Kadim bilgelikte eğitim zorunlu değildi
Günümüzde öğrenciyi kendini bilebileceği bir yolculuğa çıkarabilmek için evvela kapitalist hegemonyanın araçlarını hükümsüz bırakmak gerekmektedir.
Varoluşun Tınısı, Eğitim Sosyolojisi ve Eğitilmiş İnsanın İmalı gibi kitaplarıyla tanıdığımız akademisyen ve sosyolog Adem İnce ile çocuğun eğitimdeki yerine, çağımızın teknik egemenliğine ve kalbin bilgisine dair konuştuk.
Bütün formel kalıpların dışında kalmak şartıyla eğitimin sizin için ne anlama geldiğini en kısa haliyle soracak olsam ne cevap verirsiniz?
Eğitim bana göre bir insanın Varlığı/mevcudiyeti idrak etme sürecidir. Bu babdan olmak üzere insan süreç içerisinde evvela kendini, akabinde de çevresini tanımalıdır. Yani eğitimi aslında zatını ve gayrını bilme süreci olarak tanımlayabiliriz. Ben aslında bu süreci terbiye olarak isimlendirme taraftarıyım. Zira eğitim nispeten yeni bir kavram ve öncesinde eğitim hayvanlar için, terbiye ise insanlar için kullanılmaktaydı. Bugün tam tersi bir durum söz konusu.
Peki bu tanımını yaptığınız sürece tabiattan, tarihten, asrı saadetten, günümüzden, aile içi ya da içtimai hayattan, kendi içsel yolculuğumuzdan, bunların herhangi birinden bir örnek vermenizi istesem bana ne gibi örnekler verebilirsiniz.
En güzel terbiye örneklerinden birisi kanaatimce son vahyin, Hz. Peygamber'i (sav) dönüştürmesi sürecidir. Hz. Peygamber'e öncelikle geceleri kalkması emredilerek kendini terbiye etme imkânı sunulmuş, ardından dış dünyayla olan ilişkisine geçiş yapılmıştır. Fussilet Suresinin 53. ayetinde bu birliktelik "Biz ayetlerimizi hem afakta hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun." şeklinde ifade edilmektedir. Terbiye tam da enfüsî ve âfâkî dünyayı bilme, tanıma süreci olarak tezahür etmektedir kanaatindeyim. Terbiye beşeri insan yapan şeydir, fakat bunun yanı sıra beşerî bir ameliye olarak tâlim de yer almaktadır. Tâlim tekniktir ve gelecek kuşağa aktarılmak istenen bilgi ve beceriye tekabül eder. Bugünkü okullarda ekseriyetle tâlim hâkimdir. Hâlbuki tâlime tabiatta da rastlarız, -her ne kadar insanlarda daha sofistike olsa da- insana özgü bir fenomen değildir. Örneğin bir aslanın yavrularına avlanmayı öğretmesi de tâlimdir.
Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür, lakin terbiye insana özgüdür. Burada mühim olan şey, tâlim ve terbiyeyi mezcetmektir. Biz tâlim ve terbiyenin birlikteliğini kadim ifadeyle maarif olarak isimlendirmişiz aslında. Bence insanın enfüsî ve âfâkî dünyayı tanıma sürecini anlatan harikulade bir nitelemedir maarif. Bu yönüyle maarifin Almancadaki Bildung tabiriyle paralellik arz ettiğini düşündüğümü de ifade etmiş olayım. Günümüz eğitim anlayışı ise maalesef maariften ve Bildung'dan olabildiğince uzaklaşmış ve salt tâlimi egemen kılmış bir mahiyeti haiz. Eğitimdeki birçok sorunun temel kaynağı da aslında tam olarak budur.
Eğitim dediğimiz şey dikey bir öğreti midir? Eğitimde elimizde levhalar, direktifler ve yasalar mı olmalıdır? Yoksa irfan, vicdan, yorum dediğimiz daha esnek kavramlar mı?
Eğitim salt dikey (üstten alta) bir ilişkinin ürünü değildir elbette. Dışsal eğitim böyle bir şeydir. Tâlim, yani teknik bilgi ve becerinin aktarımı, dıştan içe doğru gerçekleşir. Buna karşın terbiye ise içten başlar ve içten dışa doğru bir seyir takip eder. Bu doğrultuda ideal olan elbette ki bu ikisinin mezcedildiği bir zemindir. Daha önce de ifade ettiğim gibi maarif kavramı bize tam da bu birlikteliği bahşediyor. Günümüzde eksik olan en önemli husus, öğrencileri içten dışarıya doğru gerçekleşebilecek bir terbiye yoluna sevk edebilecek saiklerin olmayışıdır. Aksine böyle bir yöneliş desteklenmediği gibi tabiri caizse tu kaka edilmektedir bile diyebiliriz. Bu durum eğitimin en önemli veçhesini denklem dışında bırakmaktadır ve terbiyenin olmadığı bir "öğretim/tâlim" süreci bu sayede hâkim hâle gelmektedir.
Çalışmanızda -eskilerin kullandığı şekliyle- kemiyet/keyfiyet, şimdiki yaygın kullanımıyla nicelik/nitelik ayrımına dikkat çektiğinizi görüyorum. Bunu biraz açar mısınız?
Modernitenin aydınlanma ve sanayi devrimi ile tahkim edilmesi neticesinde matematiksel bir dünyanın da inşası mümkün hâle gelmiştir. Charles Dickens'ın Zor Zamanlar'da ya da Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'da tenkit ettiği zihniyet bu matematiksel, niceliksel mantalitedir. Bu zihniyetin kurucu olduğu bir dünyanın muhtemel olumsuzluklarını öngörebilmişti yazarlarımız ve romanlarında dikkat çekmek istedikleri mesele bence tam da buydu. Buradaki problem elbette nicelikle ilgili değildir, daha ziyade niceliğin egemenliği ile ilgilidir. Nicelik ve nitelik birlikte var olması gereken iki önemli unsur olsa gerektir, lakin birini diğerine mutlak anlamda hâkim kılarsak her iki durumda da istenmedik durumların ortaya çıkması tabii olacaktır.
Bu minvalde salt niceliğin, ölçülebilir ve denetlenebilir şeylerin görülmek istendiği bir dünyada insan da bir niceliğe dönüşecektir ve kanaatimce dönüşmüştür de. Dostoyevski'nin yeraltındaki adamının bize yaptığı uyarı tam da budur. İnsan salt matematiksel, ölçülebilir bir zeminde konumlandırıldığı takdirde bu artık bildiğimiz insan değildir. Yeraltındaki adamın "Açık konuşalım; mantığın ve aritmetiğin sağlama bağladığı, gerçek, normal çıkarlarımıza aykırı gitmenin bizim için tek çıkar yol, bütün insanlık için de şaşmaz kural olduğuna nasıl yüzde yüz inanıyorsunuz?" sözü buna işaret ediyor. Geç modern dünyada hâlâ birçok insan Dostoyevski'nin demek istediği şeyi anlayabilecek kıvama gelemedi maalesef, bu da sanırım en üzücü noktalardan birisi.
Teknik meselesini de size sormak isterim. Bundan Nurettin Topçu sanırım ilk kez bu kadar rahatsız oluyor altmışlı yıllarda. Bir altmış yıl daha geçti. Türkiye'nin Maarif Davası ekseninde nereye geldik diyebiliriz? Nurettin Topçu'nun ardından bu uyarılara kimse kulak asmadı mı yoksa?
Nurettin Topçu'nun eğitimle alâkalı birçok görüşüne iştirak etmesem de teknik vurgusunun oldukça yerinde olduğu kanaatindeyim. Teknik, Ritzer'in Toplumun McDonaldlaştırılması'nın ana unsurudur. Bir yerde yaptığım bir konuşmada tekniğe yönelik sarf ettiğim sözler, İslâm'ın da teknik bir din olduğu ve insanın bidâyetinden bu yana yapılan her teknik gelişmenin bir önceki nesil tarafından eleştirildiği argümanlarıyla tenkide tâbi tutulmuştu. Hâlbuki anlatmaya çalıştığım şey, karşı karşıya olduğumuz şeyin teknikle alâkalı olmaktan daha çok tekniğin egemenliğiyle alâkalı olduğudur. Bu, bir önceki soruda ifade etmeye çalıştığım niceliğin egemenliği ile ilintili bir durum. Tekniklik, insanın aktif insan, üretici insan olmasını sağlıyor ve hatta kolaylaştırıyor, lakin onun düşünen, tefekkür eden yönü teknikliğin egemenliği karşısında gittikçe örseleniyor. Çünkü tekniğin egemenliğiyle birlikte insan daha faydacı bir hâle geliyor ve pragmatist yaklaşım tefekkürün ortaya çıkarabileceği olumsuzluklara en baştan set çektiğinden vita contemplativa bir türlü teknik egemenlik karşısında kendine yer bulamıyor. Bu durumda da insanın en önemli veçhesi ya nakıs ya da akim kalmış oluyor.
Konu okul ve eğitim olunca bilgi kavramını da es geçmek istemiyorum. Kitabınızda da bir bölümde bahsediyorsunuz. "Kalbin bilgisi" diye bir adlandırma geçiyor. Bunu bu görüşmemizde de biraz açmanızı istiyorum.
Ben bilgiyi insanın varlığıyla, varoluşuyla ilgili bir şey olarak görüyorum. Yeryüzünde halife kılınacak olan Âdem'in yaratılışını betimleyen sahnelere baktığımızda bu husus çok net bir şekilde görülebilir. Örneğin, Âdem'in halife kılınışına yönelik endişelerini ifade eden meleklerin, Âdem yaratıldıktan sonra ve ona gösterilen eşyaları isimlendirdikten sonra Âdem'in önemini anladıklarını, tasdik ettiklerini ve de bunu beyan sadedinde secde ettiklerini (şapka çıkardıklarını) görüyoruz. Âdem'in eşyayı isimlendirmesi sonrası Allah'ın, Bakara Suresi 33. ayetteki "Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da ben bilirim." ifadesi önemli bir şeyi ortaya koyuyor bence.
Tekniklik, insanın aktif insan, üretici insan olmasını sağlıyor ve hatta kolaylaştırıyor, lakin onun tefekkür eden yönü teknikliğin egemenliği karşısında gittikçe örseleniyor.
O da şudur: Halifelik, epistemik bir roldür. İnsanın mevcudiyete ve mevcudata ilişkin sahih bilgisinde içkindir bu rol. Burada sahihin altını çizelim, zira hikâyenin devamı kanaatimce sahih olmayan bilginin de önemsiz/gereksiz olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Hikâyenin devamında karşımıza çıkan (yaklaşılmaması gereken) ağaç imgesi, profan, yani aşkın olmayan bilgiye tekabül ediyor düşüncesindeyim ve Âdem ve Havva'nın tattığı anda utanç duyduğu ağaç, aslında Yaratıcının vazetmediği, O'nun aşkınlığını ihtiva etmeyen, müteal bir boyutu olmayan gereksiz bilgidir. Bu anlamda modernitenin temel arayışı da daima aşkınlığını yitirmiş bu bilgiyi hâkim kılmak olmuştur. Bu yüzden Varoluşun Tınısı kitabımda Âdem ve Havva'nın ağaçtan tatmaları olayı için ilk akort bozumu, modernite içinse ikinci akort bozumu yorumunda bulunmuştum.
Bu mukayese çerçevesinde bence Kur'an'daki "akledebilen kalp" vurgusu, tam olarak kalbin bilgisine vurgu yaparak bilginin aşkınlığına atıf yapmaktadır. Aşkınlığı içermeyen profan bilgi, bugün kendisine tarihte hiç olmadığı kadar geniş yayılma alanı bulan malumattır/enformasyondur. Bu, Schuon'un dediği gibi Hz. Peygamber'in (sav) "Faydasız bilgiden sana sığınırım" hadisinde ifade ettiği fayda getirmeyen, fuzuli bilgi türüdür. Bu anlamda talebimizin ilm-i nâfi olması gerektiğine yürekten inanıyorum. Âdem'i meleklere karşı alkışlatan şey, tam olarak aşkınlığı olan ve fayda getirecek olan bilgidir. İlm-i nâfi, Allah'ın boyası ile boyanabilmeyi sağlayacak olan bilgiyi içerir.
Modern eğitimde fabrika mantığının eğitime entegre edildiğini görüyoruz. Tam bir "homo ekonomikus yetiştirme tarlası" bunun ne gibi sonuçları oldu? Örneğin bu entegrason bireyden (öğrenciden) neyi aldı götürdü?
Okulun, fabrikanın eğitime uyarlanmış bir yapılanma olarak kurgulanması, çocuğu teknik bir varlığa indirgedi. Çocuk da tıpkı işçi gibi teknik bir şekilde işleyen bu düzende sistemin işlerliği için dönmesi gereken dişlilerden birisi hâline indirgendi. Çocuk ayrıca bu süreçte çocukluğundan da uzaklaştırıldı. Çocukluğunun oldukça erken bir döneminde teknik sistemin tabii bir bileşeni hâline getirilmek için oldukça gayrı fıtri bir şekilde okullulaştırıldı. Okullulaştırılmanın birçok olumsuz etkisi var öğrenci için elbette. Bunlardan en önemlisi kanaatimce Illich'in de harikulade bir şekilde ifade ettiği üzere "muhayyilenin okullulaştırılması"dır. Sanayi devriminin istediği şey, teknik beşerin muhayyilesinin değil, "us"unun (ration) geliştirilmesiydi. Öyle de oldu zaten. Okuldaki bütün ilişkiler usun düzenlemesine tâbi tutuldu. Örneğin müfredatta yer alan derslerin hiyerarşik yapılanması. Matematik ve lisanın diğer tüm derslerin üzerinde yer alıyor oluşu, muhayyilenin baskılanması ile sonuçlandı. Hâlbuki muhayyile ile müdrike arasında bir denge, bir itidal gözetilmelidir. İnsan ancak bu iki melekesi dengelendiğinde insanlık rolünü hakkıyla yerine getirebilir.
Kadim bilgelik, irfan hikmet gibi kavramların eğitimin merkezinde olduğu uygulamalar sanki daha lokal ve dar alanlarda uygulanabilirmiş gibi gelmiyor mu size de? Yani yaygın ve çok geniş kitlelerce uygulanabilecek eğitimden çok şey mi bekliyoruz. (Gerçi 12 yıl zorunlu eğitim olduktan sonra detaylı bir eğitime zaman mı kalıyor ki)
Doğru, kadim bilgelik ve irfan kültürü eğitimin zorunlu olmadığı bir mantalite ile mümkündür. Ben bilgeliğe hâlihazırdaki zorunlu eğitimde yer verilemeyeceği kanaatindeyim. Çünkü irfan ve bilgelik, dışarıdan talim ile verilebilecek şeyler değil. Burada talim edilecek şeyler elbette ki var, lakin esasen içten gelen deruni bir boyutu var meselenin. Bu yönüyle mevcut eğitim sistemleri aracılığıyla irfanî bir eğitim verebilmek mümkün değil bir kere. Günümüzde öğrenciyi kendini bilebileceği bir yolculuğa çıkarabilmek için evvela kapitalist hegemonyanın araçlarını hükümsüz bırakmak gerekmektedir ve böyle bir girişim paradoksal bir şekilde hâlihazırdaki eğitim sistemlerinin kuruluş mantalitesine aykırıdır. Yani evet kitle eğitiminden çok şey beklememek lazım. Bu eğitim karşısında çocuklarımızın, gençlerimizin kitle eğitiminin maluliyetlerinden olabildiğince korunabilmeleri yapılabilecek en iyi şeylerden birisi olabilir.
Yeri geldi, son soru olarak soralım o zaman: Zorunlu eğitim diye bir şey olabilir mi?
Bana kalsa olmamalı. Modern ulus devletin Aydınlanma sonrası Kilise'nin pastoral işlevlerini devralması ve bu çerçevede kurumsal bir yapılanma kurmasıyla ilgili bu durum ve bu yapılanma öyle kuşatıcı ki, kendinizi bu kuşatmadan kurtaramıyorsunuz. Bırakalım kurtarmayı, biraz olsun bu kuşatmadan kurtulup nefes alabiliyorsak bu bile önemlidir kanaatindeyim. Böyle olunca karşı da olsanız zorunlu eğitime karşı bir alternatif dahi düşünemiyorsunuz. Çünkü modern devlet yapılanması bu tür bir düşünceyi hayali ya da ütopik kılabilecek bir egemenliğe sahip. Verili olarak sunduğu dünya haricinde düşünmemize çok olanak tanımıyor maalesef. Bu durum bile zorunlu eğitimin tasallutunu net bir şekilde ortaya koyuyor.