Kalbi karışıklar için beş film
İnsanın yeryüzünde attığı ilk adımdan bu yana aşkı anlamak için şairler şiir söylediler, ozanlar notaları sıraladılar, ressamlar çizdiler... Devirler değişti, insanlar değişti ve neyse ki aşkı tarif etme çabalarımızın sonuçlarından biri olarak artık sinema da var.
Aristo'ya göre aşk; gerçek dostluktan doğar. Gerçek dostluk da taraflar birbirine eşit ve iyi insanlar olduklarında ortaya çıkar. Dolayısıyla aşk, mükemmel bir dostluğun aşırıya kaçması olarak yorumlanabilir pekâlâ. Zaman zaman bakış açıları ve buna bağlı olarak aşka dair tarifler de değişebilir elbette. Çünkü öyle çok türü vardır ki aşkın; biri için geçerli olan tanım diğeri için kesinlikle geçerli olmayacaktır. İnsanın yeryüzünde attığı ilk adımdan bu yana aşkı anlamak için şairler şiir söylediler, ozanlar notaları sıraladılar, ressamlar çizdiler... Devirler değişti, insanlar değişti ve neyse ki aşkı tarif etme çabalarımızın sonuçlarından biri olarak artık sinema da var.
- 1- ÇOK ESKİDEN RASTLAŞACAKTIK - AŞK ZAMANI
- Su Li-Zhen ve Chow Mo-Wan, 1962 İngiliz Hong Kong'unda bir apartmanda bitişik odalar kiralamış evli ama yalnız Şanghay gurbetçisidirler. Eşleri tarafından aldatılan iki karakter arasındaki gerilim romantik bir aşka doğru yol alırken mutabık oldukları tek bir yargı vardır: Aynı şeyi yapmamız onlardan daha iyi insanlar olmadığımız anlamına gelir. Dolayısıyla Su ve Chow, kendilerini içinde buldukları zorlu koşulların en çelişkili anlarında bile en zarif biçimde kendilerine hâkim olarak ahlâkî bir davranış biçiminde diretirler. Ancak Yumeji'nin Teması'nın eşliik ettiği yağmurlu sokaklarda ve kalabalık bir şehrin paradoksal yalnızlığında karakterlerimiz bir şekilde yine birbirlerinde teselli bulurlar. Nihayetinde yollar kesişir ama kalplerdeki niyetler nadiren gerçekleşir. Aşk Zamanı (In The Mood For Love, 2000) evet, aşk hakkında bir filmdir; ama aynı zamanda ihanet, kaçırılan fırsatlar, hafıza, zamanın acımasızlığı, yalnızlık... ve daha pek çok duyguyu da içinde barındırır.
2- HERKES ÖLDÜRÜR SEVDİĞİNİ - PHANTOM THREAD
Peri masalı görünümünde mazoşist bir aşk hikâyesi... Phantom Thread (2017), 1950'lerin Londra'sı olduğunu tahmin ettiğimiz bir zaman ve mekânda moda tasarımcısı Reynold ve garson Alma'nın ideal gibi gözüken fakat içten içe grotesk aşkını anlatıyor. Reynold, aşırı otoriter bir görünüme sahip travmatik bir adam ve karşılaştığı her kadında annesini arıyor. Bu yüzden hayatındaki tüm kadınlar gelip geçici. Ta ki Alma'ya rastlayana kadar. Alma Reynold'ın anne şefkatine olan açlığını fark ettiğinde ise ilişkileri tam bir bağımlılık çerçevesine oturuyor. Ancak Alma'nın bu ilişkideki asıl stratejisi Reynold'ı önce zehirleyerek bir annenin bakımına muhtaç hâle getirmek, daha sonra da ilgisini ona yönelterek "aralarındaki bağı" pekiştirmek. Korkunç fakat muhtemelen insanlık tarihinde eşsiz bir durum değil. Evet, ilişkileri de sonsuza dek sürebilir, çünkü aralarındaki "bağ" sorunlu bir boyutta ancak çoktan mutabık kalınmış durumda.
- 3- RÜYALARDA BULUŞURUZ - BEDEN VE RUH
- Beden ve Ruh (A Teströl és Lélekröl, 2017), karlı bir ormanda dolaşan bir dişi ve erkek geyiğin soğukta birbirlerine tatlı bir şekilde sokuldukları rüyanın gerçek dünyadaki projeksiyonu. Karakterleri Endre ve Maria ise tuhaf bir şekilde paylaştıkları rüyalardaki kadar, gerçek dünyada yakından bağlantı kuramayan iki yalnız mezbaha işçisi çünkü ikisi de oldukça içe dönük. Hatta Endre'nin fiziksel engeli ve muhtemelen Maria'nın asperger gibi zihinsel bir sorunu var. Sanki ikisi de etraflarındaki dünyaya uymuyor ama rüyalarının ortak olduğunu tesadüfen öğrenmeleri, birlikte ait oldukları bir yer tasavvur etmelerine yardımcı oluyor. Keza gerçek dünyada başka türlü bağlantı kurabilmeleri neredeyse imkânsız. Dolayısıyla Beden ve Ruh'un düşlerin alternatif evreninde bir araya gelebilmenin imkânını sorgularken ortaya koyduğu ve seyirciye geçen her şeyin merkezi bir öncül etrafında döndüğü hissini aslında şöyle tarif edebiliriz: Kader elbette birleştirir.
4- SEVSEM ÖLDÜRÜRLER SEVMESEM ÖLDÜM - THE LOBSTER
The Lobster (2015), yalnız olmanın yasadışı olduğu bir distopyada insanların bir tesise kapatılarak 45 gün içerisinde "ruh eşi"ni bulmak zorunda oldukları tuhaf bir sosyalizasyon fikri. Romantik ilişki kurmak yasak ve yalnızlar kendilerine tanınan süre içerisinde bir eş bulamazlarsa kendi seçtikleri bir hayvana dönüştürülüp doğaya salınacaklar. Sisteme karşı çıkmanın ise tek bir yolu var: ormanda saklanarak zorunlu evlilikten kaçan yalnızlara katılmak. Ancak ormanda da yalnızlığın faşizmi hüküm sürmekte. Peki duyguların bu kadar kısıtlandığı her iki dünyada da insan olmak nasıl mümkün olabilir? Film de bu minvalde flört uygulamalarının revaçta olduğu çağımızda aşkların artık çoğu zaman çıkarların ve türlerin yüzeysel eşleşmesine indirgenmesine karşı agresif bir eleştiri. Zira insanlık tecrübemizde şimdiye kadar emin olduğumuz bir şey varsa o da kalbin meselelerini rasyonel ilkelere göre yönetemeyeceğimiz.
- 5- ADINI SEN KOY - KADER
- Acı sonlu aşk hikâyeleri kültürel olarak asla yabancı olmadığımız bir konu. Zira Leyla ile Mecnun'dan bu yana efsaneleşen bütün aşklarımız oldukça acılı ve bir şekilde kavuşamamakla sonlanıyor. Kader de bu açıdan evet, tam anlamıyla yerli bir film. Sevmek, karşılık bulamamak, karşılık bulamadıkça daha çok sevmek... Kader (2006)'in Bekir'i de ulaşamadıkça Uğur'a olan saplantısını daha da büyütüyor, her şeyden kendinden bile vazgeçiyor. Fakat aşkın büyüklüğünün feda edilenlerle ya da harcanan üçüncü kişilerin sayısınca ölçülüyor olması aslında pek çok açıdan sorunlu bir durum. Bu kader mi, delilik mi? Bekir ile Uğur'un saplantılı ilişkisi de temelde âşığın maşûku egosunu besleyen bir nesne olarak görmesinden kaynaklanıyor diyebiliriz. Keza Bekir'in takıntıları aşk olmaktan çıkmış ve psikiyatrik bir rahatsızlığa dönüşmüş durumda. "Sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bi daha açtım başımda bi çocuk: 'Kalk abi.' diyor 'Kars'a geldik.'" repliğini zaten başka neyle açıklayabiliriz ki!