gerçekten başladığı yere mi dönüyor?

Bence öyle oluyor. Bunu babamda hissettim. Babam çok sert bir insandı ve bizi bayramdan bayrama öperdi, o zaman da yanağımızdan öpmezdi başımızdan öperdi.

Mesela kaybettiğim annemle bir zamanlar önünden geçtiğim bir binanın yıkılmasına çok duygulanıyorum çünkü önünden her geçtiğimde annemi hatırlıyorum.


Bu hep içimde bir mesele olmuştur. Annem öyle değildi annem bizi öpücüklere boğardı, aslında annem de çok ciddi bir kadındı ama bir taraftan böyle çocuk bir tarafı da vardı annemin. Akşam olurdu, oturur televizyon seyrederdik babam tek başına odanın bir tarafında oturur seyrederdi biz de beş altı çocuk annemin etrafına doluşup birimiz sırtına birimiz dizine birimiz omzuna yaslanır onun etrafında kenetlenirdik. Annemi kaybettikten sonra ve bizler de yavaş yavaş büyüdükten sonra babam çok tuhaf bir şekilde değişmeye başladı ve o hiçbir şeyi umursamayan hiçbir şeye dikkat etmeyen babam iki gün üç gün aramazsan hemen arayıp kızan üzülen gönül koyan bir insana dönüştü. Bazen evdeyken yan odadayken o televizyon izlerken gelir kapıyı açardı "Ne doluştunuz odalara gelin yanıma oturun" derdi. O yıllarca fotoğraftaki umursamayan adam o yaşadığı şeylerden sonra bizi odalardan çıkarıp salona toplamaya başladı. "Burada yalnızım, gelin yanıma oturun" da diyemiyor ama bu şekilde kendini ifade ediyor. Babam özellikle ölümüne yakın günlerde bizi çok şaşırtan şekilde "Bana hiç şunu göndermediniz, ikidir arıyorum neden hemen geri aramıyorsunuz" falan diye söylenmeye başladı. Ağladığına da şahit oldum. Kendi aramızda konuşurken abilerimle babam için çocuk gibi oldu diyorduk o koca dağ gibi adam. Hayat gerçekten bu anlamda çok fazla örnekle dolu. O yüzden kesinlikle başladığımız yere dönüyoruz.

Sevdiklerimi kaybettikçe ölüm yavaş yavaş hayatın alanını daraltmaya başlayıp kendine bir alan açmaya başladı.
Sevdiklerimi kaybettikçe ölüm yavaş yavaş hayatın alanını daraltmaya başlayıp kendine bir alan açmaya başladı.

Volkan'ın babası çok otoriter, onunla anlaşamıyor. Hıdır Usta'da bu aradığı baba karakterini buluyor. Onun yanından ayrılmak istememesinin sebebi bu belki de. Ya da kitabın sonunda şok olmasının sebebi... Hıdır Usta aslında senin aradığın baba karakterinin bir yansıması mıydı?

Aslında Hıdır Usta hem aradığım baba karakterinin yansıması hem de aradığım birçok şeyin yansıması. Mesela sert bir adam ama içinde bir çocuk var. Vurdumduymaz ciddi disiplinli bir adam ama bir taraftan da disiplinsizlikleri tolere eden bir adam. Dışarıdan bakıldığında umursamaz ama aslında her şeyi umursayan bir adam. Volkan'la ilişkisinde de bunu görüyoruz. Ve sanki kabadayı, keskin duygulara sahip bir adam gibi görünüyor ama aslında çok nahif, sadık bir adam. Ölmüş olsalar bile hayatından geçmiş insanlara çok bağlı. Dolayısıyla Hıdır Usta Volkan'ı Volkan bile fark etmeden küçük çaplı krizlerden kurtaran birisi. Volkan'ın yerine düşünen onun yerine önlem alan bir insan. Birçok insanın hayatında da aynı şeyi yapıyor. Herkesin hayatını dizayn ediyor. Ne diyor Volkan "Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranırdı ama aslında her şeyden haberinin olduğunun bilirdik." Çünkü kendine ait bir sezgisi vardı.

Aslında inanılmaz düşünceli bir adam ama bunu kendi tarzında yansıtabiliyor. Dolayısıyla aslında Hıdır özlemini duyduğum nahifliğin adı. Hayatla ilişkisini kesmiş, artık öte tarafta yaşayan bir adam ve bu dünyadaki hiçbir şeyin onun için bir önemi yok artık. Yaşadığı trajedide bile kendisiyle acımasızca hesaplaşırken bile öfkesini kendinden çıkaran kendini suçlayıp kendi kendini cezalandıran, içsel anlamda olgun biri.

Yazmadan önce kafanda şekilleniyor mu hikâye yoksa oturup yazarken mi tamamlanıyor?

Önemli bir kısmı şekilleniyor. Ama azımsanmayacak bir kısmı da yazarken ortaya çıkıyor. Aklıma gelen ve orijinal olduğuna inandığım cümleleri, paragrafları, cevapları diyalogları mutlaka telefonuma yazarım bir şekilde kullanırım diye. Hikâyeye kafamda hazırlanırken bir yerden sonra artık karakterlerle yaşamaya başlıyorum. Bir gün hep Serap'ı düşünüyorum bir başka gün hep Hıdır'ı düşünüyorum.

  • Yani işte diyorum ki Hıdır böyle bir karakter, aslında bunu ister şöyle bir şey hisseder diye o birkaç gün o karaktere yoğunlaşıyorum. Bir bakıyorum o karakterle ilgili şeyler çıkmaya başlıyor. Bazı yazdığım hikâyelerde de oldu bu ama özellikle bu kitapta çok oldu.

Arkadaşlarımla sohbet ederken "Affedersin kapatmam lazım hemen arayacağım seni" diyorum kapatıp aklıma gelen şeyi hızlı hızlı yazıyorum sonra tekrar arayıp muhabbete devam ediyorum. Yani bana geldikçe yakalıyorum.

Daha önceden senin öykülerini de uyarlayanlar olmuştu. Nasıl hissettin izlerken?

Evet kendim de birini uyarladım bir iki arkadaşım da yapmıştı. Kendi çektiğimi izlerken pek mutlu olmadım çünkü çekerken yazma esnasındaki kadar tatmin olmadım. Fakat şu an iki ayrı hikâyem iki ayrı uzun metraj olarak projelendirildi. İnanılmaz mutluyum. Çünkü sinema yeteneklerine çok güvendiğim arkadaşlar. Ama en az bunun kadar o hikâyeye karşı hissettikleri de beni çok heyecanlandırıyor. Çok ısrarcı oldular çekmek konusunda. Şu anda dört gözle çekilmelerini bekliyorum.

Kitap yayımlanalı iki ay oldu, şimdi ne yapmayı düşünüyorsun? Yeni kitap mı yeni sinema işleri mi? Ne var hayatında?

Bu kitabı geçtiğimiz Ramazan ayında başlamış temmuzda bitirmiştim. Şimdi tekrar Ramazan ayında başladım yazmaya öykü mü olur hikâye mi bilmiyorum. Kendi kendine karar verecek. Münferit Bir Olay'da tabiri caizse erkeklerin dünyasını anlatmıştım. Şimdi yazıyor olduğum metinde ise kadınların ağır bastığı bir hikâyeyi anlatıyorum. Güzel ilerliyor, çok keyifli ilerliyor. Gerçek bir olaydan yola çıkarak yazmaya başladım. Ama tabii büyük ölçüde kurgularla besliyorum.

Bu anlamda bir taraftan biraz gerilerek yazıyorum aslında çünkü Münferit Bir Olay'ın yol açtığı ilgi ve alâka, hem sinema dünyasından hem edebiyat dünyasından gelen ve beni çok çok gururlandıran tepkiler üzerimde bir baskıya sebep oldu ister istemez. Sinema anlamında düşündüğüm bazı şeyler de var, bazı hikâyelerim vardı onları dostlarıma verdim çünkü Münferit Bir Olay'ı yazdıktan sonra film çekemeyeceğime inandım. Çünkü film çekmek zorlu ve sancılı bir süreç.

Sanırım film çekmeyi gözüm kesmiyor. Zaten bu romanla ilgili yakın çevreme "Galiba film çekemediğim için bunun romanını yazdım" dedim. Bu arada Münferit Bir Olay da şu an bir dizi projesi olarak bir teklif götürebilir bir kuruluşa. Filmi tercih ederdim ancak çekmek isteyen yönetmen ağabeyim, çok sevdiğim çok beğendiğim biri, dizi olmasının daha isabetli olacağını düşündü. Çekecek olan kişi de o.